4-) MANEVİYAT OKYANUSU VE GAYBA İMAN, HAYRI DÜŞÜNME

            Allah’ın isimlerinden biri de Âlim’dir.Allah’ın sadece kuru bilgi anlamında değil, herşeyi kapsayan bilinç olarak herşeyin bilincinde olarak ilim sahibi olduğunu belirtir. Yani Allah, şuursuz ya da örtülü bir şuur sahibi değildir. Maddedeki örtülü şuura bakarak, hatta bu örtülü şuurun bitki ve hayvanlarda biraz daha açık şuura yaklaşmasına ve insanda en belirgin hali almasına dayanarak ; yaratıcı özün insani anlamda bir idrake değil, gizil bir şuura sahip olduğu ve bu şuurun ancak insanda açık hale geldiği ileri sürülebilir. Bir bitki tohumunda gizli olarak o bitkinin tüm kapasitesinin bulunması, buna rağmen o tohumun o bitkiye ait özellikleri tohumken yaşayamaması, ancak bitki olduğunda bunların açığa çıkması buna örnek olarak verilebilir. Ama bu düşüncenin ötesinde, İslamiyette Allah, örtülü bir şuurun değil, Kemal şuurun sahibidir . Bu şuur şimdilik en olgun haliyle insanda açığa çıkmış değildir. Allah’ta ezelden ebede Kemal halde vardır. İnsan ise bildiğimiz varlık âleminde, bu şuuru en üst düzeyde açığa çıkarabilen ama yine de Zaat’ın şuurunu idrak edemeyecek kadar aciz bir şuur sahibidir. Çünkü herşeyi kuşatıp herşeyi kendinden olduranın bilinci de herşeyi kuşatır ve Allah’ın bir özelliği de, sınırsız bilinç olmasıdır. Tasavvufi ifadeyle âlemlerin Allah’ın ilmi ve kudretinden meydana gelmesi, her şeyin özünün evrensel bilinç ve evrensel enerji olması demektir.

            Belirttiğimiz gibi, kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesince; evren  atom altı boyutta henüz hiçbirşeyin bir şekle girmediği, herşeyin sınırsız olasılıklar halinde olduğu sonsuz bir frekans yani sınırsız bir  imkânlar okyanusudur. Bizim yaşadığımız boyutta ortaya çıkan olaylar, ortaya çıkmayan sonsuz seçenekler yanında çok küçük bir kesiti oluşturmaktadır. Bu kesit sadece, belki de bu sınırsız imkânlar okyanusundan, bu okyanustaki izafi bilinçlerin isteklerinin etkileşimi sonucu ortaya çıkması dilenenlerdir . Yani bir bakıma her olay, gizil bir güç ve bilinçle bir dileme olarak zahire çıkar. O nedenle kişisel gelişim ekollerinde düşünceye, olayları gerçekleştirecek bir tohum gözüyle bakılır ve ne ekersen onu biçersin denerek, olumlu düşüncenin yani “hayrına olduğu gibi şerrine de dua eden insanın” (17/11) düşüncelerinde hep hayra yer vermesinin önemi vurgulanır. Ve oluş öylesine gizil bir isteğin sonucudur ki, insan başına gelen şeyleri gerçekleştiren tohumu vaktiyle ektiğinin bile farkında bile olmayabilir. Ancak tabiki aşırı uçlara çekilen düşünce gücü felsefesi, oluşan herşeyin insanın istemesiyle oluştuğunu, dolayısıyla başımıza gelen herşeyden içsel olarak kendimizin sorumlu olduğunu söyleyen bir çizgiye varabilir. Bu elbette doğru değildir. Çünkü yaşadığımız bu ortak evren sadece bir insanın dileklerinin gerçekleşme sahası değildir. Belkide sonsuz dilek, irade ve gücün eylemde bulunduğu bir saha olarak; herşeyin herşeyle etkileşim içinde olduğu ve insanın kendi dilekleri haricinde, belki başka bilinçlerin dileklerinin, belki raslantı ve kaosun, belki de her gücün var edeni Allah’ın bizzat dilemesinin ortaya çıkardığı olayların sahasıdır. Ancak bu son şıkta herşeyi Allah’ın dileyerek ve irade ederek oluşturması düşüncesi, her ne kadar birçok tasavvuf ekollerince kesin doğru olarak kabul edilse de, günah ve sevap kavramlarını kulun mesuliyetinden alıp Allah’a izafe ettiği için pek de mantıklı görülmemektedir. Ancak Allah’ın dilemediği şeylerin oluşması da mutlak irade sahibinin Allah olmadığını gösterir ki bu da pek mantıklı olamaz.

            Öyleyse daha önce de kısmen bahsetiğimiz gibi bu çözümsüz bir mesele olup, çözüm için, İslam alimlerinin hatta hadislere göre Hz. Muhammed’in de söylediği gibi kaza, kader, hayır, şer konularında fazla tefekküre girilmemesi gerektiğini belirten bir belirsizlik felsefesini ortaya koyalım. Yine de daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, fikrimize ve bazı islam alimlerine göre, Allah, insana dileme ve irade etme serbestliği vermiş olup, dilediklerini ve irade ettiklerini iyi yada kötü olmasına bakmadan oluşturan güçtür. Bu yüzden hem olayları oluşturan aslen Allah’tır; hem de bunları dileyip irade eden insan mesuliyet sahibidir. Öyleyse insan, uzaktan kumandalı bir robot değil, istek ve iradesini yaşayama gücü verilmiş deyim yerindeyse bir  tanrısal yaratıktır. Her oluş ve insanın başına gelen herşey, kendi düşünce ve isteklerinin, başka güçlerin düşünce ve istekleriyle çatışması oranında meydana gelmektedir. insan kendindeki istek ve düşünceyi ne kadar güçlendirirse, başına gelecekleri de o oranda kendisi tespit edebilir. Ancak tüm bunların gerisinde, bize belki raslantı ve kaosun etkisi olarak yansıyan ama özünde Zat’ın isteğine bağlı ve insan düşünce ve isteğini aşan olaylarda vardır. Bu gerçek, İslami felsefede elinden geleni yapıp, dua etmek, gerisini Allah’a havale etmek olarak kendini gösterir. Örneğin Kur’an’da **“Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona kafidir.” (65 /3), ** “Rabbime tevekkül ettim ve O' na yöneldim ..” (42/10), ** “Senden yüz çevirirlerse de ki: "Bana Allah yeter. İlâh yoktur, sadece O, vardır. O'na tevekkül ettim ve O, azîym Arş'ın Rabbi'dir.." (9/129), ** “De ki: "O, benim Rabbimdir. İlâh değil, sadece O vardır. O'na tevekkül  ettim ve dönüşüm O'nadır .." (13/30) denir.

            İnsanın mutlak hayrı ve şerri bilemeyeceğine dayanarak da, duanın gerçekleşmemesi ya da istenenin aksi bir oluşumun meydana gelmesi durumunda, hayırlısı buymuş denerek teslim olunur. ** “Olabilir ki ,bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz onu kerih (tiksindirici) görürsünüz..Ve bir şey sizin için şer olduğu halde onu sevebilisiniz... Allah bilir siz bilemezsiniz.” ”(2/216)   Ancak bu teslimiyet, aslında teselli bulmak ya da Polyannacılık oynamak değildir. Bir gerçeği yansıtır ve insana, elinde olmadan olan olaylara dayanma gücü verir. böylece insan bu olayları hayra yorarak olumlu düşünce terbiyesini düşünce zincirinin formu haline getirir. İlerde karşılaşacağı kötü olarak yorumlanabilecek olayların, en azından kendindeki olumsuz düşünme eğiliminden destek alıp oluşmasını engellemiş olur. İşte insanın imtihan sırrı da burda gizlidir. Hayra ne kadar çok yönelirsen, imtihan o oranda başarılıdır.

        **“Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez...” (2/286) ayeti, olaylara olumlu yani hayırla yaklaşmak gerektiğinin bir delilidir. Allah inananlar için ne dünyada ne de ahirette hiçbir azap dilememiştir. Tam tersine her iki hayatta da güzellik onlarındır: “(Allah'tan) Sakınanlara: **"Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir.” (Nahl Suresi, 30-31) ayetinde hayrın inananlara yönelik olduğu vurgulanır. Azap, zorluk ve sıkıntı, Allah rızasını gözetmede zaaf gösteren, Allah'a tam bir teslimiyet göstermeyen, nefsini daha ön planda tutan kimselerin başına bu tür hatalı davranışlarından ötürü gelir. Arapça'da "insanın kendisi" anlamına gelen nefs, benlik kelimesiyle de tanımlanabilir. Kuran'da, "Ya Hu ve Adem" kitabımızda da üzerinde durduğumuz gibi, insan nefsinin iki tarafı olduğu bildirilmiştir. Buna göre insanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden diğer bir taraf bulunmaktadır: **“Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (Şems Suresi, 7-10)

         Daha önce de defalarca bahsettiğimiz ve bundan sonra da bahsedeceğimiz gibi, fiziki dünya şartları, beş duyu algısının sonucunda bu katılaşmış haliyle gözlemlenmektedir. Gözlemlediğimiz bu hal, gözlemleyemediğimiz sınırsız içsel ya da manevi plana göre  gerçeğin çok küçük bir kesitidir. Yani fiziki evren, özündeki sınırsız bilinç ve enerji okyanusundan varlığını alır. Dolayısıyla insan, evrenin ve kendinin aslı olarak özündeki sınırsızlığı kabul ettiğinde, Allah’ın bilincine varır. Özdeki muazzam güçlere de açık hale gelmiş olur. O insan için artık cehennem ya da dünyevi sıkıntı tutunacak bir dayanak bulamaz. Çünkü insan, özü itibariyle bir bilinçtir. Allah’a iman, bilincin sınırlılıklarını, ayrılık gayrılığı ortadan kaldırır. Azap, bedensel sınırlılıktan ve bu sınırlılığın doğurduğu ayrılıktan kaynaklanır. Nasıl ki bedenimizden güç alarak oluştuğunu düşündüğümüz ve duyularımızla açık bir şekilde algıladığımız özelliklerimiz mevcutsa, algılayıp tanımasak da, fark edip bilincinde olarak yaşayabileceğimiz manevi güç ve yeteneklerimiz de vardır. Bu güçler, özdeki manevi plandan zuhur ederler. Yine fiziki alemlemde, olaylara verilen tepkiler ve olgular olarak gözlemlediğimiz ve kategorize ettiğimiz samimiyet, cömertlik, cesaret, merhamet gibi nitelikler  aslında insanın bilinç boyutunda manalar olarak yaşayan manevi planlardır. Fiziki şartlarda ortaya çıkan tüm oluş ve davranışların kaynağı bu manevi tabakadır. Bu da ef’al âleminin oluşturucu özünün mana alemi olmasındandır. Yani davranış, özdeki mananın fizik alemde zahir oluşudur. Kendini tanıma, derunundaki maneviyat okyanusuyla yüzeyindeki fiziki alem arasındaki ilişkiyi insanın kavraması yani iç dünya ile dış dünyanın birliğini anlaması ve bir arada oluşta olduklarını müşahade etmesidir. Bu durumda, insanın mana planında yaşadığı ruhi tecrübeleri, maddi planda oluşlar olarak kendine dönecektir. Çünkü esasta bir mana aleminde yaşıyoruz ve fiziksel boyutta o alemin yansımalarını müşahade etmekteyiz. Mana alemi, Zaat alemine yani öze, yaratılmışlar açısından, en yakın alemdir. Diğer kaba alemlerin iç unsurudur. Bu nedenle vermek, hoşgörü, şükür ve rıza gibi iyi ya da hayırlı manaları yaşamak hayatımızı güzelleştirirken, suçlama, kınama, öç alma, zarar verme gibi kötü ya da olumsuz manaları yaşamak çirkinleştirecektir. Oysa efal âleminin tutsağı olarak insan, oluşumların kaynaklandığı mana boyutunun hiç farkına varamamakta, böyle bir boyutun olmadığı, her şeyin fiziki boyutta süre giden etkileşimlerin sonucunda oluşmakta olduğu gibi bir zanna kapılmaktadır. Oysa manevi hayat, yaşamın özünde işleyen gerçek hayattır. Daha doğrusu gerçek hayat sahibi Hayy olan Allah’a, kulun en yakın olabileceği plandır. Ancak ne yazıkki, göz dışta olunca özdeki dünyamızı şekillendiren güçlerin farkında olamıyoruz.

            Manevi âlem ya da bilinç boyutu, bilinçteki manalar olarak bizimle etkileşimdedir. Manaların hepsi varlığını Esma Aleminden alır. Esma âlemi ise, Allah’ın var ettiği, O’nun varlığından, O’nun varlığında ortaya çıkan Allah’ın güzel isimleri olarak tanımladığımız Esma-ül Hüsna’nın zuhur ettiği âlemdir. İslam'da, yeryüzünde halife olarak meydana gelen Ademe isimlerin talim edilmesi şeklinde sembolize edilen gerçek, insanın bu isimlerin mânâlarını varlığından ortaya koyma kapasitesi ile varoluşunun mecâzi ifadesidir. Bu yönüyle zaten insan halifedir. ALLAH isimlerinin manâları beş duyu ile nesneler olarak gördüğümüz varlığın özündedir ve beş duyu dünyamızdaki yaşam gerçekte bu mânâların yaşamıdır . Yani algıladığınız her fiilin gerisinde bir mâna kombinasyonu vardır. Eğer siz madde ile kayıtlanmayı aşabilir; idrakle, basiretle madde ötesini değerlendirmeye yönelebilirseniz, kendinizi bulacağınız boyut Tasavvufta "Esma Alemi" denen isimlerle işaret edilen "Mânâlar Boyutu"dur.  "Ya Hu ve Adem" kitabımızda üzerinde durduğumuz gibi, Esma boyutunun mahalline "semâ" denir. Sema, sanıldığı gibi gökyüzü değil, boyutsal derinliktir. Jack Ensign Addington’un şu sözlerini, bu manaları düşünerek yorumladığımızda, doğruluklarının farkına varabiliriz: William Blake, insanın hayal gücünü Tanrının bağrı olarak adlandırıyor. “Yaratıcı imgeleme Tanrının bize verdiği en etkileyici araçlardan biridir. İçerdeki resmi değiştirdik mi, dışarıdaki de değişmek zorunda, çünkü devam etmek için dayanacağı bir neden kalmaz. Gücü elinden alınmış olur. Dışarıdaki direnemez çünkü sadece içerdekinin yansımasıdır. Projektördeki diyanın perdedeki resmi belirlemesi gibi, düşünce de yaşadığımız sonuçları üretir. dışarıdaki, belirleyici sebebin gölgesidir; yani onu üreten düşüncenin.” İslami tabirle her şeyin semadan yeryüzüne inmesi, işte bu esma aleminden fizik boyuta nüzul etmesidir.
( ...... Mana Aleminin Gücü-- 17 --- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 1.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.