....
Bilmem kaç dakika sonraydı benim kendime geldiğim. Çünkü her gün tekrarlanan bu gösterinin son perdesine gelinmiştik. Büyük bir gürültüyle çöp kutusunun önüne çöp arabası yanaştı. Arabanın arkasından atlayan iki işçi, çöpün geride kalan kısmını acele acele arabaya doldurdular. Arabanın arka kısmında kalan çöpleri de makineye çektirdikten sonra içlerinden biri:
“Devam eeet!” diye bağırdı. Araba yine büyük bir gürültüyle hareketlenirken egzozundan bu kirli havaya biraz daha karbondioksit karıştı. Duraktakiler şu ana kadar çöp kutusunun yanına gelen üç gruptan da bu kadar rahatsız olmamışlardı. Bu genizleri yakan dumandan kurtulmak için bazıları elleriyle ağızlarını ve burunlarını kapattı, bazıları durağın arkasına doğru duman geçinceye kadar uzaklaştı.
Onlar gözden kaybolunca aklıma ilk gelen Kazım’ın sınıfına vermiş olduğum ödev oldu. Öğrencilerimi iyi tanımak için onlardan zaman zaman ayrıntılı bir günlük yazmalarını, bir gün içerisindeki yaptıklarını saat saat anlatmalarını isterdim. Dün de aynı ödevi onlara vermiştim. Şimdi sabahı iple çekecek ve yarın ilk işim Kazım’ın günlüğüne bakmak olacaktı.
Bu düşünceler içindeyken durağa yanaşan otobüse binmeye çalışan adamlardan birinin sesiyle irkildim:
“İlerlesene kardeşim!” Bu hitaba ancak:
“ Affedersiniz,” diyebildim. Otobüsten içeri girerken parayı uzattım ve şoför parayı aldı, üstünü verdi. Paranın üstünü cebine koyarken otobüsün arkasındaki boş yerlerden birine oturdum; ama hala kafamda az önce tanık olduğu olay vardı.
Bindiğim otobüs sokağımızın başında durdu. Ön taraftan birkaç yolcu alırken arkadan indim. Sokağa doğru yöneldiğimde soğuk bir rüzgar alışılmış bir ıslık çaldı geçti kulağımın dibinden. Hemen üşümemek için üzerimdeki kabanın yakasını kaldırdım. Böylece kulaklarımı da kabanın altına saklamış oldum. Hem soğuktan hem de gördüğüm hakikatten kaçar gibiydim. Birden kaban omuzlarımda kaldırılamaz bir yük haline geldi. Bunca çocuk sokaklarda yalın ayak çöp toplarken benim üşümeye ne hakkım vardı.
Eve vardığımda beni karşılayan yine yalnızlık oldu. Böyle durumlarda bir çay koyar ve şiir yazardım. Gecenin sessizliğinde yazdığım sokak çocuklarıyla ilgili şiirime şöyle başlamıştım:
“Mavi gözlü çocuklar vardı sokakta,
Yanakları, gözleri hep yaş içinde.
Zayıftı bedenleri,
Saçları elleri kir pas içinde.
Biri vardı ellerini açmış
Buzlar üstünde:
“Bir ekmek parası amca!’’ diyordu.
Ayağı buzlara açık,
Elleri, buz gibi insanlara.”
Şiiri bitirdiğimde gece yarıyı geçmişti yarın ise öğretmenler günüydü. Öğrencilerime okumak için bir şiir ayarladım ve odanın karanlığına gömüldüm…
Sabah kalktığımda etraf bembeyazdı. Anlaşılan kar gece yarısından bu tarafa hiç durmadan yağmıştı. Karın yüksekliği on beş yirmi santimetreyi bulmuş, böyle bir havada trafiğe çıkmayı düşünmediğim için minibüs durağına doğru yürüdüm.
Giderken yolun kenarındaki ağaçlara baktım. Çoğunun dalları eğilmiş, üzerine yığılan karlara dayanmaya çalışıyordu. Karın toprakla buluştuğu o anda şehir baştan başa yenilenir, gençleşir, temizlenirdi. Bütün pisliklerini örter, geçmişe bir sünger çekerdi. Duvağı başında bir gelinin masumiyeti çökerdi şehrin üstüne. Sokaklarında, sabahın bu saatinde masumluğun, saflığın, hatta bakirliğin simgeleşmiş bir yanını bulurdu erken kalkanlar.
Ayağımın altında eriyen karın nağmeleriyle tepeden aşağıya doğru inmeye başladım. Gördüğüm manzara muhteşemdi. Yaz boyu kuş sesleriyle cıvıl cıvıl; rengarenk ağaçları ve çiçekleriyle pırıl pırıl olan “Kavaklık” ve parklar, gizli aşıkların da el etek çekmesiyle beyaz bir ölüm sessizliğine bürünmüştü bu mevsimde. Bu sessizliği ise ilk karın şaşkınlığını üzerlerinden atan yolun karşı tarafındaki evlerin çatılarını yıllarca kendilerine mesken tutan güvercinlerin “huuu”ları bozuyordu. Ancak serçeler, bu günlerde yem bulmakta zorlanır, karşıki dükkanların ekmek dolaplarının yanına çullanırlardı bir müşteri ekmek almaya geldiğinde. Onun ekmeğinden dökülen kırıntıları kapışırlardı. Sonra ikinci müşteriyi sabırsızlıkla beklerler, o da dolaba yaklaşınca önce hep birlikte kavak ağaçlarının dökülen yapraklarının yerlerine geçerler, müşterinin gitmesiyle tekrar son kırıntıları toplamak için dolabın dibine doluşurlardı.
Okula o gün daha bir heyecanlı gittim. Derse girdiğimde ise “Günaydın arkadaşlar.” hitabıma “Öğretmenler gününüz kutlu olsun, öğretmenim.” cevabını aldım. İlk baktığım yer Kazım’ın sırası olmuştu. Evet Kazım da gelmişti.
Derse başlamadan anlaşılan öğrenciler hediyelerini vermek istiyordu. Her ne kadar hediye getirilmemesi konusunda uyarmış olmama rağmen, onlar yine de bu günün anısına bir şeyler yapmak istiyorlardı. Öğrenciler hediyelerini verirken hiç beklemediğim bir anda Kazım da sırasının altından küçük bir poşete konulmuş hediyesini çıkardı. Kim bilir bu hediyeyi hazırlamak için ne kadar sıkıntıya girmişti. Onun poşetinin hangisi olduğunu aklımda tuttum. Öğrencilerden bazıları hediyelerin açılması konusunda ısrarlıydı. Bende onları kırmayıp açtım. Kazım’ın hediyesini çok merak ediyordum. Poşeti açınca gazete kağıdına sarılı bir kravat çıktı. Akşamdan bu tarafa onu nasıl mutlu edebilirim sorusunun cevabını şimdi bulmuştum. Her ne kadar kullanılmış bir kravat olsa da boynuma takıp onu bu günün en mutlu insanı yapmalıydım. Kravatı taktığımda Kazım’ın gözlerindeki sevinci görmeliydiniz. Ama bu bir anlık sevinçle kalmamalı onun için daha çok şeyler yapılmalıydı. Bunun için de gereken yerlere başvuracaktım.
İkinci derse girdiğimizde öğrencilerin ödevlerini topladım. Kazım’ın ödevini evde göz yaşları içerisinde okudum. Günlüğünün akşam bölümünde şöyle yazıyordu:
“...........
Akşam saatlerinde babamla birlikte öğretmenlerime hediyesi almak üzere çarşıya çıktık. Kardeşlerimi de yanımıza aldık; çünkü akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermiştik.
… Kırtasiye’ye girdik. Sınıf öğretmenimiz, aynı zamanda matematik öğretmenimiz için bir kalem aldım.
… mağazası’na girdik en çok sevdiğim öğretmenim olan Türkçe öğretmenim için bir kravat aldım. Umarım öğretmenim beğenir.
Saat epeyi ilerlemiş, karnımız iyice acıkmıştı. Zaman zaman ailecek yemek yediğimiz hemen o mağazanın yanındaki … lokantası’ndan da kendimize birer “İskender” söyledik.
Saat 21:00 sıralarında lokantadan ayrılıp eve döndük.
………”
Kazım’ın günlüğünde burada ismini yazamadığım iş yerleri akşamki cadde üzerindeydi ve lokanta benim yemek yediğim lokantaydı. Kazım’ın hayalindeki “İskender’i” yiyen de bendim.
Mustafa İsmet KESKİN
( Hayali İskender 3 başlıklı yazı şaircesevmek tarafından 23.01.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.