Yılın ilk karı toprakla buluşalı iki gün olmuş dünden bu tarafa esen rüzgar sokak aralarını yer yer dondurmuştu. Şehir, soğuk bir geceye hazırlanırken insanlar da telaş içinde sokakları terk ediyordu. Şehrin her köşesinden yükselen kalorifer dumanları hele hele akşam vaktinde insanı boğacak gibi oluyor, o saatlerde sokağa çıktığın zaman insan kendini karabasanlar arasında kalmış gibi hissediyordu. Sokaktaki insanlar bir an önce evlerine girmek istiyor, genizleri yakan bu dumandan kurtulmak için duraklara doğru hücum ediyorlardı. O siyah dumanlar saatler ilerledikçe beyazlaşıyor, ağır ağır pembeleşiyor ve şafakla gökyüzü kızıllığa bürünüyordu. Sanki çığ altında kalmış bir insan vücudu gibi renkten renge giriyor pembeleşiyor, beyazlaşıyor, alacalı bir hal alıyordu. Böyle zamanlarda hava gittikçe soğur şafak vakti hafif hafif atan karlar, beş on dakika sonra lapa lapa yağmaya başlardı. Böyle gecelerin sabahında şehir halkı beyaz bir güne uyanırdı.
Şimdi, karanlık bir geceye yol alırken şairlerin dilinde akşam başlıyordu ve aklıma “Sonsuz Akşamlar” şiirimdeki şu mısralar geliyordu:
“Akar gider zaman durduramayız.
Irmak akar, rüzgar akar, yollar da akar.
Bakar sonsuz akşamlara ufuklarımız,
Ömür yaşanmamış bir çağa benzer.”
Gün akıp gitmiş yine şehirde akşam olmuştu. Ama yalnız bir akşam, kalabalıklar içerisinde yapayalnız bir akşamdı. Bu şehre yeni gelmiştim ve tanıdığım insan sayısı bir elin parmakları kadardı. “Gel beraber yemeğe çıkalım, sana bir yemek ısmarlayayım.” diyebileceğim birileri bile yoktu.
Her bekar evinde olduğu gibi mutfak yine tam takırdı ve en kolay yol da çıkıp bir yerlerde yemek yemekti. Ben de öyle yaptım. Kaloriferlerin yandığı saatte değil de daha geç çıkardım sokağa. Bu gün de öyle olmuştu. Yolda giderken herkesin bir yerlerinden birkaç mısrasını bildiği, akşamların şairi Ahmet Haşim’in Merdiven şiirini; şehrin gürültüsüne, hızına inat, ağır ağır okuyarak ve ağır ağır yürüyerek geçtim sokakları.
“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...”
Genellikle akşam yemeleri için tercih ettiğim bir yer vardı. Şehre ilk geldiğim günlerde, sulu yemek çıkaran bir lokanta ararken keşfettiğim, yaklaşık bir yıla yakın kesintisiz yemek yediğim lokantanın kapısından girdiğim zaman artık garsonlar beni tanır olmuştu. Meslektaşlarımdan başka, bu şehirde tanıdığım birkaç kişi de lokantanın garsonlarıydı. Garsonlar son müşterilerine servis yaparken ben de bir “İskender” söyleyip caddeye bakan bir masaya oturdum. Yalnızlığımı caddeden geçen insanları seyretmekle bastırıyordum.
Aylardan kasımdı, kapı açılıp kapandıkça dışardan gelen soğuk ayaklarımı üşütüyordu. İnsanların söylediklerine göre; bu yıl hava daha soğuk gidiyordu. Halkın büyük çoğunluğu daha şimdiden kömürünün belli bir kısmını tüketmiş, “Acaba kışı çıkarabilir miyiz?” diye hesap yapmaya başlamışlardı. Tabi bütün bunlar kenar mahallelerde yaşayanlar için geçerliydi. Şehrin lüks semtlerinde, yüksek binalarında, ana caddelerindeki alışveriş merkezleri ve mağazalar kalorifer yakıyorlardı. Şimdi onlar yakıyor, dumanlarını ise hep kenar mahallelerdeki insanlar çekiyordu.
Kaloriferlerin yakılması konusunda bir kural olmasa da ana cadde üzerinde çöplerin dökülmesi konusunda bir kural vardı. Cadde üzerindeki lüks mağaza ve restoranlar belirlenmiş saatlerin dışında çöp dökemiyorlardı.
Gece ilerlemeye başlayıp gecenin ayazı yeniden çökünce şehrin üstüne, sokaklar akşamın kalabalıklığından kurtuldu. Garsonlar da müşterileri rahatsız etmeyecek şekilde çöplerini az ilerdeki çöp kutusunun önüne bıraktılar. Çöpler bırakıldıktan sonra, iki çocuk ellerinde taşıyamayacakları kadar büyük, etrafı naylon haşalarla çevrilmiş iki tekerlekli çöp arabalarıyla oraya yanaştı. On üç on dört yaşlarındaki bu çocuklar, konuşmalarından anlaşılıyordu ki iki kardeşti. Çöpün yanına hızlıca yaklaşan çocuklardan biri uzunca boyluydu. Sanki tuttuğu araba kaçsa kollarını da alıp götürecek kadar sıskaydı. Saçları elleri kir pas içinde, üzerlerindeki elbisenin hangi renk olduğunu bilmek mümkün değildi. Pantolonunda her biri alelade tutturulmuş onlarca yamalık vardı. O yamalıklara bir kadın eli değmediği belliydi. Benim düşüncem, anneleri yok olmasına yoktu ama belki babaları da yoktu bu öksüzlerin.
Saat 21:00 sularında hesabı ödeyip çıktım. Az ilerideki durakta otobüs beklemeye başladım. Ama bir taraftan da gözüm hep çocuklardaydı. Şehrin lüks sayılabilecek semtlerine giden yolculardan bazıları, çocuklara acıyarak baksalar da, bazılarının hiç umurunda değildi. Sanki orada çocuklar bir tiyatro oynuyor, onlarda seyretmeye gelmişler gibi bu temsili izliyorlardı. Bir farkı vardı yalnız tiyatrodan; işlerini bitirip de başka bir temsile doğru önlerinden geçerken hayatın onlara biçtiği rolü bu kadar güzel oynayan oyuncuları hiç kimse alkışlamadı. Çocuklar çöpten sadece aradıkları naylon parçalarını alıp karanlık bir sokakta kayboldular...

Not: Bu anı üç bölümde tamalanacaktır.
( Hayali İskender 1 başlıklı yazı şaircesevmek tarafından 21.01.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.