TEKERRÜR EDEN TARİH-3. BÖLÜM- OSMANLI HİÇ BİR
ŞEYDEN ÇEKMEDİ KADINLARDAN ÇEKTİĞİ KADAR
Kütahya Antlaşmasından ne Kavalalı Mehmet Ali Paşa ne de Osmanlı Devleti memnun olmuştu. Osmanlı
Devleti ‘’ Çok verdim’’ Diye
hayıflanırken Kavalalı Mehmet Ali Paşa ‘’ Elde ettiklerim, elde
edebileceklerimin yarısı bile değil.’’ Diye düşünüyordu.
Kavalalı Mehmet Ali Paşayı derin derin düşündüren bir başka husus da Osmanlı
ile yaptığı savaşta hazineyi tüketmiş olmasıydı. İşte bu yüzden o da gerek Mısır’da
gerekse Filistin ve Irak topraklarında bir taraftan yeni vergiler koyarken bir
taraftan da zorunlu askerlik
uygulamasına başlayınca daha önce kendisini kurtarıcı olarak gören
Filistinliler bu sefer yüzlerini tekrar Osmanlıya dönmeye başladılar.
Fırsat bu Fırsattı. Osmanlı Devletinin Kavalalı serserinden intikam almasının
tam da zamanıydı. Hele hele de Kavalalının 1834 de bağımsızlık ilan etmesi, bu
karara İngilizlerin oldukça sert tepki gösterip ‘’ Böyle bir karar ölümcül
sonuçlar doğurur. Şimdi derhal işgal ettiğin Rakka’dan çık ve bugüne kadar Osmanlı’ya ödemek zorunda
olup da ödemediğin vergileri öde.’’ Demesi Osmanlı Devletinin ekmeğine yağ
sürüyordu adeta.Sonuçta vergi borcu affadildi ama Kavalalı Rakka’dan çekildi.
Kavalalıya karşı ilk kez bir üstünlük elde edilmişti ama ırzına geçmediği atın
önüne ot koymayan İngiltere bu iyiliğinin karşılığını istemekte de gecikmedi
tabii ki.
16 Ağustos 1838 de İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında Baltalimanı
Antlaşması adı verilen bir antlaşma imzalandı.
Bu antlaşmaya göre:
★ İngiltere
herhangi bir malını iç ve dış pazarlarımızda doğrudan satabilecektir.
★ İngilizlerden
mal alım ve nakillerde belge istenmeyecektir.
★ İngiliz
tüccarlar, iç ticarette yerli tüccarlardan fazla vergi ödemeyecektir.
★ Yabancı
mallar boğazlardan serbestçe geçebilecektir.
★ Antlaşma
sürekli olacak ve bundan tüm Avrupa devletleri yararlanacaktır.
Osmanlı Devleti bu anlaşma ile ithalatta gümrük indirimi yaparken
ihracattan alınan vergiyi artırdı. Ayrıca “Rusumat-ı dahiliye” denilen
iç gümrük de kalkınca yerli tüccar yabancılarla rekabet edemez duruma
geldi. Bu durum Osmanlı’da kapitülasyonların en ezici bir şekilde kullanılması
demekti. Yerli tüccar iç gümrük öderken yabancılar bundan muaf
tutulmuştur.
Bu antlaşmayla İngiltere 1830 da başlattığı sanayi devrimi ile hızla süper
devlet olurken Osmanlı imparatorluğunda zaten olmayan sanayi iyice dibe vurmaya
başlamış, küçük esnaf ve Lonca teşkilatı rahmet-i rahmana irtihal eylemiştir.
Çünkü bu antlaşma her ne kadar ilk etapta sadece İngiltere ile imzalanmış olsa
da daha sonra bakın kimlere de aynı imtiyazlar verildi:
İngilizler’den sonra 25 Kasım 1838’de Fransızlar aynı şartları ihtiva eden bir
ticaret muahedesi imzaladılar. Bunu 1839’da Hansa şehirleri (18 Mayıs),
Sardinya (2 Eylül); 1840’ta İsveç, Norveç (31 Ocak), İspanya (2 Mart), Hollanda
(14 Mart), Belçika (30 Nisan), Zollverein hükumetleri (22 Ekim); 1841’de
Danimarka (1 Mayıs) ve 1843’te Portekiz (20 Mart) takip etti.
Şimdi tabii ki ‘’Osmanlı Devleti bu kadar imtiyazı sağladığına göre en Azından Mehmet Ali Paşa ile olan sorun sona ermiştir.’’ Diye düşünüyor olabilirsiniz
ama ne gezer...
1839 Yılında Osmanlı Devleti -İngiltere’yi de arkasında zannederek- Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın işini tamemen bitirmek kararıyla toparlayabileceği en büyük
orduyu toparlayıp Hafız Paşa komutasında Harekete geçirdi. İllevelakin ordu
sadece silah ve asker sayısı bakımından üstündü. Buna karşılık askerin çoğu
hayatında belki de ilk defa eline tüfek alan acemilerden oluşuyordu. Osmanlı
ordusunda görevli Prusyalı subay Moltke bile raporunda Osmanlı ordusunun
savaşabilecek asker gücünün aslında on beş bin olduğunu, bu orduyla bir zafer
kazanmanın imkansız olduğunu belirtmişti ama dinleyen olmamıştı.
Uzatmayalım...Osmanlı ordusu 24 Haziran 1839 da Nizip önlerinde öylesine feci
bir mağlubiyet aldı ki bu mağlubiyet haberi İstanbul’a ulaştığında Padişah II.
Mahmut üzüntüden şak diye öldü gitti.
Bu savaştaki yenilginin tek sebebi Osmanlı ordusunun acemi askerlerden
oluşması, kötü komuta edilmesi değildi. İhanetin payı da bir o kadar büyüktü.
Mesela Osmanlı kapdan-ı deryası Ahmet Fevzi Paşa koskoca donanmayı tek kurşun
atmadan Mehmet Ali Paşaya teslim etmişti.
Yeni Padişah Abdülmecit kara kara ‘’Amanın bir çare’’ Diye düşünürken tarih
kitaplarımızda bize ‘’ Büyük Reşit Paşa ‘’ Diye tanıtılan Sadrazam Reşit Paşa bu badireyi atlatmanın tek çaresinin Avrupa devletlerine şirin görünmek
olduğunu düşünüyordu. Bunu sağlayabilmek için de Osmanlı Devleti daha
demokratik bir devlet olmalıydı. Nitekim Avrupa Devletleri ne zaman Osmanlı’nın
iç işlerine karışmak isterlerse aynen günümüzde olduğu gibi o günlerde de ‘’
Daha fazla demokrasi, çok daha fazla demokrasi’’ Diyorlar, özellikle sömürgelerindeki
zencilere asla reva görmedikleri demokrasiyi(!) Osmanlı tebaası olan
gayrımüslimler için istiyorlardı. Bu sefer Osmanlı Devleti, özellikle İngiltere’ye
‘’ Bak sen istemeden biz daha demokratik oluyoruz. Artık sen de bize desteğini
esirgeme’’ Mesajı vermek için 3 Kasım 1839 da Tanzimat Fermanını ( Gülhane
Hatt-ı Hümayunu ) yayınladı.
Tanzimat Fermanına göre özet olarak Osmanlı Devletinde ilk kez kanunlar her
türlü iradenin üstünde kabul ediliyordu. Müslüman- Gayrımüslim herkesin
kanunlar karşısında eşit olduğu kabul ediliyordu. Lakin gelin görün ki bu
fermandan Müslüman Türk halkı hiç bir şey anlamamıştı. Onlara göre Tanzimat
Fermanı ile artık gavura gavur demek yasaklanmıştı. Peki azınlıklar? Fener Rum
Patriğinin( VI. Gregory ) Tanzimat Fermanı okunup tekrar bir keseye konduğu
anda ‘’ Bir daha o keseden hiç çıkmaz inşallah’’ Demesine, sonrasında
patrikhanede bir yastığı kılıçla parçalarken ‘’ Al ulan ...mun Tanzimatı ‘’
Demesine bakılacak olursa gayrimüslimler de Müslüman- Türk ile eşit haklara
kavuşmuş olmaktan rahatsızdılar çünkü
Müslüman- Türk'den daha fazla hakka sahiptiler. (Tanzimat Fermanı sadece günümüz
aydın(!) kesimince bir devrimdir. Modernleşmenin anahtar kelimesidir.)
Peki bu şirinlik gösterisini yaptığımız İngiltere? O ‘’Aferin bak hoşuma gitti.
Bundan sonra dile benden ne dilersen’’ mi dedi yoksa ‘’ Bana ne lan senin
Tanzimatından, fermanından. Ben işime bakarım.’’ mı dedi? Tabii ki ikincisi.
Ama yine de boş durmadı ve 15 Temmuz 1840 da Osmanlı Devleti, Prusya ve
Avusturya’nın katılımıyla Londra’da bir antlaşma imzaldı. ( Fransa Mehmet Ali
Paşa tarafında olduğu için konferansa da antlaşmaya da katılmadı.)
Bu antlaşma Kütahya Antlaşmasından çok daha lehimize olan bir antlaşmaydı:
1-Mısır’ın yönetimi, babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa’ya bırakılacak.
2-Mısır Valiliği hukuken Osmanlı
Devleti’ne bağlı kalıp ordu ve donanma bulundurabilecek.
3-Mısır’da vergiler padişah adına
toplanacak; ancak vergilerin dörtte biri İstanbul’a verilecek.
4-Osmanlı Padişahı, Cidde, Adana ve Suriye
valiliklerine istediği birini atayabilecek.
5-Alınan bu kararlar Mehmet Ali Paşa’ya da
kabul ettirilecek.
Mehmet Ali Paşa antlaşma şartlarına itiraz etmek istese de İngiltere ve
Avusturya donanmasının Akdeniz’de, Mısır
Limanları önünde bir iki tur atması ‘’ Tamam, tamam dediğiniz gibi olsun’’
Demesine yetmişti. Velhasılıkelam
İngiltere’nin sömürge yolları üzerinde güçlü bir Osmanlı devletine tahammülü
olmadığı gibi güçlü bir Mısır Devletine de tahammülü yoktu.
‘’Sonunda bitti.’’ Diye düşünüyorsunuz değil mi? Evet, Yunan İsyanı ile
başlayan Mısır meselesi bitti.Ama ortada bir sorun daha vardı halledilmesi gereken:
1841 Yılında Hünkar İskelesi antlaşmasının sekiz yıllık süresi doluyordu. Bu
antlaşma eğer yenilecek olursa? İşte
İngiltere’nin uykularını kaçıran şey buydu. O antlaşma asla yenilenmemeli,
Ruslar İstanbul ve Çanakkale boğazından ellerini kollarını sallaya sallaya
geçememeliydi.
13 Temmuz 1841 de İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti bir kez daha
Londra'da masaya oturdular ve şu kararlar alındı özet olarak:
1-Boğazlar Osmanlı Devletinde kalacak.
2-Barış zamanında Boğazlardan hiçbir savaş
gemisi geçmeyecek.