Cep telefonumun sesiyle ayrılıverdim okuduğum kitabın sayfalarından. Romanın heyecanlı yerinden beni koparan bu mekanik sese biraz öfkeyle döndüm. Ne kadar da münasebetsiz şey bu cep telefonları. Olur olmaz her yerde çalıyorlar. Otobüste, camide, derste… Neredeyse kendi başımıza kalamıyoruz artık hiçbir yerde. Bir işe odaklanıyorsunuz, davetsiz misafir hemen rahatsız ediyor sizi. Her yerde buluyor insanı, kaçış yok bundan. Kapatamıyoruz da artık irademizi kullanıp. Hayatımıza öyle bir girdi ki söküp atmak da mümkün değil.

Arayan numaraya bakıyorum, yabancı. Kimmiş bakalım, deyip dokunuyorum tuşa:
“Ali Kemal Bey’le mi görüşüyorum?” diyor karşıdaki ses. Numara yabancı; ama ses tanıdık. Kim acaba? Zihnimi zorluyorum, hayır… Çıkaramadım.
“Evet, buyrun.”
“Hocam, ben Kilimli Lisesi’nden en sevdiğiniz öğrenciniz.”
Kilimli Lisesi… On üç yıl öncesine dönüyorum. Ses… Öğrencim… En sevdiğim…
“Kenan!..”
“Benim hocam. Amerika’dan geçen hafta geldim. Dün okuldan arkadaşlarla buluştuk. Sizi andık. Numaranızı Adnan’dan aldım.”

Gözlerim doluyor. Bu arada anlatıyor Kenan: Üniversiteyi bitirince Amerika’ya gitmiş, eğitimini orada devam ettirmiş. Sonra uluslar arası ticaret yapan bir firmaya yönetici olmuş. Şirket İstanbul temsilcisi olarak Türkiye’ye göndermiş. Artık buradaymış.

O anlatırken ben zamanda yolculuğa çıkıyorum. Kilimli… ilk görev yerim. Yedi yıl çalıştığım okul… Üç yıl okutmuştum Kenan’ı. “Drabzonluydu.” T’leri d, d’leri de t diye söylerdi. Konuştuğu gibi de yazardı. Sınav kağıtlarından çok puan kırmış, düşük not almasının sebebini de kağıdını göstererek söylemiştim Kenan’a. Ben ısrarla düzeltmeye çalışırdım onun yazılarını. Ama başaramazdım bir türlü. O yine Drabzonluydu.

Uzundu Kenan’ın hikayesi. Dedim ya Trabzonluydu. Yıllardır ailesinden uzaktı. Kilimli’de fırıncılık yapan amcasının yanında kalıyordu. Yalnızdı, içine kapanıktı. Çok fazla konuşmazdı. Okulda kütüphane kolu’na üye olur, mutlaka başkan seçilir, bol bol kütüphane nöbeti tutardı. Kütüphanede elinden geçmeyen kitap yoktu. Kitapların yerini benden iyi bilirdi. Bazen kafasına göre düzenlemeler yapardı. Ben de sesimi çıkarmazdım.

Bir gün öğretmenler odasından, kontrol için telefonla kütüphaneyi aramıştım. Kenan açmıştı telefonu. Yalnızmış kütüphanede. “Sen ne yapıyorsun?” diye sorduğumda “Ters çalışıyorum hocam.” demişti de kendimi zor tutmuştum gülmemek için. Daha sonra onu her görüşümde “Ters çalışıyorum.” sözü aklıma gelir, gülmemek için dudaklarımı ısırırdım.

Bir gün kompozisyon dersinde hikaye konusunu işlemiş, sonra da ödev vermiştim öğrencilerime: “Herkes başından geçen ve kendisini çok etkileyen bir olayı, hikaye şeklinde yazsın.”

Birkaç gün sonra derste, öğrenciler yazdıkları hikayeleri okudular sırayla. Kenan hikayesini okumak istemedi. Yazmıştı; ama okumak istemiyordu. Israr etmedim, zil çaldı, ders bitti. Kenan’ı çağırdım, defterini alıp gelmesini istedim. Kütüphaneye gittik. Yazdığı hikayeyi niçin okumadığını sordum. “Bu benim sırrımdı hocam, herkesin içinde okuyamazdım.” dedi.

Meraklanmıştım. “Peki sırrını bana okuyacak mısın?” dedim. Defteri bana uzattı. Sonra da sessizce döndü ve kütüphaneden çıktı. Defter elimde kalakalmıştım. Öğrencimin sırlarıyla baş başaydım. Ne yapacaktım şimdi? Sır dolu defter elimi yakmaya başlamıştı. Defteri masanın üzerine bıraktım. Okuyup okumamakta kararsızdım. Kenan’ı çok etkileyen olay, onun sırrı… Hakkım mıydı bu sırrı paylaşmak? Ne yapmalıydım? Okumazsam onu bu sırla baş başa bırakacaktım, okursam belki bir yardımım dokunacaktı.

Sandalyeyi çektim, oturdum. Defteri açtım, okumaya başladım. Aman Allahım!.. Kenan!..
Yıllardır içine kapanık yaşayan, pek arkadaşı olmayan kütüphane kurdu Kenan’ın meğer ne büyük bir acısı varmış yüreğinde!.. “Ben kardeşimi öldürdüm, kardeş katiliyim.” diyordu Kenan.
……

Akçaalan köyünde akşamdan başlamıştı hazırlık. Yatak denkleri bağlanıyor, kap kacak sepetlere konuyor, çocukların kıyafetleri bez torbalara dolduruluyordu. Her evde hummalı bir çalışma vardı. Yarın sabah namazıyla Akçaalan köyü yaylaya çıkacaktı. Göç başlıyordu.
Çocuklar için apayrı bir eğlenceydi göç. Yaylaya çıkılacak, çayırlarda koşulup oynanacaktı. Hele yolculuk… Kimi zaman at sırtında, kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da annenin kucağında, babanın omzunda varılacaktı yaylaya. Yolda bir çeşme başında mola verilecek, sıcak Pazar ekmeği arasına tahin helvası konup yenecek, üzerine, gürül gürül akan Karadeniz çeşmesinden kana kana su içilecek…

Annesi zorla yatırıyor çocukları. Kenan, Kamil ve Fadime aynı yatağa atlayıveriyor. Yarının heyecanı var içlerinde. Aslında bıraksalar hiç uyumayacaklar sabaha kadar ama anneleri “Uyuyun!” diyor. Üç kardeş yorganı başlarına çekip uyuyor numarası yapıyor bir süre. Sonra rahat durmuyor küçük Fadime. Başlıyor ağabeylerini gıdıklamaya. Bir oyun başlıyor çocuklar arasında. Yorganın altında, yatağı dört dönüyor üç kardeş. Anneleri müdahale ediyor zaman sonra. Azarlıyor hafiften onlar. Çocuklar sessizce kıvrılıyor yorganın altına. Birazdan bir sessizlik çöküyor evin içine. Sadece Kenan’ın anne ve babasının göç hazırlığı yaparken çıkardıkları tıkırtılar duyuluyor.

Ezan sesiyle hareketleniyor Akçaalan köyü. Erkekler sabah namazı için camiye giderken anneler ve nineler seccadelerini serip duruyorlar huzur-u ilahiye. Eller açılıyor, dualar ediliyor, bolluk bereket niyaz ediliyor Yaradan’dan.

Kahvaltı hazırlığı başlıyor namazın ardından. Babalar gelmeden kuruluyor sofralar. Çocuklar, annelerinin önlerine koyduğu kahvaltıya her zamanki nazla bakmıyor bu sabah. Bir an önce karınlarını doyurup kendilerini dışarı atabilmenin telaşındalar. Evlerin önüne eşyalar çıkarılmış, köy evlerini tek tek dolaşıp eşyaları alacak kamyon bekleniyor. Birazdan kırmızı BMC kamyonun horultusu duyuluyor. Çocuklar fırlıyor hemen dışarı. Bir koşuşturmadır, bir heyecan… Herkes bir şeyler atıyor kamyonun kasasına. Kamyoncu İhsan, eşyaları istif ediyor tek tek. Kamyonun kasası doluyor yavaş yavaş. Atlıyor İhsan yere, birkaç kişi kaldırıyorlar kamyonun arka kapağını. İhsan elinde çekiç, vuruyor kapağın kancalarına. Arka tekere koyduğu takozu alıyor eğilip. Çocuklar bir hayran bakıyorlar ona. Sonra geçiyor kırmızı BMC’nin direksiyonuna, çalıştırıyor motoru. Kırmızı BMC yokuşu tırmanıp kayboluyor gözden.

Geride kalanlar hayvanları çıkarıyor ahırdan. Sarı inekler önde, buzağılar arkada düşüyorlar yola. Hayvanlar, yaylaya çıkacaklarını, yemyeşil çayırlarda özgürce otlayacaklarını anlamış gibiler. Bir başka yürüyorlar yola. Buzağılar acemiliklerinden olacak, olayın farkında değiller daha. Onlar ilk kez özgür kalmanın şaşkınlığıyla sağa sola koşturuyor. Çocuklar ellerinde değnekler buzağıları yola sokmaya çalışıyor.

Kenan’la kardeşi Kamil, değnekten yaptıkları atı dehliyor. Atlar zorlu bir yarışa tutuşuyor yayla yolunda. Babası bağırıyor arkalarından: “Hayvanları ürküteceksiniz, yavaş olun! Yormayın kendinizi, daha çok yolumuz var!” Duymuyor süvariler babalarını. “Viraja kadar!” diyor Kenan. Dörtnala başlıyor yarış, buzağılar, inekler kaçışıyor artlarından gelen koşturmayla. Önde tamamlıyor yarışı Kenan.

Göç kafilesi yol ilerledikçe büyüyor. Diğer aileler de katılıyor konvoya, diğer çocuklar da. Çocukların neşesi daha da artıyor yürüdükçe. Yeni süvariler var Kenan’ın kumandasında.

Gençler şakalaşıyor aralarında. Bir türkü duyuluyor kafilenin ardından yanık sesli bir delikanlıdan:

Ağasar’ın balını da
Gel salını salını
Adam cebinde taşır da
Senin gibi gelini
Oğul Nazim’im oooy!

Oy Asiye Asiye
Tütün koydum kesiye
Anan seni verecek de
Bir bağ pırasiye
Bir evlek pırasiye
Oğul Nazim’im oooy!
…..

Delikanlı türküyü bitirince bir genç kız sesi duyuluyor sabah seherinde, Karadeniz’in toprak yollarında. Bir kemence başlıyor genç kıza eşlik etmek için kıvrak ritmiyle.

Ben seni sevduğumi
Dünyalara bildirdum
İndirdin kaşlarini
Babani mi öldürdüm

İn dereye dereye de
Al dereden taşlari
Geçti bizden sevdaluk
Geçti bizden sevdaluk

Al cebümden,
Al cebümden saçlari
…..

Ardından gülüşmeler, maniler, türküler, fıkralar… Nasıl biter altı saatlik yayla yolu başka? Yıllardır böyle çıkılır yaylaya. Köylerde havalar ısınıp Karadeniz’in rutubetli ve sıcak rüzgarı vurunca yamaçlara, duramaz Karadenizli artık köyde, şehirde. Kendini tazelemek, canına can katmak için çıkar yaylalara. İçti mi yaylanın soğuk suyundan ancak gelir kendine. Yayla güneşi renk verir çocukların tenine. Nineler daha bir dinçleşir, dedeler gençlerle güreşe yeltenir yaylanın suyunu tadınca. Hayvanlar kekik kokulu çayırdan döndüğünde sütleri buram buram çiçek kokar. Arılar ormangülü, çam, kekik ballarının en güzelini yapar kara kovanlarda.

Kenan ve Kamil artık yorulmaya başlamıştı. Babası onları tuttuğu gibi atın sırtına atıverdi. Kenan yapıştı hemen semerin kaşına. Kamil de doladı kollarını abisinin beline. “Deh oğlum, deeeh!” dedi Kenan. Deh sesini duyan at hafif ayaklanır gibi oldu, babası hemen çekti dizginleri, yavaşlattı atı. Çocuklara kalsa dörtnala giderlerdi; ama bu dağlık arazide, yolun da bir yanı uçurumken izin veremezdi dörtnala gitmeye babası.

Kuşluk vakti vardılar Bakacak çeşmesinin başına. Hayvanlar önce suya koşturdu, sonra çeşmenin arkasındaki geniş çayıra dağıldı. Atlar sulanıp başlarına yem torbası takıldı. Birkaç genç ilerideki fırına yürürken bir grup genç de köy bakkalına yöneldi. Birazdan gençler ellerinde ekmek torbaları ve tahin helvalarıyla döndüler.

Annesi, bir ekmeği ikiye bölüp arasına tahin helvası koydu, Kenan’la Kamil’e uzattı. Çocuklar iştahla yediler helva ekmeği. Ardından koştular çeşmenin başına, oluğa dayadılar ağızlarını, kana kana içtiler soğuk sudan. Bambaşkaydı bu çeşmenin başında helva ekmek yemek.

“Haydi beyler, gitme zamanı geldi. Yolcu yolunda gerek. Toparlanın artık!” dedi Muhtar Hasan Emmi. Kafile yavaş yavaş toparlandı. Atlar hazırlandı, sarı inekler yola çıkarıldı. Çocuklar molanın verdiği dinçlikle fırladılar yola. Ellerinde değnekler, ineklerden süt emmeye çalışan buzağıları kovaladılar.

Genç kızlar türküleri dizdiler arka arkaya. Delikanlılar da cevap verdi kızlara. Ayşe gelin de katıldı türkü kervanına:
Asker yolu beklerim de
Günü güne eklerim
Sen git yarim talime
Ben burayı beklerim

Mendilimde tel tel oya
Gülmedim doya doya
Asker yolu beklerim
Günleri saya saya
…..

Öğleye doğru varıldı Çelikkıran Obası’na. Kafile parça parça dağıldı. Herkes sonbaharda kapısını kilitleyip ayrıldığı ahşap yayla evlerine yöneldi özlemle. Şimdi evde temizlik yapılacak, eşyalar yerleştirilecekti. Sonra anneler akşam yemeği hazırlığına başlayacak, babalar çeşmenin temizliğini yapacak, yol kenarlarında kardan yıkılan kazıkları pekiştirecek, telleri onaracaktı. Evin çatısı da elden geçmeliydi. Yaylanın çetin kışı ve rüzgarı, hartamaları kırmış olabilirdi. Sonbahardan hazırlanıp kurumaya bırakılan hartamalar ziftle boyanıp çatıya örtülecekti.

Kırmızı BMC kamyon önceden gelmiş, her evin önüne eşyasını indirmişti. Kenan koşarak girdi evin avlusuna. Ardından Kamil ve Fadime… Çocuklar sevinç çığlıkları atıyor, avluda sağa sola koşuyordu. Taze kabarmış çimenlere kendilerini atıyor, yuvarlanıyorlardı. Birazdan yakalamaca oyunu başlamıştı çocuklar arasında.

Anne, hayvanları çayıra sürdü. Baba omzundaki tüfeği çıkarıp evin önündeki Batum armudunun dalına astı. Atın sırtındaki semeri aldı. Hayvanın terini eski bir çuval parçasıyla sildikten sonra eşyalar arasındaki çulu aldı, atın sırtına attı. Alttan bel kolanını bağladı. Atın yularından tutup çayıra doğru yürüdü.

Çocukların yakalamaca oyunu tüm neşesiyle devam ediyordu. Küçük Fadime kaçıyor, ağabeyleri onu yakalamaya çalışıyordu. Kovalamaca devam ederken Kenan, babasının armut dalına astığı tüfeği fark etti. Hemen tırmandı ağaca, uzandı, kayışından yakaladı tüfeği. Çekti kendine doğru, aldı, omzuna astı. Bacaklarını ağaca dolayıp kaydırdı kendini aşağı. Yere indiğinde muzaffer bir kumandan edasıyla kaldırdı tüfeği havaya “Heeeeey!” diye bağırdı.

Kardeşleri dönüp baktılar Kenan’a. Doğrulttu tüfeği onlar. “Vurdum sizi, bum, bum!...” Çocuklar kaçıştılar hemen sağa sola. Saklandılar buldukları yere. Fadime, birazdan, saklandığı çalılığın arkasından dışarı çıktı. “Abi, Kenan abi, buradayım!” dedi tüm sevimliliğiyle. Kenan döndü Fadime’ye. Saçları iki yandan iki küçük örgü yapılmış minik Fadime abisine el sallıyordu. Boyundan büyük tüfeği doğrulttu Fadime’ye. Parmağı yaklaştı tetiğe ve asıldı metal aksama. Tüfeğin patlamasıyla sırtüstü yere düşmesi bir oldu Kenan’ın. Ne olduğunu anlamadan yerden doğrulmaya çalışırken duydu Kamil’in çığlığını. O zaman aklına geldi Fadime. Fadime!.. Fadime kanlar içinde yatıyordu yerde. Minik elleri göğsünün üstünde çırpınıyordu. Titriyordu örgülü saçları… Pembe çiçekli basma elbisesi kırmızıya boyanıyordu hızla. Başı döndü, gözleri karardı Kenan’ın.

Oyun…
Armut ağacı…
Tüfek…
Fadime…
Patlama…
Kan…
Kan….

Anne babasıyla oba halkı koşturmuştu tüfek patlamasıyla çığlık sesine… Yerde yatan Fadime’yi görünce feryadıyla yırtmıştı annesi Çelikkıran Obası’nı. Kenan’ın dili tutulmuş, boğazına kocaman bir yumruk oturmuş, boğulurcasına ağlıyor, seller gibi yaşlar boşanıyordu gözlerinden.

Annesi Fadime’yi kucağına almış, sarsıyor, öpüyor, feryat ediyordu. Komşular yetişip aldılar minik bedeni kollarının arasından. Başındaki yazmayı çekip attı biçare kadın. Elleri gitti gür siyah saçlarına, bir tutam saçla ayrıldı. Babası yetişti, tuttu annesinin ellerini, çekti, bağrına bastı onu.

Kenan, kendini koltuklayıp oradan uzaklaştıran Muhtar Hasan Emmi’nin kollarında buldu kendini. Sadece ağlıyordu Kenan. Ama ses çıkmıyordu ağzından. O sarsıla sarsıla ağlıyordu.
Ertesi gün toprağa verdiler Fadime’nin minik bedenini. Beyaz bir beze sarmışlardı Fadime’yi. “Bu sabiye hakkınızı helal ediyor musunuz?” diyordu imam. Sonra mezara koydular Fadime’yi. Üzerin tahta örtüp taşlar koydular onun da üzerine toprak attılar.

Kenan, mezarlığın yıkık taş duvarının kenarından seyretti olanları. Annesiyle babası en son ayrıldı mezarın başından. Babası, mezarı kucaklayıp ağlayan annesini zorla kaldırdı, koluna girdi ve bir şeyler söyleyerek götürdü eve doğru. Kenan, saklandığı çalıların arasından sıyrılıp yaklaştı mezara korka korka. İlk defa tek başına bir mezarlığa giriyordu. Korkuyordu, ama orada yatan Fadime’ydi. Geldi mezarın yanına, o da kucakladı toprağı annesi gibi. Ağladı, ağladı… Sonra sırtüstü yattı mezarın yanına. Boğazına tıkanan hıçkırıkları atmaya çalıştı, nafile… Orada ne kadar yattığını bilmiyordu Kenan. Ama o da ölmek istemiş, Fadime’nin yanında olmak istemişti. Hayriye teyzenin kızı Gülizar gelip almıştı Kenan’ı mezarlıktan.

Dili tutulmuştu Kenan’ın. Kendisine sorulan sorulara sadece başını sallayarak cevap veriyordu. Annesi sürekli ağlıyor, Kenan’a baktıkça daha bir yükseliyordu feryadı. Gülizar ablası aldı, kendi evlerine götürdü Kenan’ı. Bir kenarda, dizlerini kollarının arasına çekip oturdu Kenan. Sofraya çağırdılar, gitmedi. Önüne konulan yemekten de yemedi, yiyemedi. Yer yatağı yaptılar Kenan’a, yorganın altına girip ağladı sessizce…

Ertesi gün de orada kaldı, daha sonraki gün de… Kilimli’de fırıncılık yapan amcası geldi Çelikkıran Obası’na. Gülizar ablası evine götürdü Kenan’ı. Amcası kucakladı, bağrına bastı gözlerinden yaşlar akarak. Teselli eden sözler söyledi Kenan’a. Annesi konuşmadı hiç. Yanına sokulan Kenan’ın saçlarını okşadı, kırmızı yanaklarından öptü sadece. Amcası kalktı ayağa: “Hadi bize müsaade, dedi. Yolcu yolunda gerek.” Kenan’ın elinden tuttu, birlikte çıktılar dışarı. Babası elinde bir valizle geldi arkalarından. Amcası aldı valizi babasının elinden. Babası eğildi, öptü Kenan’ın yanaklarından. Sonra kucakladı, bastı bağrına, “Oğlum, dedi. Amcanla gideceksin, burada çok üzüleceksin. Biz daha sonra gelip alacağız seni. Yengeni üzme, onların sözünden çıkma oldu mu oğlum!”

Ağlıyordu babası. Babasını ilk kez ağlarken görüyordu. Başını salladı tamam demek için. Sesi çıksa, bağıra bağıra ağlayacaktı; ama içine atıyordu sessiz hıçkırıklarını. Bir kez daha öptü yanaklarından babası. Daha bir sıkı bastı bağrına. Sonra tuttu elinden amcası, çekti kendine Kenan’ı.

Yürüdüler amcasıyla. Minik elleri amcasının avuçları arasında yürüdüler. Başını geri çevirdi Kenan. Babası ardı sıra bakıyordu onlara. El salladı babası. Durdu Kenan. Ayakları geri çekti kendini. Babasına koşmak, “Bırakma beni baba! Gönderme beni!” demek istiyordu. Ama amcası asıldı minik ellerden. İster istemez yürüdü lastik ayakkabıyla küçük ayaklar. Yürüdü amcasının yanı sıra. Mezarlığın önünden geçerken yavaşladı adımları. Amcası durmadı. O da yürüdü çaresiz. El salladı Fadime’ye, Fadime de ona…

Ana yola çıktıklarında valizi yere bıraktı amcası. Kenan’ı oturttu valizin üzerine. Sigara yaktı, derin bir nefes çekti. Merhametle baktı Kenan’a. Yaklaştı, saçlarını okşadı, öptü yanağından. Sigara kokuyordu amcası, halbuki babası hiç sigara kokmazdı öperken.

Birazdan Çamaltı yaylasından gelen minibüs göründü uzaktan. Yaklaşınca el kaldırdı amcası, geldi, durdu araba önlerinde. Amcası kucakladı Kenan’ı, attı arabanın içine, ardından valizle birlikte bindi kendisi de. “Başın sağ olsun Hulusi!” diyordu yolcular amcasına. Ne demekti acaba “başın sağ olsun.”? Amcasının kucağında uyudu Kenan, sigara kokulu amcasının kucağında…

Gözlerini açtığında şehre gelmişlerdi. Birazdan indiler arabadan bir cami avlusundan içeri girdiler. Amcası onu tuvalete götürdü. Sonra abdest alıp namaz kıldı. Kenan seyretti amcasını. Sonra o da amcası gibi ellerini açıp dua etti. “Allah’ım, ne olur Fadime’yi cennetine al, beni de onun yanına…” İki damla yaş süzüldü minik yanaklardan.

Amcası kucakladı Kenan’ı. Öptü ıslak yanaklarından. “Ağlama oğlum, ağlama artık. Hadi gidelim, otobüs kalkacak birazdan.”

Çıktılar camiden, yürüdüler bir süre. Büyük bir meydana vardılar. Kenan gözlerine inanamadı. Ne kadar çok otobüs vardı burada? Hem de kocaman kocaman otobüsler… Yazıhaneye girip bilet aldılar. Valizi otobüsün bagajına koyup bir lokantaya girdiler. Yemek söyledi amcası, Kenan önüne konan tabaktan birkaç kaşık alıp bıraktı. Amcasının ısrarıyla birkaç kaşık daha…

Bindiler otobüse. İlk kez otobüse biniyordu Kenan. Asla da unutmadı o sarı otobüsü. Çok uzun sürmüştü yolculuk. Hatırlamıyordu ne kadar sürdüğünü. Akşam olup uyuduğunu biliyordu. Sonra Kilimli’ye gelmişlerdi. İşte o günden beri Kilimli’deydi.

Babası gelmişti birkaç kez; ama alıp götürmemişti Akçaalan’a Kenan’ı. “Okulun var, derslerin de çok iyiymiş, oku büyük adam ol, öyle gelirsin.” demişti babası. Okuyup büyük adam olacaktı Kenan.

…………..

Onlar da haklıydı, diyor Kenan defterinde. “Ben kardeşimi öldürmüştüm, kardeş katiliydim. Onlar beni her görüşlerinde Fadime’yi hatırlayacaklardı. İki acı yaşayacaklardı. Birincisi toprağa verilmiş bir çocuk, ikincisi katil bir çocuk…”

Yıllarca görmemiş annesini. Sonra, liseye başladığı yıl gelmiş annesi Kilimli’ye. Okşamış saçlarını, koklamış, bağrına basmış onu. “Yavrum, oğul Kenan’ım, oku büyük adam ol e mi?” demiş annesi de. Ama o da alıp götürmemiş Trabzon’a.

Kenan artık bambaşka biriydi benim için. Onun sırrını paylaşan bir dostuydum. Her zaman yanındaydım. Her ihtiyacı olduğunda oradaydım.

Bir gün bir yarışma yazısı gelmişti okula. Anneler günüyle ilgili bir kompozisyon yarışması vardı. Öğrencilerime duyurdum. Bu tür yarışmalarda iyi sonuçlar alan iki öğrencim üzerinde özellikle durdum. Onların yazdığı yazıları inceledim, düzeltmeler yaptım. Üst yazıyı hazırlayıp Milli Eğitim Müdürlüğü’ne götüreceğim gün Kenan geldi yanıma. Elinde bir kağıt ve kağıtta yarım sayfalık bir yazı… “Hocam, ben de yazdım annem için. Yarışmaya katılabilir miyim?”

Aldım elinden, okudum yazıyı. Gözlerim buğulandı. Bu yazı mutlaka yarışmaya katılmalıydı. Yazıdaki “d”leri “t”, “t”leri de “d” yaparak, yazım ve noktalamaya dikkat ederek temize çektik Kenan’ın kompozisyonunu.

Sonuçlar açıklandığında Kenan birinciydi. Halk Eğitim Müdürlüğü Salonu’nda anneler günüyle ilgili bir tören yapılacak, Kenan birinci olan yazısını okuyup ödülünü alacaktı.

Alkışlar arasında sahneye çıktı Kenan. Heyecanlıydı, terlemişti. Hemen sahnenin dibindeydim ona destek olmak için. Elleri titreyerek okudu yazısını: “Liseye başladığım yıl saçlarımı okşamıştın, sana sarılıp kokunu ciğerlerime çekmiştim. Bir daha ne zaman duyacağım kokunu anne? Ne zaman okşayacak, anne kokulu ellerin saçlarımı? Bir daha ne zaman öpeceğim mübarek ellerini? Ne zaman bastığın yerler cennetim olacak anne?”

Kenan, lisenin son sınıfındaydı. Üniversite sınavına girecekti. Zaman zaman onu evime yemeğe çağırırdım. Yemekten sonra sohbet eder, satranç oynardık. İyi satranç oynardı Kenan.

Bir ilkbahar günüydü. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Böyle havalarda yağmurluğumu giyip yağmurun altında yürümeyi, taze sürülmüş tarlalarda toprak kokusunu ciğerlerime çekmeyi çok severdim. Gök gürültüsünden korkan eşimi yalnız bırakmamak için çıkamıyordum dışarı. Balkona çıkıp yağmuru seyrettim bir müddet. Tam içeri gireceğim sırada, sokağın başındaki büyük ağacın altında, ellerini koltuğunun altına sokup dikilen ve sırılsıklam olmuş birini fark ettim. Kenan’ın ceketine benziyordu sırtındaki. Evet, evet!.. Kenan’dı. Yağmurluğumu kaptığım gibi fırladım dışarı. Merdivenleri üçer beşer atlayarak indim. Hızla ağaca doğru yaklaştım. Arkası bana dönüktü. Elimi omzuna koydum, “Kenan!” dedim. İrkilerek döndü, beni görünce şaşırdı. Bir an durakladı, sonra boynuma sırılıp sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Şaşırmıştım.

“Kenan, oğlum, ne oldu? Niçin ağlıyorsun, bu yağmurun altında ne işin var?” dedim, “Hocam, annem…” dedi. Ağladı, ağladı…

Aldım, eve götürdüm Kenan’ı. Banyoya soktum, kuru elbise verdim, üzerini değiştirdi. Salonda oturduk, konuşmuyordu. Eşim çaylarımızı getirdi, içtik. Başı önünde, patlamaya hazır bir fırtına gibi bekliyordu Kenan. Dışarıda yağmur tüm bereketiyle devam ediyordu. Zaman sonra bir yağmur da Kenan’ın gözlerinden boşaldı. “Annem, annem ölmüş hocam!..”

“Bu nasıl kader Allah’ım? Kardeşimin katili oldum. Yıllarca rüyalarımda gördüm onu. Mezarlıktan bana el salladığını gördüm, aynı mezarda yan yana yattığımızı gördüm. Memleketimden ayrıldım, annemden, babamdan, kardeşimden ayrıldım. Dokuz yıl oldu, dokuz yılda annemi yalnız bir kere gördüm… Annem beni sevmiyor muydu hocam? Babam beni sevmiyor muydu? Ama ben çok seviyorum onları, annemi çok seviyorum. Ben kardeşimi öldürmek istemedim ki…”

“Şimdi Fadime’nin yanına yatırmışlardır onu. Onlar kavuştular hocam, ya ben?..”

“Ölenle ölünmez Kenan, bizi yaratan bizim hakkımızda her zaman en hayırlısını verir. Tevekkül et oğlum, sen de cennette onlarla olacaksın. Hepimiz ondan geldik, ona döneceğiz. İnancını kaybetme! O istemeden bir taş bile yerinden kımıldamaz bilirsin. Hadi sil gözyaşlarını, abdest alalım, annene, kardeşine bir “Yasin” okuyalım, dua edelim. Onların buna ihtiyacı var Kenan. Senin ruhunun da.”

…………….

Kenan liseyi bitirip Boğaziçi Üniversitesi Uluslar arası ilişkileri kazandığı yaz, benim de tayinim Balıkesir’e çıkmıştı. Zaman zaman arar, hal hatır sorardı Kenan. Uzun süredir görüşememiştik, şimdi telefondaydı.

“Evlendim.” diyor Kenan, eşi de aynı şirkette çalışıyormuş. Ev de almış İstanbul’dan. Bir de kızı varmış on bir aylık. Adı Fatma!

“Hocam, eşim de tanışmak istiyor sizinle. Ziyaretinize geleceğiz; ama siz İstanbul’a gelirseniz burada bir eviniz olduğunu bilin.” diyor Kenan.



Mustafa Kuvancı
11 Şubat 2007, Balıkesir
( Drabzonlu başlıklı yazı M. Kuvancı tarafından 14.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.