FETİH COŞKUSU YAHUT İSTANBUL ÜZERİNE

M.NİHAT MALKOÇ

Coğrafyayı vatan yapan, üzerinde yaşayan insanların maddî ve manevî kültürleridir. Bu değerler olmasa ve insanları birbirine kenetlemese, topraklar vatan vasfını taşımaz. Öylesine bir toprak parçası olarak kalakalırlar. Oysa mühim olan toprağın vatanlaşmasıdır.

Yurdumuzun her karış toprağı şehit kanlarıyla sulandığı için apayrı bir değeri vardır bizim için. Bu topraklar için toprağa düşen yiğitlerimiz, boy boy yeni fidanların filizlenmesine vesile olmuşlardır. Bu fidanlar servi misali düzdür, eğilir bükülür cinsten değil. Onlar ki dik durmayı fazilet addederlerdi. Onların varlığıyla ne kadar gururlansak azdır.

Yurdumuzun tartışmasız en gözde şehri olan İstanbul da bu maneviyat erenlerinin sayesinde Müslüman Türk yurduna dönüştü; İslâm kimliği kazandı. Bizans’ın olmazsa olmaz değerlerinin başında gelen yedi tepeli aziz İstanbul’un her bir tepesine süngü misali minareler dikerek buraları Türk yurdu hâline getiren ecdadımız, karanlık bir dönemin kapanmasına ve aydınlık bir şafağın doğmasına vesile olmuştur. Ruhlarımızı nura boğan bu aydınlık, sonsuza dek üstümüzde kalacaktır. Bu ışık hakikat yolunda ilelebet kılavuzumuz olacaktır.

Türkiye’de üzerinde en çok konuşulan ve yazılan şehirlerin başında şüphesiz ki İstanbul gelmektedir. Tarih boyunca hiçbir şehre bu denli büyük ve destansı bir sevgi reva görülmedi. Şair ve yazarların diline pelesenk olan İstanbul, anlatıldıkça büyüdü ve güzelleşti. Yine de bu şehri anlatmakla bitiremedik. Zira bu şehir maneviyat harmanıdır. Bundan sonra da kalem erbabının hazine hükmündeki malzemesi olmaya devam edecektir.

Divan şâirlerinden günümüz şâirlerine kadar binlerce söz üstadı İstanbul’u vasfetmeye gayret etti. Fakat söz bitti, İstanbul bitmedi. Yine de sözler vasfetmede aciz kaldı bu bereketli toprakları. Sonunda Lâle devri şairlerinden şarkıların üstadı Nedim, bu husustaki ölçüyü koydu ortaya. İstanbul’un bütün İran topraklarına bedel olduğunu haykırdı cümle âleme:

“Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahadır
Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır”

Yukarıdaki beyitten sonra söylenecek fazla söz kalmıyor bize. Şair söylenmesi gerekeni fazlasıyla söyledi. Gerçekten de İstanbul bir yana, dünya bir yana… Her ne kadar “içi seni yakar, dışı beni” diyenler varsa da İstanbul bir anıttır kültür, sanat ve edebiyat tarihimizde. Her alanda dolu olan İstanbul’da boşluğa tesadüf etmek mümkün değildir. Nuru da, kiri de başkadır İstanbul’un. Kavgamız kiri nura dönüştürme mücadelesidir. Vaktiyle ben de İstanbul’a dair terennümlerimi kelimelere dökerek şöyle demiştim bir şiirimde:

“İstanbul sen içimde tarifsiz bir ukdesin
Geçmiş zamanı aşıp yankılanıyor sesin
Nice revnaklı şehir şöhretine özenir
Bahçelerin, bağların rayihayla bezenir
Yaralı benliğimde Cihangir hüzünleri
Minyatürlere gömdük o karanlık günleri
Gönül zincirlerini koparmak mümkün değil
İstanbul’dan ayrılmak ölümdür, sürgün değil
Mâziden haber verir gökte uçan turnalar
Söndürür yangınımı şadırvanlar, kurnalar
Topkapı Sarayı’nda ecdadımın gölgesi
Hırka-i Saadet’te duyulur Kur’an sesi
Peygamberin övdüğü Fatih’in ben olsaydım
İrem bahçelerinde gül misali solsaydım
Sinan’ın mühürünü taşır Süleymaniye
Sultanahmet bugüne Osmanlı’dan hediye
Dolanır saçlarında, gülümser sabah yeli
Yas tutar Ayasofya, kavurur hüzün seli
Kalender hislerime tercüman Eyüp Sultan
Ruhlara hayat verir yedi tepeden ezan
Emsalin ancak Kudüs, Mekke ile Medine
Eyüp Sultan’da kabir davet ediyor dine
Kelimeler yetersiz, tasviri zor İstanbul
İçimi alev ateş kavuran kor İstanbul”

İstanbul dudaklardan dökülen ölümsüz bir bestedir. Belki bin yıl, belki de sonsuza dek söylenecek bir şarkı… Bu nağmenin esintisi gönül telimizi titretir. ‘Kostantiniyye’ değildir artık bu topraklar… Yedi tepeden, göğü delen minarelerden her gün beş vakit ezan dökülür sinelere. Akif’in deyimiyle “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli”dir. Onlar bizi ayakta tutar, küfre kalkan olurlar. Ezanların serinliğinde soluklanırız cehennemî volkanlara karşı. Ruhumuzun daracık sokaklarını onların manasıyla genişlettikçe genişletiriz.

Vakti kuşatır İstanbul’un ufkundan yükselen sabah güneşi… Sadece toprağı değil, içimizi de ısıtır bahar yağmurlarına bürünerek... Güneş bile kıskanır bu şehrin emsalsiz güzelliğini. İstanbul’un üstüne doğmayı bir onur sayar kendisi için; bir anne şefkatiyle sarıp sarmalar sonsuzluğu kuşatan yedi tepeyi. Her bir tepe Fatih’i gördüğü için bahtiyardır.

Tükenmez İstanbul’a dair gönül lügatindeki tılsımlı sözler... Bu şehir için sözler kâfi değildir hiçbir zaman. İstanbul’u sözcüklere ve sözlüklere sığdırmak boş bir uğraştır kanımca. İstanbul yaşanır ancak; hem de doyasıya… Kederlerden azade bir İstanbul yağmurunda sokaklarda ıslanmak ne büyük bir bahtiyarlıktır. İstiklâl Caddesi’nin olanca kalabalığına rağmen bir başına, yalnızlık duygusunu doyasıya yaşamak bir ayrıcalıktır diğer zaman ve mekânlara inat. Bu hissi yaşamayı ertelemenin savunulacak yanı yoktur bana kalırsa.

Eyüp’te dünü, Şişli’de bugünü yaşamak gerek doyasıya… Pierre Loti’de geçmişi, Akmerkez’de geleceği soluklamak bir sentezdir hayata dair. Birini ötekine tercih etmek gerekmez. Çünkü iç içedir her biri… İstanbul’un semtlerinin moderniyle geleneksel olanını ayırmak ve birini ötekinin üstünde görmek havayı suya tercih etmekten farksızdır. Hangi birinden vazgeçebilirsiniz ki? İşte İstanbul’da su gibi elzemdir hayatı idame ettirmek için…

Her harfine bir tepe düşer İstanbul’un. Her bir tepesinde bir evliya uyur bu mübarek coğrafyanın. Beykoz ilçesinde, İstanbul’un denize en yakın ve yüksek tepesi olan Yuşa Tepesi’nde yankılanan ezanlar, gaflet uykusunda olanların yüzüne bir şamar gibi iner. Yuşa Aleyhisselam’ın on dört metre uzunluğundaki mübarek kabri, İstanbul için manevî bir sigortadır adeta. Bunun yanında coğrafyanın vatana dönüşmesini sağlayan aslanlar, Edirnekapı’da manevî siperlerde nöbet tutarlar. Sonsuzluk uykusuna yatmışlardır İsrafil’in Sur’a üfleyeceği o müstesna zamana dek… Onların bu sonsuzluk uykusudur bizi ayakta tutan ve gönül dünyamızı mamur eden. Dirilişimiz onların soluklarıyla beslenecektir.

İstanbul benim gözümde ve gönlümde, tepeleriyle gökleri öpen nurlu bir dağdır. Ona atılan her damla çamur yüreğimi kanatır. Gönül bağım ilelebet sürecek bu şehirle. Çünkü bu mübarek beldede Eyüp Sultanlar, Fatihler, Kanunîler yatıyor. Bu şehri sevmek için bu bile yeterlidir. Ya, Resulullah’ın o mübarek dudaklarından dökülen nurlu sözler… Bu şehrin onun dudaklarından çıkan sözlerle ulvileşmesi, sevmek için yeterli bir sebep değil midir? İstanbul’u sevmek sevgiye yüce bir paye biçmektir; sevgiyi layık olduğu burçlarda bayraklaştırmaktır.

“Fetih”, “açmak” olarak izah edilir lügatlerimizde…”Fatih” ise “açan” demektir. Yani fetih, sömürü ve istila demek değildir asla. Çünkü fetihten maksat ganimet ve toprak kazanmak değildir. Mühim olan, evvelâ gönüllere girip o enginlikte iman rüzgârları estirmektir. Açmaktır fetih… Ama neyi? İslam kapılarını, iman kapılarını ardına kadar açmak… Onları açarken küfür kapılarını sürmelemek… Fetih nefrete varan yolları kesmek, sevgi ve hoşgörüye giden yollara kılavuz olmaktır; manevî tekâmülde sınır tanımamaktır.

Fetih, zamanı avuçlarında bir hamur misali yoğurup onunla ruhlardaki manevî açlığı gidermektir. İslam’ın değerlerini merkeze alıp hayatı onun etrafında döndürmenin somutlaştırılmasıdır fetih… Yoksa toprak kazanmak için kan dökmek değildir. Zira İstanbul’un fethi de ulvî gayeler taşımaktaydı. İstanbul’a sahip olan inancın önü açıktı. Dünyanın önemli inanç merkezlerinin başında yer alıyordu bu bakir topraklar… Tarih buralarda bambaşka bir hale bürünüyordu. Nitekim bu şehir, İslam inancının bayraklaşmasına vesile olmuştur. Büyük Fatih, İstanbul’u fethedişinin sebebini bir şiirinde şöyle dile getiriyor:

“İmtisâl-i “câhidu fillâh” olupdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benüm
Lutf-ı Hudâdur hemân ümmîd-i feth u nusretüm”

İstanbul herkesin gözünde ve gönlünde olan müstesna şehirlerin başında geliyordu. Bir semboldü bu şehir… Kim alırsa onun inancının ve manevî dinamiklerinin müşahhas sembolü… Bu yüzden Fatih’ten evvel İstanbul’a nice akınlar olmuştur. İstanbul sadece Müslümanlar tarafından değil, başka inanç mensuplarınca da defalarca kuşatılmıştır. Zira bu şehir Müslümanların Batıya açılan kapısı olarak görülüyordu. İslam ancak buradan Batıya açılabilirdi. Halife Muaviye zamanından Sultan Mehmet’e kadar nice seferler gerçekleşmiş İstanbul üzerine. Fakat bu büyük şeref şanlı komutan Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur.

İstanbul hakkında geçmişten bugüne kadar yazılanlar nice sayfalar, ciltler doldurur. Fakat yine de kalemler, kâğıtlar ve mürekkepler bu şehri bihakkın anlatmaya kifayet etmez. Denizler mürekkep olsa İstanbul’u hakkıyla vasfetmeye yetmez. Bizimkisi, sözlerimizle İstanbul’u onurlandırmak değil, sözlerimizin İstanbul’la onurlanmasını sağlamaktır. Fethinin 556. yıldönümünde büyük Fatih’i ve onun Hazreti Peygamberin övgüsüne mazhar olmuş askerlerini rahmet ve minnetle anıyorum. İyi ki varsın İstanbul… İyi ki bizimsin…

İstanbul’un fethinin manasını idrak edebilmek için Fatih Sultan Mehmet Han’ın ruh hâlini ve niyetini iyi bilmek lazımdır. Henüz 21 yaşındayken mana ve ehemmiyeti kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyük bir işe kalkışan ve bunu hakkıyla yerine getiren Mehmet Han nasıl bir ruh ikliminde yetişmişti? Bunu bilmeden fethi anlamak mümkün değildir.

İstanbul’a o büyük şahsiyetin mana penceresinden bakabiliyor muyuz? Resulullah’ın müjdesini her şeyden evvel bir ideal ve hedef olarak gören bu düşüncenin membaının iman olduğunu bilmeyen var mıdır? İstanbul’a dair hadisin mübarek dudaklardan döküldüğü zamandan fetih vaktine kadar 857 yıl geçmişti. Bu uzun bir zaman dilimidir. Aradan bu kadar uzun zaman geçmesine rağmen ecdadın manevî hedeflerinde hiçbir sapma görülmemiştir. Zira İstanbul’un gayrimüslimlerin elinde olması iman ehlinin yüreğinde dinmeyen bir sancıydı. Bu sancıyı en çok hisseden de Fatih’ti. Onun içindir ki bu mübarek fetih ona nasip olmuştur.

Fatih’in İstanbul ‘da fethettiği sadece mekân değildi. O, mekânla birlikte zamanı da fethetti. Zamanın azılı dişlerini iman kerpetenleriyle tek tek söktü. Bu genç delikanlıya böyle büyük düşünceleri ve manevi hissiyatı Akşemseddin, Molla Gürani, Zağanos Paşa gibi gönül erleri telkin etmiştir. Osmanlı sultanları tahta çıkmadan evvel(şehzadelik yıllarında) özel bir eğitim alırlardı. Bu eğitim hem dinî, hem de pozitif ilimleri kapsardı. Onun içindir ki Osmanlı’dan din düşmanı ve hain padişah çıkmamıştır. Hepsi de manevî yönden dolu dolu insanlardır. Bu durum, onların peygamber merkezli hareket etmeleri neticesini doğurmuştur.

İstanbul’un fethini maddî boyutuyla izah etmek pek çok eksikliği de beraberinde getirecektir. Zira bu büyük hadisenin mana boyutu, madde boyutunun çok çok önündedir. Fetih sonrası gerçekleştirilenler İstanbul’un nasıl bir manaya başkentlik ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Osmanlı maddî yayılmacı değildi. Onlar manevî iradenin İslam üzere tecelli etmesini sağlamak için her türlü altyapının hazırlanmasına gayret etmişlerdir.

Aydınlık bir gelecek için fetih ve Fatih ruhunun, iradesinin tecelli etmesi zarurettir. Fatih maddî bir varlık olarak karşımızda olmasa da onun beslendiği kaynaklar bütün tazeliğiyle hayatımıza hâkim olmalıdır. Bugünün gençliği Fatih’in mirasını kutsal bir emanet olarak görmeli, gereğini yapmalıdır. Aksi halde yarınlarımız prangalara vurulacaktır. Selam olsun ufukların sultanına…Selam olsun fetih ruhunu sahiplenecek yarınların gençliğine!...


( Fetih Coşkusu Yahut İstanbul Üzerine başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 30.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.