III. EVRİM

 

III.1. Evrensel her hücreye sinmiş olan evrim

 

                        Evrim, kelime anlamıyla açılma, gelişme, ilerleme süreci anlamına gelir. Bu anlam, Allah’ın Basid (açan, yayan, geliştirip ilerleten) isminin bir tecellisi olarak düşünülebilir. Ayrıca Allah’ın Bari ismi de, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi manasını verir. Bu mana, biyolojik evrime destek niteliğinde bir manadır. Yine Allah’ın Musavvir ismi, yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir eden, en iyi, onlar için en yaralı şekli veren, şekillendiren manasınadır. Bu açıdan evrimsel süreçlerle kazanılan fonksiyoneller ve/veya organlar, Allah’ın bu ismini çok güzel bir şekilde yansıtır. Bilinmelidir ki Allah, âlemlere sünnetullahını yani sistemini ve düzenini yerleştirmiş, daha doğrusu alemleri sünnetullahı üzerine kurmuştur. Sünetullahın çok geniş bir manası olup, Kur’an’i ifadeyle sünnetullahta asla bir değişiklik olmayacağından, ancak insan idrakinin açılmasıyla sünnetullahtan algılananlar da gelişeceğinden, sünnetullah, aslında mucizeleri de inkar eden bir kavram değildir. Bu konu üzerinde gelecek kitaplarımızda durulacaktır. Ancak Allah’ın bu değişmeyen sünnetullahının en temel özelliği, Allah’ın, her şeyi bir sebep sonuç ilişkisi içinde yaratması, yani varlıkları ve eylemleri başka varlık ve oluşumlar dayanağı ya da sonucu olacak şekilde, yani bir vesileler zinciri halinde oluşturmasıdır.  Tüm vesilelerin arka planındaki gerçek fail ise Allah’tır. Ancak bu, idrak seviyemizce algıladığımız vesileleri inkar etmemizi ve bu alemlerde vesilesiz bir yaratmayı ileri sürmemizi gerektirmez. Zira Allah, yine Kur’an’i bir tabirle, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir (36/79). Elbette vesilesiz de yaratır ancak bu bizim idrakimizde, bir vesileler zinciri halinde cereyan eden bir oluşum olarak algılanacaktır. Vesilelerin özünde ise her an O’nun kudret ve ilmi yatar.

                        Dolayısıyla evrim düşüncesi, bir vesileler zinciri geçmişine dayalı olarak canlıların oluşum ve değişimini açıklayan, bir nevi doğanın hatta evrenin her hücresinde gördüğümüz kendiliğinden oluşum, değişim ve gelişim sürecini ortaya koyan bir sistematiktir. Kendiliğinden oluşum, en büyük evrensel gerçeklerden biridir.  Bu da Allah’ı inkar etmek değil, Allah’ın vasıflarından birini idrak etmek anlamındadır.

                        Zira İslami düşüncede Allah, oluş ve varlıkları içten ve dıştan kuşatma halindedir. Daha doğrusu varlık ve oluşların gerçekte Allah’tan ayrı mutlak bir varlıkları olmadığından, her şey Allah’ın tecellilerinden ibarettir. Ancak Allah, bir nevi Panteizm’de olduğu gibi, bu tecellileriyle sınırlandırılamaz. Bu nedenle İslami düşüncede Allah, hem içkin hem aşkındır. Kısacası, mutlak anlamda olan tek varlık O’dur. Tüm her şey, hiçlik temeli üzerine kurulmuş, geçici ve değişici izafi varyasyonlardan başka bir şey değildir. Bu hiçlik hem var saydığımız âlemlerin aslında yok hükmünde olması, hem de gerçekte olan tek mutlak varlığın, izafi alemlerden bir alem olmamız ve algılarımızın bu izafilikle sınırlı olması nedeniyle bize yokluk olarak görülmesi anlamındadır. Zira Allah, Zati olarak asla bilinemez ya da görülemez; o nedenle biz O’ nu hiçlik ya da yokluk olarak algılarız ama bu, O’ nun hiç ya da yok olduğu anlamına gelmez. 

 

                           Bunlardan dolayıdır ki Allah, kendiliğinden oluşumu varlığın özünden varlığa bahşeden, bu yönüyle içkin, ama aynı anda aşkın bir Mutlak gerçek’tir. Zira aslında içkinliği de aşkınlığından ötürüdür. Bu konuları uzak doğu dinsel metinleri, Kur’an ayetleri, hadisler ve sufi yorumlarla birlikte çok geniş bir biçimde gelecek kitaplarımızda ele alacağımızdan, şimdilik bu kadarla yetinelim ve evrimin aslında bir kendiliğinden oluş tarzı olduğunu ve bu düşüncenin Allah’ı inkar değil, ispat eden yüksek bir düşünce olduğunu belirtelim. Ancak popüler anlamda bu kuramın (teorinin) ilk oluşumu Darwin ve çağdaşlarının, o dönemde kilise otoritesine bir tepki olarak oluşturulmuş düşüncelerden etkilenerek, Hiçlik olan Mutlak varlığı, gerçek anlamda yok olarak kabul edip, evreni ve tüm oluşumları ateist bir felsefeyle yorumlamaları üzerinde temellendirildiğinden, yani kendiliğinden oluşum gerçekten kendiliğindenliğe ve varyasyon, doğal şeçim, mutasyon* v.b. oluşumlar, bir tesadüfler zinciriyle açıklanmaya çalışıldığından, gerçek fail olan ilim, irade ve kudret dikkate alınmadığından, temelsiz bir varsayım haline dönüşmüştür. Evrim, özellikle vahiy niteliği bozulmuş İncil ve Tevrat metinleriyle yüzeysel olarak uyuşmadığı için, her iki dinden inanırların büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Ancak ilginçtir ki, aslında evrim, tıpkı Kur’an’da geçen evrenin genişlemesi (51/47), her şeyin ol emriyle yaratılması gibi ifadelerin bilimsel açıklaması olan Big-bang teorisi yada iki ayrı denizin sularının karışmaması (55/19-20) gibi bilim tarafından ispatlanan yada çok güçlü bir teori olarak ortaya konan realitelerin Kur’an vahiysinde bulunuyor olması gibi, vahiyde bulunan bir bilimsel gerçek olmasına ve bundan dolayı İslam’a bir saldırı değil, destek olmasına rağmen, dış etkilere kapılan Müslümanlarda da, evrime karşı bir tutum gelişir olmuştur.

 

                         Evrim özellikle Müslüman çevrelerce, insanın maymundan türediğini iddia eden asılsız bir felsefe olarak yorumlanmış, başlangıçta Hristiyan karşı koyucularının da öne attığı, “Madem maymundan türedik neden şimdiki maymunlar insan değil, hallerinden çok mu memnunlar?” şeklinde özetleyebileceğimiz, evrimin öne sürdüğü türeyiş hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve bu bilgisizliklerini kendi dar mantıklarında bu şekilde cümlelerle yansıtmış olan yobaz ve bilim dışı ifadelerde göstermiştir. Ne yazık ki bu ifadelere, Hamdi Yazır ve Prof. Dr. Süleyman Ateş gibi çağdaş tefsircilerin tefsirlerinde de rastlamaktayız. Ama elbette önümüzde büyük ufuklar açmış bu muazzam düşünürlerimizi dar kafalılık ve yobazlıkla itham etmeye haddimiz yoktur. Bu büyük idrak sahiplerini aşabilecek bir idrakte olduğumuzu da asla iddia edemeyiz. Aksine onlar, bizim idraklerimizi açıcı çok önemli düşünürlerdir. Bu durum, son derece güçlü düşünürlerimize bile yansıyacak, düşünce formlarını etkileyecek derecede bir evrim antipatisinin Müslüman çevrelerde de olduğunu gösterir sadece.  Ancak yetkin düşünürlerin bile bunu savunmuş olması, konu hakkında ki bilgisel yetersizliklerinden ötürüdür ve her kez her bilgiyi bilecek diye bir kural yoktur. Özde bu ve benzer fikirler, evrim hakkındaki cehaleti gösteren ve şartlanmışlığın etkisiyle öne sürülen dayanaksız tepkilerden öteye gidemez. Zira bilimsel bir teori olarak evrimin öne sürdüğü, maymundan türediğimiz değil, insan, maymun türleri ve daha derin anlamıyla tüm memeli hatta canlıların ortak atadan ya da atalardan türediğidir. Bu durumda basit ifadesiyle maymunlar ana-babalarımız değil, kardeşlerimizdir. Bu, elbette saplantılı zihinleri tatmin edecek değildir ama en azından şu bu günkü maymunlar neden var gibi komik anti tezlerin üretilmesine umarız engel oluşturur. Yani ortak ata, türsel dallanmalara uğrayarak ilkel primatları* (insana yakın maymun türleri) oluşturmuş, bu türlerden bir kısmı evrimsel transformasyonlarına devam ederek insansıları meydana getirmiş, bir kısmı da farkıl değişim yolları izleyerek maymun türlerine dayanak olmuştur.

 

                           Allah, sünnetullahı gereği, oluşumu vesileler zinciriyle, zaman içre bir süreç halinde yaratır. Evrim de, zaman içinde birdenbire olmayan, ancak mutasyonlarla (ani değişimler) kesintilere ve ani sıçrayışlara uğrayan, genelde kesintisiz, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci olarak tanımlanır.  Biyolojide evrim, canlı türlerinin nesilden nesile değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanması, bir canlı popilasyonunun genetik kompozisyonunun zamanla değişmesi anlamına gelir.(7) Yani canlıların daha basit ilk formlardan daha karmaşık formlara doğru gelişmesi, veya aynı soydan organizma topluluklarının özelliklerinde kuşaklar boyu birikimle oluşan değişiklik anlamındadır.(8)  Sosyolojik anlamıyla da, toplumun, devrim gibi köktenci bir atılımla değil, birikimli bir süreç içinde değişmesi anlamına gelir.(7)

 

                        Evrime inanırların itirazı ya da inanmayanların evrime dayanarak inanırlara yaptıkları itirazlar, zaman içre oluş serüveninin çok uzun dönemleri kapsaması gerçeğinden destek alınarak yapılmıştır. İnanmayanlar, madem Allah yaratıyor, neden bu kadar uzun zamanlarda, haşa, uğraşıp didinerek bu yaratmayı gerçekleştiriyor diyerek yaradılış gerçeğinden ve özelliklerinden ne kadar da cahil olduklarını ortaya koyarlar. Buna karşılık inanırlar da, aslında inanmayanları destekleyen bir fikri yapıyla, yine aynı temelden hareketle, evrim çok zaman alıyor, Allah diledi ve yarattı, yaratma uzun sürmez diyerek, kendi inandıkları şeyin cahili olduklarını ortaya koyarlar. Oysa Allah, bilimsel verilere göre evreni 15 milyar yıl önce yaratmıştır. Bilimsel verilerle yaratmıştır ifadesini aynı kavram için kullanıyoruz, çünkü bu bildiğimiz evrenin yaşını saptlamaya olanak veren Big-bang teorisiyle bilim, yaratma gerçeğini gerçek anlamda ispatlama yoluna girmiş, yani kabul etmiştir. Ama 15 milyar yıllık evrenin, çok uzun zaman süreçlerine yayılan oluşumlarla bir nevi evrimleştiği ve bu muazzam zaman dilimlerinde dünyanın oluşumu ve bu hali alışının hatta insanın otaya çıkışının çok küçük zamanları kapsadığı gözden uzak tutulmalıdır. Peki yobazlar neden Big-bang’in öne sürdüğü böyle bir zaman sürecine yayılmış yaratmaya ve evrenin evrimine karşı çıkmazlar da, canlıların ve özellikle insanın evrimine karşı çıkarlar? Bilimsel gerçekliği ve Kur’an açısından bakarsak, dinsel dayanakları bu iki teori için de en üst düzeydedir oysaki. Canlı organizmaların yaratılması, öyle zaman içre bir oluşumdur ki, Dünyadaki 570 milyon yıl önceki bir yaşam patlamasını ifade eden Kambriyen dönem* bile, 5 milyon yıllık bir süreci kapsar. Bu, evrimin nasıl zamana yayılan bir değişim olduğunu gözler önüne serer. Zira Allah katında olmuş ve bitmiş olaylar, O Zat’ın zamandan münezzeh olması nedeniyle bir Ol hükmüne bağlıdır. Ancak bu hüküm, sünnetullah gereği, alemlerde uzun zaman dilimleri olarak tecelli edebilir.

                       Burda kısaca bir bilgi verelim,. Kambriyen dönemde eşeyli üremenin ortaya çıkması ile canlı çeşitlerinde büyük bir artış ortaya çıkar. Bu dönem, bu günkü canlı çeşitliliğinin de temelini oluşturur. Zamansal boyut için bir önemli tesbit de, yaklaşık 65 milyon yıl önce, yeryüzündeki egemenlikleri 100 milyon yıl süren dinozorların* yok oluşu sürecinin bilinmesidir. Bu sayılar, çok büyük zamansal dilimleri ifade eden bilimsel gerçeklerdir. Bilim adamlarına göre, dinozorların sonu gelmeseydi, birçok memelilerle birlikte insanın da ortaya çıkmasına belki de olanak kalmayacaktı. Ama Allah, Kur’an’i ifadelerle, istediğini istediğine tercih eden ve ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartan, Hayy (Mutlak hayat sahibi) isminin tecellilerini her an alemlere yansıtan Mutlak güç olarak, halife olacak insanı yaratmayı dilemiştir. Bu dileyişin, idrakimize yansıyan zamansal muazzam ölçeklerinde, evrim geniş anlamda üç aşama içermektedir: İnorganik, organik ve insan. İlk aşamada yürürlükte olan yalnızca fizik-kimya yasalarıdır. Sonra, günümüzden yaklaşık iki milyar yıl önce şimdi dünyamız dediğimiz yeryüzünde organik aşama başlar. Bu aşamada biyolojik yasalar geçerlidir. İnsan öncesi bu dönemde arzın durumunu fosiller üzerindeki incelemelerden öğrenebiliyoruz. Peki bu ölçekte, insanın ortaya çıktığı üçüncü aşama ne zaman başlamıştır? Araç yapan insana ilişkin izler iki milyon yıl gerilere uzanmaktadır. "Homo sapiens" denen bildiğimiz insanın ise aşağı yukarı yüz otuz bin yıllık geçmişi olduğu söylenebilir(7,8,9). Canlıların ortaya çıkmasıyla sayısız form ve türlerde deniz, kara ve havada dünyanın her yanına yayılıp serpilmesi ateist bir mantık için, hayret verici bir olaydır. Aynı hayret, insan düşünüldüğünde daha belirgin olarak kendini gösterir. Bu gerçek, sadece Hayy olan Allah’ın tecellilerinin alemlere yansımasının bilinmesiyle anlaşılabilir.

 

                      Bu biliş macerasına, yazılı tarih ve felsefe tarihi açısından kısaca değinmek yerinde olacaktır. Yunan filozof Demokritos (öl. MÖ. 370) maddenin, gerçek bildiğimiz manada bir maddesel öze dayandığını ileri sürdü ve daha küçük bir parçaya bölünemeyen bu maddi öze atom adını verdi. Bu ve daha sonra bu görüşe dayanarak sistematize edilen materyalizme göre evrende her şey maddi unsurlara indirgenerek açıklanabilir. Ve gerçekte madde ötesi diye bir şey yoktur. Her şey maddenin varyasyonlarıyla, devinimiyle ve türevleriyle ortaya çıkar. Buna karşılık  Platon (öl. MÖ. 347) felsefesi, kadim mısır ve uzak doğu dinlerine paralel olarak, maddi alemin özünde işlerliğini yürüten gerçek bir alem olduğunu, bu alemin algılarımızla idrak edilemeyen ve bildiğimiz evreni oluşturan bir potansiyel olduğunu ileri sürdü. Bu düşünceyi İdealar (düşünceler alemi) kuramı olarak genelledi. Platon öncesinde ve sonrasında birçok dini ve felsefi ekoller özetle bu görüşün değişik ifade tarzları olarak düşünülebilir. Dolayısıyla insanlığın gerçeği arayışının macerası olan felsefe, materyalist ve idealist temellere dayanan iki ayrı ana kola ayrılabilir. Platonun öncesinde ve sonrasında bu görüşün değişik varyasyonlarını benimsemiş olan felsefeciler, aslında bildiğimiz canlı-cansız maddi evrenin, daha özsel bir katmana dayandığını ifade ediyorlardı. 18. yy. da,  inorganik nesne ve süreçlerin, Newton (öl. 1727) fiziğiyle popülerleşen mekanik dünya görüşü açısından açıklamasına karşı çıkmayan, ancak organik süreçlerin fiziko-kimya terimlerini aşan bir nitelik taşıdığı görüşünde olan vitalistler de aslında bu maddenin özü fikrine dayanmaktaydılar. Onlara göre canlı organizmayı cansız maddeden ayıran şey, canlıların üreme, kendilerini koruma ve sağaltma güçleriydi. Bu süreçleri, içsel bir bilinçlilik halinden uzak tutarak, fiziko-kimya yasalarıyla açıklamaya olanak yoktu. Yaşam gücü ya da yaşam ilkesi denen ve işleyişi açık olarak bildiğimiz bilince değil ama canlının idrakte olduğu bilincine kapalı, özsel bir bilinçlilik haline bağlı olan bu güç, organik türlerde değişik biçimlerde etkinlik göstermektedir. 18. yüzyılda tanınmış İngiliz anatomi bilgini John Hunter (öl. 1793), Alman biyokimyacısı Leibig ve Wohler gibi seçkin araştırmacıların benimsedikleri vitalizm çok geçmeden popüler bir öğreti kimliği kazanır. Darwinizm sonrasında vitalist-sezgici Bergson’da (öl.1941) bu felsefeyi bir şekilde evrimle birleştirme çabası içindeydi. Yaratıcı Evrim adlı kitabında Darwinciliğin mekanik anlayışına karşı çıkan filozof, şöyle der: “Nasıl olur da sonsuz denecek kadar çok birtakım küçük varyasyonlar, eğer bu varyasyonlar salt rastlantı ise, evrimin birbirinden bağımsız iki kolu üzerinde aynı planı izlesin? Evet, nasıl olur da tek tek alındığında hiçbir işe yaramayan birtakım varyasyonlar iki kolda da doğal seleksiyonla aynı sıra veya düzende korunarak biriktirilmiş olsun?”(7,8,9). Evrimin gerçekliğini savunan günümüz aydını Prof. Dr. Cemal Yıldırım da (1925-), bahsedilen bu farklı evrimleşme yollarının ortaklığına değinerek, Evrim kuramı ve bağnazlık isimli kitabında şunları söyler: “Görmenin oluşmasını gelişigüzel varyasyonlardan yola çıkan doğal seleksiyonla açıklama yerine, belki de Darwincilerin kolayca içlerine sindiremeyecekleri içten gelen yönlendirici bir ihtiyaç ya da eğilime bağlamak daha yerinde olur. Böylece değişik düzeylerdeki organizmaların (örneğin, omurgalılar ile yumuşakçaların (omurgasızlar, mollusc’lar)) görme düzeneklerindeki rastlantı sayılamayacak yakın benzerliği de açıklama olanağı doğmaktadır. Sıradan bir mollusc olan Pecten'in gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz? Darwinciliğin yetersiz göründüğü başka noktalar da vardır. Varyasyon ya da mutasyon rastlantıya bağlı beklenmedik olgularsa, herhangi bir amaç ya da düzene yönelik olduğu söylenemez elbet. Oysa hayvanların evrim tarihi gözden geçirildiğinde, evrimin belli bir "plan" çerçevesinde ilerlediği düşüncesine kişinin kapılmaması kolay değildir. Evrimin kimi durumlarda yön değiştirdiği söz konusu olsa bile genellikle aynı yönde ilerlediği söylenebilir. Doğal seleksiyon ve rastlantıya bağlı varyasyonlarla genelde düzenli ve amaçlı görünen bir süreci açıklamak pek çok kimse için inandırıcı olmaktan uzaktır. Hatta bunlar arasında kimi Darwinciler de olmalı ki, evrim konusunda amaç ya da eğilim türünden sözcüklere duyulan gereksinme "ortogenesis" denen yeni bir hipotezle karşılama yoluna gidilmiştir. Bu hipotez yeterince benimsenmemiş olmasına karşın evrimcileri oldukça rahatlatıcı niteliktedir. Ortogenesis, her canlının protoplazmasında (hücrenin tüm içeriği) evrim sürecini belli bir yöne doğrultan kalıtsal ve bağımsız bir eğilim varsaymaktadır. Varsayılan bu eğilime organizmanın bir tür alınyazısı diye bakılabilir. Kimi biyologlar (örneğin, Fairfield Osborn (öl.1935)) atların atalarından kalma fosil dizisinin, ortogenesis hipotezine gitmeksizin, açıklamasına olanak görmüyorlar. Öte yandan başka biyologlar, bu arada özellikle yeni-Darwinciler, o tür öznel bir eğilimi gizemsel bularak ortogenesisi bilim dışı bir açıklama saymaktadırlar. Onlara göre ortogenesis hipotezi, Bergson'un "elan vital" dediği gizemli gücü başka bir terimle dile getirmekten ileri gelen bir düşüncedir. Kimi eleştiricilere göre ise, evrimi salt doğal seleksiyona bağlamak, daktilo makinesinin başına oturtulan bir- kedi veya güvercinin tuşlara vuruşlarıyla bir milyon yıl içinde Shakespeare'in Hamlet'ini ya da Goethe'nin Faust'unu yazabileceklerini beklemekle birdir. En basit bir canlıyı bile yakından incelediğimizde onun oluşumunda ince bir "zekâ"nın rolünü görmezlikten gelemeyiz. Bu usta el ya da zekâ yaşamın kendisinde saklı bir güç müdür, yoksa teolojide sözü edilen Tanrı mıdır, tartışılabilir.” (9)

 

                       Elbette bu el, oluştan ayrı gökteki bir tanrının değil, İslami düşünceyle, hem oluşla olan içkin, hemde alemlerden ayrı, aşıkın Mutlak varlık olan Allah’ın elidir. Nitekim doğal seleksiyonu "kör bir düzenek" diye niteleyen Bernard Shaw (öl.1950), Darwin kuramından hoşlanmadığını söylerken kendisiyle birlikte daha pek çok yazar ve, sanatçının tepkisini dile getiriyordu. Bilim adamları arasında bile insanın hayvan dünyasının bir uzantısı olduğu düşüncesine tepki gösterenler vardır. Evrim kuramını Darwin'le paylaşan A.R. Wallace, örneğin, insanın hiç değilse beyin yapısı bakımından hayvanlardan ayrı tutulması gereğine inanıyordu. Darwin'in yakın dostu ünlü jeolog Charles Lyell ise, doğal seleksiyonu üç yüzlü Hint Tanrısına benzetir: Yıkıcı Şiva, koruyucu Vişnu ve yaratıcı Brahma. Doğal seleksiyon Şiva olarak zayıfları, uyumsuzları ve beceriksizleri acımasızca yok eder; Vişnu olarak uyumluları korur; Brahma olarak yeni özellikleri gözetir, üstün nitelikli bireylere egemenlik kapısı açar. Bernard Russel (öl.1970) da, “Darwin'e ters de düşse, pek çok kimsenin gözünde evrim, evrensel bir amacın varlığını kanıtlayan bir olaydı.” diyerek aslında demek istediklerimizi özetler. (9)

 

                      Bu bölümde, birçok bilimsel literatürde uzun uzun bilimsel dayanakları açıklanmış olan evrim teorisini, ağırlıklı olarak Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın 1997 basımlı Evrim Kuramı ve Bağnazlık kitabından aldığımız alıntılarla yüzeysel olarak açıklamaya çalışacağız. Verilen bilgiler birçok kaynaklarda da aynen geçmekte ve daha detay bilgilerle desteklenmektedir. Ama önce, İslami düşüncede evrim ya da yaradılışçı tekamül fikrini savunan bazı filozof ve alimlerin görüşleri üzerinde kısaca durmak gerekir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖLÜ GÖL

 

Yağmur yağıyor göle. Su, suya varıyor. Durgundu oysa göl. Yüzü bir ayna kadar parlaktı. Gölde gök vardı. Gölde bulutlar, ağaçlar. Gölde koca bir evren. İçinde sonsuz damla tutuyordu. Damlalar kendi halinde dingin, damlalar huzurlu bir uyku içinde gölde. Oysa yağan damlalar öyle mi? Göle katıyorlar içlerinde gizli hareketi. Ve durgun göl bulanıyor. Halkalar oluşuyor yüzünde. Ayna dağılıyor. Ne göldeki gök eski gök artık, ne bulutlar, ne ağaçlar. Bozuluyor gölün evreni. Buruşuyor teni. Yağmur yağdıkça yaşlanıyor. Uyanıyor huzurundan.

Ve yağmur damlaları birbirleriyle yarışıyor göle düşmek için. Gelecek damlalar, düşen damlalara bakıyor gıptayla. Coşup koşmak istiyorlar özgürce. Mutlular koca gölü uyandıran gürültüleriyle.

Göğü göle taşıyoruz diyor bir damla gururla. Gölü coşkun bir nehir gibi çağlatıyoruz, diyor diğeri. Ey koca göl, gör küçük damlalar nelere kadir; damlada gizli gücü gör, diyor başkası. Yağmur hırsla yağıyor göle.

 

Ve göle düşen her damla, ilerliyor düşmesine gölün içinde de. Gölün ölü damlalarının içinden sızıyor dibe doğru. Ama devam ettikçe yolculuğuna, yavaşlıyor. Azalıyor gücü, hevesi. Ve o da yavaş yavaş ölü damlalara karışıyor. Ölüyor damla düştükçe. Kendini göle katıyor.

 

Ve duruyor yağmur. Duruluyor göl. Yine yansıtıyor göğü, bulutları, ağaçları, aynı. Yeniden kuruluyor dünyası. Kavuşuyor evrenine. Ve sonsuz ölü damlayı, içinde tutuyor yine
( Ya Hu Ve Adem - 2. Bölüm Adem Ve Evrim - 20 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 6.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.