......
İki tarafı mezarlık olan yokuşlu yolu nefes nefese çıktıktan sonra çocukluğumun geçtiği mahalleye varıyorum. Durup biraz soluklanayım derken, tam o sırada ceviz ağacındaki baykuşu fark ediyorum.İri gözleriyle hep aynı noktaya bakıyor, korkuyorum. ” Uğursuzluğum yine peşimden gelmiş” diye, söyleniyorum. Sonra bir kez daha hallerime hayret edip, her durumdan pay çıkardığım için kendime kızıyorum.Baykuşu izlemekten ve uğursuzluğuna inanmaktan vazgeçince evimi görüyorum. Orada öyle yıkık, öyle viran, yalnız... Küçük adımlarla yaklaşıyorum , kırık pencereden dışarı sızan nemle karışık küf kokusu ciğerlerime doluyor. Burnumun direğinin sızladığını hissediyorum ama kokudan değil ... içerisi karanlık, hayal ettiğim gibi değil. .. Orada öylece ne kadar durduğumu anımsamıyorum. Çok sonra baykuşun ötüşüyle irkildiğimi hatırlıyorum. Sanırım ceviz ağacında tünemekten sıkıldı ya da benim kıpırtısız duruşumdan.. Islak gözlerimle, hiç kıpırdamayan gözlerine bakıyorum. Bakışlarımdan rahatsız olmalı ki boynunu çeviriyor, ürküyorum. Sonra uçup gidiyor, gri kanatlarının pırpır sesi duyulmuyor..
......
Evin etrafında dolanıyorum ve ikinci katın balkonuna geçiyorum. Her an yıkılacakmış gibi duran zeminde korkak adımlar atıyorum. Sonra üst kattaki odanın camından içeri bakıyorum. Orada sanki hala iki çekyat duruyor, soba da kurulmuş , güz gelmiş olmalı. Babam, beyaz mumlarla sobayı tutuşturmaya çalışıyor, sonra birden alev alıyor her yer. Annem ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor... gidip sarılıyorum boynuna " ne olur ağlama" diyorum , başımı dizlerinin üzerine koyuyorum, saçlarımı okşarken anlamadığım bir dilde ninni söylüyor. Biraz hüzünlü biraz buruk, sanki derdini anlatır gibi söylüyor ninniyi.. "uyumuyorum" kokusunu içime dolduruyorum. Kokusu taşıyor içimden, duvarları aşıyor, dağları aşıyor, güneş oluyor, bulut oluyor , her yeri kaplıyor , her yer annem gibi kokuyor..
......
Pencerenin önündeki paslı demir parmaklıklara tutunuyorum, ellerime pas bulaşıyor, aldırmıyorum.. Puslu pencerenin ardında bir çocuk gülümsüyor, elinde "Karınca Çocuklar" kitabıyla. Beni görünce kaçıyor, ya da beni görmüyor.. Paslı demir parmaklığın soğukluğu avucumda, üşüyorum.. içeri girsem mi diye düşünüyorum. Demir kapının üzerinde büyükçe bir kilit var, anahtar yok.. zaten vazgeçiyorum. Aklımda "Karınca Çocuklar"ellerimde pas, sobanın alevi sönerken gitmeye yelteniyorum. Küçük küçük adımlar atıyorum, balkon hala ayaklarımın altında.. sonra vazgeçiyorum. Yerdeki toza, küçük taş parçacıklarına aldırmadan oturuyorum, dizlerimi kendime doğru çekiyorum. Birden içerideki çocuğun sesini duyar gibi oluyorum, kulak kesiliyorum. Bir şeyler anlatıyor , sesinde kaygısız bir heyecan "anne bak, Karınca Çocuklar’ı bitirdim" diyor. "Anne" aldırmıyor. Çocuğun heyecanı, yıkadığı kaşıkların sesine karışıyor, kayboluyor..
......
Duvarlara bakıyorum ,
taşlara.. uzun uzun, değişmeyen tek şey taşlar diyorum. Beni duymuş ya da
anlamış olmalı ki; karşıdaki dut ağacı dalından bir yaprak daha feda ediyor. Yaprak
süzülerek kurumuş toprağın üzerine düşerken, küçük bir kız kahkası duyuyorum. Orada
dut ağacının tepesinde oturmuş beni izliyor, ne zamandan beri beni izliyor ? Elinde
salatalık turşusu, ağzını şapırdatarak çiğniyor. Güneş vurdukça parıldayan sarı
saçları gözlerimi kamaştırıyor, gülümsüyorum..
"heyyy şişko patates, hadi sen de gel. Yok yok gelme, ağaç taşımaz ki seni
" deyip, bir kez daha ağız dolusu kahkaha atıyor. Güldükçe dut ağacının
cılız dalları kopacakmış gibi sallanıyor, gülümsüyorum. "Yardım edersen
belki ben de çıkarım" diyorum. "hayır" diyor; kin ve haset dolu bir ses tonuyla, sonra birden gözden kayboluyor.
İçerideki çocuğun heyecanı , dut ağacındaki çocuğun nefretiyle yoğruluyor,
büyüyor..
......
Uzaklaşıyorum evden, yürüyorum bayır yukarı .Uğursuzluğumu,
karınca kalbimi, dut ağacındaki nefretimi sırtlayıp, dağın eteklerine doğru yürüyorum.
Yürüdükçe ardım sıra büyüyor bulutlar. Uzatsam elimi dokunacakmışım kadar
yakın, ama uzatmıyorum çünkü çocuk aklım
geride kaldı, biliyorum. Dudaklarım kurumaya başlamışken dağın tepesine ulaşıyorum,
yorgunlukla karışık iç geçirerek taşların üzerine ağırlığımı put gibi
bırakıyorum, canım yanıyor. Biraz soluklandıktan sonra evimden kaç mil,
çocukluğumdan kaç yaş uzaklaştığımı hesaplıyorum. Artılar-eksiler-sayılar birbirine
karışıyor, sıkılıyorum. Oldum olası sevmedim zaten sayıları ; sıfatların
dünyasında hep yalnızken.. Kalkıyorum ,üstümü silkeliyorum, bacaklarımdan
yukarı tırmanmaya çalışan minik bir karınca ellerimin rüzgarıyla savruluyor,
yere düşüyor. Karınca yaktığım günler geliyor aklıma, ağlıyorum...
......
aralık kalmış kapıdan içeri sızan gölgen mi yoksa ?