Geçen yazımızda, (Aşka dair) “Aşkın en
önemli ve olumlu yanı; dirilir doğrulursunuz, üretip yaratırsınız, kendinizi
sever, kendinize her zamankinden daha fazla ilgi gösterirsiniz, daha afili,
daha atak olursunuz.” Demiştik.
Bilim insanları, aşkın, yürekte
değil, beyinde oluştuğunu söylemektedirler. Tabii ki doğrudur. Ne var ki
elektrik de Hidroelektrik Santralleri, rüzgâr Türbini, güneş panelleri, termik
Santralleri gibi üretim alanlarında oluşmakta ama kullananlar için, makinelerdeki
hareket ve ampullerde ışığa dönüşmesi önemlidir.
Sevenler için de aşkın nerede
oluştuğundan çok, nereler de harekete, nerelerde ışığa dönüştüğü önemlidir. Bu
anlamda, yürek kafesine sığmıyorsa, kanınızın coşkusundan yanaklarınız
kızarmış, ateşiniz yükselmiş, elleriniz terliyorsa, gözleriniz yıldız misali
parlıyorsa aşkın nerede oluştuğunun ne önemi var.
Aşkın
ateşi, İbrahim’in ateşidir. Yandıkça göl de bulursun gül de bulursun.
Aşkın bu olumlu hali, bir bakış, bir
gülümseme gibi, karşıdan sinyal aldığınızda zirve yapar.
Eğer bütün çabanıza rağmen karşıdan o
sinyalleri alamıyorsanız bir boşluk duygusu yaşarsınız. Bu boşluk, kendini
suçlamaya, kendinden nefrete, karşınızdakinden nefrete, giderek herkesten
nefrete de dönüşebilen ya da kendi içine kapanarak yalnızlık duygusuyla beraber
üzünç, efkâr, bedensel ve ruhsal yıkım gibi negatif duygularla dolar. Bu psikolojik
çöküntü içinde, kendinize ya da çok sevdiğiniz o kişiye zarar verebilirsiniz.
Bu durumda, Aşk ile öfke iç içedir.
Aşk ile öfke arasındaki benzerliği kavramak
çarpıcıdır.
Aşkta da öfkede de kendinizden geçersiniz.
Ancak öfkenin ateşine herkes su taşır ama aşkın ateşini kendin söndürmek
zorundasın.
Aşkın yakıcı, yıkıcı
yönlerinin irdelenmesi, araştırılması ve tedavi yolların uzmanlarına bırakarak,
asıl konumuza dönmek istiyorum.
Konuya geçmeden Anadolu’nun özgün
durumundan söz etmeliyim.
Anadolu, savaş ve istilaların beşiğidir. O yüzden
Anadolu ve Anadolu insanı, homojen özelliğiyle özgün bir yapıya sahiptir.
Anadolu
insanı, zulümlerin ateşinde pişmiştir. Savaşın yaralarını ağıtlarla sarmış,
barışta varlık içinde yoksulluğu yaşamıştır.
Böyle bereketli aynı zamanda netameli
topraklarda, çağlar boyunca her milletten, her inançtan insanlar aynı kaderi
paylaşmış, aynı topraklarda birlikte ekip biçmiş, ekmeğini bölüşmüş ama kız
alıp verirken kör inançları yüzünden ayrı düşmüşlerdir.
Aynı bölgede, aynı mahallede birlikte
yaşayan ve zaman içinde birbirlerine sevdalanan kız ve erkeklerin birleşmesine,
dinleri ya da mezhepleri farklı olduğu için izin vermemişlerdir.
Sevenleri birbirinden ayıranlar,
nerden bilsin ki?
Hasret ile vuslat birdir sevene
O yüzden Anadolu
topraklarında, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile şirin, Arzu ile
Kamber gibi daha binlerce efsanelere konu aşklar yaşanmıştır.
Bu aşklar, her dinden, her mezhepten Anadolu insanı tarafından kutsanmış,
dilden dile, ilden ile coşkuyla, âşıklara saygıyla, âşıkları ayıran yobazlara
beddualar ederek anlatılagelmiştir.
Bu sözümüz de gerçek aşkı yaşayamamış,
o yüzden aşka inanmayanlaradır
Sevda yüklerin en hafifi olsa belin kırılır.
Bir damlası yüreğine düşse dilin lal olur, lal isen, dilin çözülür.
Bu efsane aşk söylencelerinde adı geçen
kızların babaları genellikle keşiştir, papazdır. Sarı Gelin’de olduğu gibi, Ermeni’dir
ya da alevi’dir. Erkeklerin babaları da Sünni Müslüman’dır. Bunların her biri, kendi
dininin tutsağıdır, yobazıdır.
Boşuna demedi, Yaşar Nuri Öztürk:
“Yobazın olmadığı her yer Cennet’tir.”
Yazımı şöyle sonlandırmak istiyorum.
Sevip de kavuşamayanların
bedenleri hicran ile melul,
yürekleri vuslatta, dem alır.
------------------------------------------------------------ Tahir Eker.