12-) İleri Aşamalar

 

  12.1-) Büyük Sorun: Mutlak Nasıl Değişmezdir: Allah’ın Değişmeden Değiştiren Olması Nasıl Olabilir?

 

                                  Allah değişimden, dolayısıyla zaman ve mekândan münezzehtir. Alemler, tüm varlıklar, Mutlak Varlık olamamalarının gereği olarak değişime, zaman ve mekâna bağlıdır.(manevi alemler bile kendi tarzında bir zaman ve mekânla kaimdir, aksi hal Mutlak varlık olmalarını gerektirir) Allah' ın ilmi suretleri olan alemlerdeki değişim, Allah' tan südur ettiğine göre, Allah nasıl olur da hep değişmez durumda kalır? Yani ancak O'nda bir faaliyet olmasıyla alemlerin oluyor olması mümkün değil midir? Ama faaliyet varsa değişim de var demektir. Bu noktada, Peygamberimizin "zatı tefekkür etmeyin (düşünüp çözmeye çalışmayın)" hadisini mihenk taşı olarak almak gerekir.

                                  Bu sorunun çözümünde, Allah'ın yaratmasına, Allah'tan yansıma ya da südur etme olarak bakmak, aslında aynı şeyi değişik tarzda ifade etmekten başka bir anlam taşımaz. Zira yaratsa da (iradi olarak) ve ya O'ndan yansısa da, O'nda bir değişim ve faaliyet olması zaruridir. Bu noktada, ilmi suret olmayı ve ilmi suretlerin Kaynağı’nı şöyle basitçe modelleme cüretini gösterirsek, konu daha da aydınlanacaktır.  Rüyalar uyuyan adamdan südur eder. Belki uyuyan adam, örtülü ya da açık bir bilinç ve iradeyle rüyalarını yaratıyor denebilir. Rüya daki adam, uyuyan adamdandır. Ondan ayrı bir varlığı yoktur. Ancak rüyadaki adam, asla uyuyan adam değildir. Uyuyan adam rüyasında kendini görmüş olsa bile, rüyasındaki kendisi, gerçek zatı değildir. Rüyadaki adam, uyuyan adama ulaşabilir, görebilir ya da "özümde uyuyan adam var, ben uyuyan adamım" diyebilir mi? Yani aslolan Vahdeti vücut mudur, yoksa sadece Mutlağın yansımalarının Mutlak'tan olduğuna şahit olduğumuz Vahdeti şuhut mudur? (Bu konuyu kitapta yer yer işledik, işleyeceğiz) Allah, tam anlamıyla ulaşılamaz ve bilinemez olmak durumundadır. Zira tamamen izafilerden farklı bir

 

düzlemdedir. Burada düzlem farkı, Mutlağı ifade etmek için mecburen kullanılır. Allah, zaman, mekân ve değişimden ( üçü de aynı kavramdır) münezzeh olmak durumundadır. Çünkü değişimle olabilen varlıklar kendileri gibi değişimle olabilenlere dayanarak ezelden ebede olamaz.

                                  Ancak sorun şudur ki, Allah'tan südur etme ya da Allah'ın yaratmasında, Allah da nasıl bir değişme, faaliyet olmaz? Uyuyan adam değişmez midir? Değişmez olsa, rüya nasıl oluşur? Beyinsel ya da ruhsal bir dalgalanma, bir faaliyet olmak zorunda değil midir? Elbette bunlar, bizim zamana kayıtlı bilinçlerimizde oluşan çelişkiler ve sorunlardır. Ancak olayı Zat'ın varlığının mahiyetini düşünerek bir şekilde çözebilmemiz mümkün müdür?

                                   Aynı örneğimizi, daha iradeli bir yaratıma örnek olarak, hayal etme şeklinde de düşünebiliriz.  Bir şey hayal ettiğimiz zaman, elbette bizde bir değişim olur. Maddi olarak beyinde biyokimyasal faaliyetler, manevi olarak belki ruhsal dalgalanma ve ruhun bilgi kazanımı ve/veya bilgi yansıtımı gibi… Biz hayalimizi bilip kurarken, nasıl değişmeyiz? Bu boyutta düşündüğümüzde, Allah'ın her şeyi oluştururken, bilirken değişmemesi, nasıl olur? Daha doğrusu boyutlarımızla sınırlı aklımızın buna cevap verme şansı nedir ve tatmin edici bir cevap, bu sınırlar altında, nasıl olabilir?

                                    Bildiğimiz her şey değişir.  Her şey ezelden ebede sadece değişen şeylere dayanarak nasıl var olagelmektedir ve nasıl varolacaktır? Denebilir ki bir hiç bir şey, ezelden ebede değildir. Ancak varlık veya varlıkların ardındaki Mutlak Varlık, ezelden ebede değildiyse, öncesinde veya sonrasında bir mutlak hiçlik olmalıdır. Mutlak hiçlik var idiyse hiçbir zaman hiçbir şey olmaması gerekirdi. Zira mutlak hiçlik, hiçbir zerreye varlık hakkı tanımaz. Mutlak hiçlik vardır demek bile bir çelişkidir.  Çünkü mutlak anlamda bir yoklukla varlık kavramını aynı şey için nasıl kullanabiliriz?

                                       Bu durumda; sorunumuza olası bir cevap olarak, Tanrı'nın bizle birlikte sürekli değişim içinde olduğunu düşünmek, ezelden ebede, her şeyde ve gerisindeki Mutlak Varlıkta bir değişim olduğunu iddia etmeniz gerekir. Bu çelişik bir iddia olup Mutlağın tanımına uymaz. Ancak çelişik oluşu Mutlağın tanımına uymayışından değil, Mutlağın olmak zorunda olduğunu aklın kavramasındandır. Yani izafi âlemlerdeki değişim bir şekilde bir değişmeze dayanarak sürüyor olmalıdır. Ama sorun şudur ki, izafi âlemlerdeki değişimin dayandığı değişmez. İzafi âlemlerde değişim oluşturduğuna göre, nasıl kendisi değişmez olarak kalabilir? Yok, O da değişir dersek, değişim ezelden ebede nasıl sürer gider? Değişim hep gelişmek olarak varsayılsa bile (ki değişim yoklukla varlık arasında gidip gelmedir) başlangıç noktasında nasıl bir Hiçlik'ten südur ederek gelişip bu ana gelebilir? O Hiçlik, mutlak hiçlik olmasa gerektir. Olsa olsa izafilerin algılayamayacağı ve hiçlik diyeceği ama aslında tam olan Kemal bir Mutlak Varlık'tır. Ancak bu mutlak varlık, değişimden münezzeh olarak nasıl kudret, ilim ve irade oluşturarak alemleri kendinden südur ettirir, yaratır, ya da yansıtır? Belirmeye başladığı gibi, bu sorun, bu düzlemde çözebileceğimiz bir sorun değildir.

                                   

                                  Öyleyse; evrenin hep vardı olarak düşünülmesi, bu sorunu anlamsızlaştırabilir mi? Burada elbette kastettiğimiz bir başlangıcı olan ve sırf bu yüzden sonu da olacak olan maddi evren değil, maddi evrenin enerjisel oluşturucu özü yani evren içre bir kudrettir. Ancak bu kudret, hep vardıyken izafileri oluşturmadan önce değişmezken izafileri oluşturduktan sonra değişir olamaz elbet. Değişmezde herhangi bir anda değişim olduğunu düşünmek, değişmezin aslında değişmez olmadığını düşünmektir. Yani ‘Mutlak’ın olmadığını söylemektir. Bütün ya da enerji değişendir idiyse ezelden ebede olması saçmadır. Veya ezeldendi de ebede olmayacak veya yarısı ezelden ebede öbür yarısı zamanla kısıtlı demek, ne derece doğru olabilir?

                                      Mutlak,; izafilerle sürekli irtibat halindeyse (ki böyle olması gerekliliği mantığımızın zorunlu bir çıkarımıdır ve böyle olmak durumundadır) değişmez şey değişenlerle sürekli irtibatta olurken nasıl değişmez kalabilir? Aslolan Vahdet-i vücutsa, izafiler mutlağın parçası, unsuru, gölgesidir ya da bünyesindedir demektir. Değişim elbette zamanla ve yaratılışla başlar. Zira hep dediğimiz gibi mekân ve türevi zaman değişimin unsurları ve/veya aksi bakışla tersidir. Değişmezliğin ya da değişirliğin değerli olup olmaması da ilgilendiğimiz konuyla alakalı değildir. Bu bizce olan bir değer biçiştir. Asıl mesele Vahdeti vücut ise; aslolan, bu vahdet halindeki vücudun unsurlarında ve ya gölgelerinde yaradılıştan sonra oluşsa bile bir değişim olduğuna göre, Vahdet-i vücut nasıl değişmez olarak daimdir? Gerçi zaten Mutlak mantığa göre ve alemleri Allah'ın indinde Allah'ın ilminden olarak gören, Allah'ın şeyi şeyin özünden ihata ettiğini söylerken aynı zamanda alemlerden de mustağni olduğunun üzerinde duran, yani tenzihle teşbihi tevhid eden İslama göre de doğru düşünce tarzı Vahdet-i Vücud değil, Vahdet-i Şuhud’dur.  Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Şuhut olan gerçeğin algılanmasında bir ara aşamadır. Ancak aslolan Vahdet-i şuhutsa bile, Allah'ın ilminde değişim üzre olan izafiler, izafi varlıklarını son tahlilde Allah'ın kudretine dayanarak sürdürülürken Allah'ın Zat’ı nasıl değişimden münezzehtir?

                                     Zat irade ederken, bilirken ve kudretiyle oluşları oldururken Zat'ın mutlaklığı nasıl değişmez? Ki değişmez olması zaruridir. Ancak bunu bu bilincimizle anlayabilir ya da çelişkiyi çözebilir miyiz? Bizim izafi bilinçlerimize göre; Kül, anda her şeyi zaman ve mekândan münezzeh olarak seyirdeyken bile değişiyor demektir. Çünkü seyir de değişimdir. Hele seyretmeyi irade etmesi daha da çok değişim içre olduğunu göstermez mi ?

                                    İrade koyarken istençle dilekte bulunuyoruz, değişiyoruz demektir. Failsek, fiillerin gerisinde de  faaliyette bulunuyoruz ve değişiyoruz demektir. Bunlar elbette bizim izafi bilinçlerimizden Zat'ı anlamaya çalışırken yaşadığımız çelişkilerdir. Ancak bunların bir şekilde bizim bilinçlerimizi tatmin edici cevapları olmalıdır. Ya da Peygamberimizin dediği gibi, bu konuda bir çözümsüzlük felsefesi ortaya koymalı ve çözülmezdir, Zat' ı tefekkür etmeyin denilmelidir.

                                 

 

                                  Mutlağın değişmez olarak kalıp izafileri değişim üzere var kılması, yani Allah'ın değişmeden değiştiren olması bizim değişime endeksli idraklerimizde anlaşılamaz. Ve sorun da buradan kaynaklanır. Dolayısıyla çözümü, rasyonel olamaz. Ancak bu, Mutlağı, Mutlak mantıkla yani doğru akılla bulamayacağımız anlamına gelmez. Aksine Mutlağı gerçek anlamda, şu veya bu şekilde zanna kurban olmadan bilmenin tek yolu Vahy ve bu Mutlak mantıktır. Mutlağın varlığı ve mahiyetinin olmazsa olmaz unsurları, işte Vahyle ya da bu Mutlak mantıkla bilinir. Ancak bu mahiyetin tam olarak nasıl bir şey olduğu hiç bir şekilde bilinemez. Bununla birlikte, irrasyonel felsefi akımlar, vahiy, içedoğuş, v.b. işte hep temelde bu problemi çözmek amacından, yani aklın bulduğu ve ancak sınırları içinde cevaplayamadığı bir eksiği gidermek zaruretinden doğar.

                                    Zat'tan yansıyan Sıfatlar alemi yani Esma aleminde tüm sıfatlar Zat'tan südur ettiği haliyle, kemale yani değişmezliğe sahiptir. Tüm alemler eksik ve dolayısıyla hatalı tanımlanan, Mutlak mantığa ulaşamamış bazı irrasyonel felsefi çıkarımların ortaya koyduğu idea kavramından ya da gerçek ve doğru felsefi çıkarımla veya vahiye dayalı çıkarımlarla bulunabilecek Esma aleminden südur eder. Tam da bu nedenle Melekut alemi yani Esma aleminden gelen sıfatların izafi bilinç olarak kısmen şekillendiği ilk alem (meleklerin yeri) ve ona dayanarak oluşta olan tüm alemler varlığını Esma aleminden ve fakat son tahlilde, ancak değişime dayanarak olabilecek izafi bilinçlerini, değişmez Mutlak Zat' tan, Hu' nun kayyimiyetine dayanarak elde ederler. Ancak asla kemal yani sonsuz olgun hal yani değişmezlik olarak değil.

                                    Melekler ve ruhlar dahil hiçbir izafi bilinç değişmezde değildir ve olamayacaktır. Değişmezde olan ve değişmeden tüm bilinçleri ve şeyleri değiştiren sadece Zat'ın kendi Zatı'dır. Tüm bu çürütülemez mutlak gerçekler, çürütülemez olduğu için mutlaktır. Tarih öncesinden beri tüm dinlerin gerçek öze ermişlerinin ilhamlarına süzülen, tüm bozulmamış vahiylerde dillenen, hatta sırf akıl yürütmeyle gerçeği gören bazı felsefi ekollerde, Ehli sünnet alimlerinde ve onların görüşlerini sistemize eden İmam Rabbanide, kadim Uzak doğu dinlerinin asl Rişi ve Swamalarının dillerinde Mutlak mantık olarak ortaya konur. Bu mantığı anlamak, ancak sürekli ve çok yönlü bir eleştiriyle, tüm zansal felsefi çıkarımları ve dini görüşleri, çürütülebilir yönlerini gözden kaçırmadan irdeleyerek ve akıl, mantık, ilim ve vahyin rehberliğinde artık çürütülemez olan gerçeği görerek olur. Ki bu gerçek, bazı kişilerde dillense de o kişilerin zanlarından değil, mutlağın akılla bilinebilecek gerçekliğinden gelir.

                                     Ancak izafi idrak; bu Zat'ın mahiyetini anlamlandırmaya çalıştığında, kendi ruhunu ve başka yaratılmışları da değişir olsa da ezelden ebede görme (?) ve hatta daha vahim olarak değişmez bilme (!) ve ya Zat'ı alemlerle birlikte değişebilir görme (?!) hatasına düşebilir. Bu nedenle Mutlak mantığı bulmak, hal ehli olmadan önce, zannına ya da mürşit bilinenlerin zannına köle olmamak için olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü asla ve kata böyle bir Allah'a ne tam anlamıyla ulaşabilir, Allah'ı ne tam anlamıyla içinizde bulabilir ve ne

 

de şu anda ya da geçmiş ya da gelecekteki bir sonsuzlukta Allah'ın tam anlamıyla bir parçası olabiliriz.

                                Sonuç olarak konu başlığımızın ve çıkarımlarımızın amacı şunu ispattır ki; biz 5 duyu ya da hatta 6. duyular ve sezgiyle Zat'ı çözemeyiz. Ancak Mutlak akılla şunu biliriz ki; değişim esastır ve değişimin ezelden ebede sürüp gitmesi, ardında boyutlar ötesi değişmez bir Mutlak olmadan imkânsızdır. O nedenle buna inanmak, sadece ezbere olacak bir şey değil, aklın da yoludur. Ve aklın yolu olmayan, bu değişmezin, her şeyi değiştirirken nasıl değişmez olarak kaldığını çözmektir. Burada da dediğimiz gibi irrasyonel felsefeler, vahiy mekanizması v.b. devreye girer. Ancak bu noktadan ötede, bu konularla ilgili çoğu bilinçte görülebilen yanılsamalara düşmemek için aklın bu konuda olmazsa olmaz olarak ortaya koyduğu açık seçik gerçeklere dayanmak gerekir. Önerilen bu Mutlak mantığın zansal olduğu düşüldüğünde ise, yine akıl yoluyla çürütülmesi beklenir.

 

( Ya Hu Ve Adem -- 39- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 28.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.