Der…gülümserdi Dedem
anlatılana kulak vermekle başlar aslında tüm zenginlikler
dinlemek, kulağımızın erişebileceği en büyük hazinelerden biridir belki de 
güzeli, iyiyi, yaşanmışı, yaşanmamışı, olmuşu, olmamışı…

her özlü konuşmayı bir yaşanmışlık
bir hikaye 
ya da okkalı bir tecrübeyle noktalardı dedem
sözün yavanını kulağının ardına at evlat
sözün hasını ise kulağına küpe yap 
elbette bu kadarla kalmazdı 
bu sözlerin önü arkası

başında takkesi
omzuna attığı ceketi 
elinde tespihi ile ceviz ağacına yaslanır
bağdaş kurup oturduğu dizlerini ovalaya ovalaya 
hem konuşur 
hem ah çekerdi

neredeyse her tespih tanesine bir ah düşerdi 
bilirdim ki dedem eski günlere özlem duyar
eskiyi arar 
eskiye yorardı
arada bir de içli bir türkü tuttururdu 

“gesi bağlarında dolanıyorum
yitirdim yarimi amman aranıyorum…”

türkü bitince başlardı anlatmaya
eskiden üzüm bağlarıydı buralar
parmak kadar üzüm taneleri olurdu asmalarda
vallahi tadından yenmezdi
bağ bozumu zamanı 
konu komşu bir araya gelir
imece usulü çalışırdı
bugün bize
yarın size 

toplanan üzümler çuvallara koyulur
çuvalın ağzı sıkıca bağlanır
çizme giymiş güçlü kuvvetli kişiler tarafından çiğnenirdi 
şıra bir tarafa
posa bir tarafa

*
tüm bunları anlatırken sık sık iç çekerdi dedem
ne günlerdi be hey
ne güzel günler hey
bayram yeri gibi olurdu şu cevizin dibi
gelene geçene
fakire, fukaraya 
uçan kuşa bile 
yeter de artardı kazanlarda kaynayan nimet

türkü söyleyenler
masal anlatanlar
taklit yapanlar hiç eksik olmazdı
kolay gelsin, bereketli olsun diyen 
buyururdu sofraya

yufka ekmeği kıvırır da daldırırdık sahandaki kıvama
karnını bir güzel doyuran ahali
kazanlardaki pekmezi toprak küplere boşaltırdı
kurdun kuşun hakkı da gözetilirdi elbet
boşaltılırdı etrafa pekmez kepçe kepçe 
karıncalar, sinekler, böcekler de 
nasiplensin diye

*
dedem tüm bunları 
öyle güzel
öyle içten
öyle özlemle anlatırdı ki 
onun sözlerini pekmezden daha tatlı bulurdum
pekmeze değil de 
eskilerde yaşanan komşuluk ilişkilerine 
birlik beraberliğe, samimiyete berekete olan hasretin 
vücut bulmuş halini görürdüm dedemde


sadece bağ bozumu vaktinde 
böyle değillermiş elbette
aynı şenlik
aynı yardımlaşma 
aynı coşku 
harman zamanında da benzer şekilde sürer gidermiş
buğday başaklarının altın sarısı rengine 
türküler eşlik edermiş

“harmana serdiler sarı samanı
hiç bitmiyor dağın dumanı da …dağın dumanı
gel otur yanıma benim sevdiğim
ayrılık mı olur harman zamanı da.. yayla zamanı”

uçsuz bucaksız buğday tarlalarını
harman yerini bir masal coşkusuyla anlatırdı dedem 
orakla biçer
dirgenle toplardık 
çapayla eker, sıpayla yığardık
öbek öbek ekinler, düvenle sürülürdü

ambarlara doldurulan buğdaylar
bahara kadar yenilirdi
ot samanı ile ak samanı karıştırır ahırlara yığardık
hayvanların aşı olurdu onlar
idare etmeye yeterdi kış boyu

düven sürme işi hep dedemdeymiş
öküzleri en iyi dedem zapt edermiş çünkü
buğday tanelerini saplarından ayırmak öyle kolay iş de değilmiş hani
defalarca dönmek icap edermiş ekin yığınlarının üzerinde
yorulunca düvenin üstüne  bir iskemle koyarmış
ona oturup öyle dönermiş
bunu bir çeşit lüks gibi anlatırdı dedem 
ağa bu ya …
elbette iskemleyle dönecek 

çektikleri zahmetten dolayı yorgun düşen öküzlere karşı 
bir çeşit haksızlık duygusu sarardı içini
bir tarafta sıcağın altında ter döken hayvanlar
diğer tarafta iskemlesinde rahatça oturan 
öküzlere emir yağdıran ağa
merhameti boyundan çok çok büyüktü benim dedemin

neyse
gel zaman git zaman öküzler bir gün 
ağayı atıvermiş düvenden aşağı
ağa bir tarafa 
iskemle bir tarafa 

düvenle birlikte
göbelek tutmuş gibi koşarak
haldır haldır uzaklaşmış iki öküz 
harmanlıktan çok uzağa
köyün çıkışındaki pancar tarlasında bulmuşlar zavallı hayvanları

güneşin en tepede olduğu öğle vakti vuku bulmuş bu olay
e tabii, bu kadar eziyete gelir mi bu hayvanlar 
bu kadar sıcakta bu kadar çalışmaya, tere, koşturmaya 
elbette onlarında var bir canı 
velhasılı
o gün ağanın son günü olmuş harmanda
bir daha tarlaya ne inmiş 
ne de harmana gelmiş 

bu olaydan sonra
köy yerinde birisi bir yerden fazlaca geçerse 
ya da bir yerin etrafını çok gezerse
ağanın düveni gibi ne dönersin 
sözü kullanılır olmuş

*
“işte bu dünya böyledir evlat…” derdi dedem 
bazen başardıklarınla
bazen de başaramadıklarınla namın duyulur
bazen özünle, bazen sözünle şanın yürür
kiminin diline saygıyla düşersin kimininkine kaygıyla
kimi rahmet okur otuna ,ocağına 
kimi ilenç
kimi hayır dua ile anılır 
kimiyse doğru bildiğinde yanılır

ustaca süzülürdü konunun dışına 
maharetlice değiştirirdi bahsi dedem
hissettirmeden verirdi mesajını
omzundan hafifçe aşağıya kayan ceketini düzeltir
tespihinden birkaç tane çeker 
araya hiç zaman girmemişçesine 
bir önceki konuyu kaldığı yerden devam ettirirdi

içten içe gurur duyardı kendisiyle
bunu mimiklerinden anlardım
öküzlerine gözü gibi baktığını da anlatırdı uzun uzun

düveni iyi sürmeyene kız vermezlerdi o zamanlar evlat
harman döven öküzün ağzı bağlanmaz evlat
yediğinin üç katını yedireceksin
içtiğinin beş katını içireceksin 
mal dediğin beklemeyi bilmez
sabretmeyi sevmez 
bu yüzden kendinden önce onu düşüneceksin

sen ona iyi bakacaksın ki o da sana baksın 
armanda yüzünü kara çıkarmasın evlat
ho deyince gitsin
ha deyince bitsin
her sözüne itaat etsin 

ha bu iş öyle 
bağıra çağıra, tekmeyle silleyle olmaz
tatlı dille 
has sözle 
güler yüzle yaklaşmak icap eder evlat

*
yumuşak mizaçlı bir insandı dedem
merhameti hırsından katbekat fazlaydı
insana ne ise, hayvana, taşa toprağa da oydu 
ekmek kırıntısını nasıl ziyan etmez de 
işaret parmağının ucunu ıslata ıslata
tek tek toplarsa tabağının içinden 
odun kıymıklarına da aynı özeni gösterir
hiçbir parçayı boşa harcamazdı

elinde bir süpürge bir kürek 
üzerine basılmasına zinhar izin vermediği 
en ufak odun tanelerini bir araya getirir 
ya sobada 
ya da ocakta kullanılmak üzere biriktirirdi
 
hiç olmadı, bahçeye gömer
toprağa katık ederdi
sonra da büyük bir gururla derdi ki
biz anamızdan, atamızdan böyle gördük evlat
tek bir zerreyi bile boşa götürmemeyi dedemden öğrendim ben

nafakasını nice zahmet çekerek kazanan bir insanın
bir çöpe dahi böyle bu kadar kıymet vermesini anlamak zor değildi elbet
dedemin  hayat felsefesi 
mana üzerineydi 
her zaman 

hayatta her şey değerliydi onun gözünde
parmağının ucundaki tırnak 
ara ara boza çalan toprak 
ağacın dalında salınan yaprak
çok uzaklardan gelip geçen kuşlar
ağacın gövdesine yapışıp kalmış sorguçlar
kelebeğin kanadındaki benek 
kırlent kenarlarına iliştirilmiş nakışlı çiçek 

bir sandık dolusu altın ne kadar değerliyse 
ucu işlemeli, anasından kalma solmuş bir mendil de 
aynı ayardaydı onun gözünde 
dedemin anlattıkları 
sadece çalışmak 
iş güç, tarla tapan üzerine değildi elbet
gençlik çağlarında, hatta daha sonrasında
oynadıkları oyunları zevkle aktarırdı bana

en kıymetli mirasını bırakırcasına özenli, dikkatli ve ayrıntılı
hala evimizin bir köşesinde çiviye asılı duran demir halkayı gösterir  
en sevdiği oyunun çember olduğunu söylerdi 
mahalledeki çocuklarla bir araya gelirler 
bir sopa yardımı ile 
çemberi en uzak noktaya vardırmaya çalışırlarmış
hiç düşürmeden bitiş noktasına ulaşan çocuk oyunu kazanırmış
dünyanın bütün işini gücünü, 
derdini tasasını unuturdum bu yarışta.” derdi dedem

halbuki
yarışmayı ,rekabeti pek sevmez diye bilirdim 
kazanmaktan değil de 
o anki heyecandan
çemberini ayakta tutabilme başarısından 
birliktelikten, 
dostluktan aldığı haz diye yorumluyorum 
şimdilerde bu duyguyu

bayramdan bayrama kurulan cığındırık oyunundan bahsedip 
mahallenin delikanlılarıyla nasıl eğlendiklerini 
ballandıra ballandıra anlattığında gözümde 
bir oyun aracı canlandıramamıştım
ne zaman ki dedem, 
bir bayram arifesinde evinin bahçesine 
bizim için bir cığındırık yaptırdı
o zaman kendi gözlerimle görme şansını yakaladım 
bu harika oyuncağı

çoluk çocuk, torun tombalak 
nasıl da eğlenmiştik o bayram sabahı
hatta mahallenin tüm çocukları da bize katılmıştı 
onların zamanında da böyle olurmuş aşağı yukarı  
bir direği dikine yere gömüp 
üzerine, enlemesine 
başka bir direk gerilerek sağlamlaştırılırmış
bir çeşit tahterevalli işte

bayram münasebetiyle üç etek giyen genç kızlar 
işlikleriyle arzı endam eden genç oğlanlar meydanda toplanır 
kurulan cığındırığa binilirmiş 
direğin her iki ucuna sımsıkı tutunan gençler
hızla dönerler
dönerken de bir aşağı bir yukarı
ayaklarından da güç alarak 
kah alçalır 
kah yükselirlermiş 

*
hayat gibi işte
bir inişli bir çıkışlı 
bir dönüşlü bir düşüşlü
bir yerde 
bir gökte 
kah kazanırsın 
kah kaybedersin

*
her şey vardır bir oyunda
her duyguyu yaşama fırsatı verir oyunlar insana
önemli olan güzellikleri yaşayabilmek
önemli olan mutluluğu tadabilmek

oldu da düştün şaştın
yuvarlandın yandın 
ayağa kalkabilmeyi de öğretir insana 
sadece kendini değil
karşındakini de kollaman gerektiğini anlatır
yaralanmayı, 
yaraları sarmayı 
hatta yaralamamayı öğretir

ama bizler isterdik ki sürekli o konuşsun
geçmiş günlerden renkli bir pencere aralasın hayallerimize
tatlı söz dinletir
acı söz esnetir evladım
der…gülümserdi dedem
neyi anlattığınızdan çok 
nasıl anlattığınız çok daha mühim
ben birçok değeri dedem sayesinde öğrendim

nice güzellikleri yeni nesillere aktaran  
dedelerimizin kıymetini bilelim
dilerim ki ulu çınarlarımızın
ulu bilgelerimizin gölgesinde
yaşamayı öğrenelim 

redfer
( Der…gülümserdi Dedem başlıklı yazı redfer tarafından 16.04.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.