Bu sabah erken uyandım. Gün sisli, hafiften soğuk. İçimdeki küçük kız çocuğunun saklambaç oyunu ile başladı gün, kış öncesi bu sonbahar sabahında..

Ellerim üşüyordu o gün de tıpkı bu sabahki gibi. Ve ben onunla kışın sokakta yürürken hep yaptığım gibi elimi babamın paltosunun cebindeki eline bırakmıştım. Bir hafta sonuydu. Bir dağ kasabasındaydık, Sokaklarında odun sobası kokusu, etrafı karlı, yolları buzlu ve çamurlu. Günlerden, karlı bir kışın, tam ortası, öğlen öncesiydi. Yürüyorduk birlikte.
 

Anlatıyordu babam, anlatıyordu ama bu günden baktığımda, bana mı, kendine mi bilemediğim; ama çokça keyifle, biraz da buruk. Ana elinin lezzeti damağında, dilinde ise; köyündeki tandırın kenarındaki dizlerinde kıl battaniye, önü sıcak, sırtı soğuk kış gecelerini..

Köyden, okumak için, anasına doymadan küçücük ayrılışını; şehirdeki yabanlığını, yalnızlığı, yarı tok yarı aç okul yıllarını, büyürken ve de adam olurken, hep özlediği ama veremden kaybettiği anasının sıla dağlarının başında yaktığı hasret türküsünü, “Oğul rüzgarlar kokunu getirsin” ağıdının ve ana dilinden dökülen hasret nidasının nasıl, erkek kardeşime “Oğul Han” olarak, ad olduğu buruk ama coşkulu sesiyle ,anlatıyordu.

Elimi biraz daha sıkı tuttu bir an, göz pınarlarındaki nemi soğuktan sanmıştım çocukça. Aynı anda da güçlü bir sezgi ile bu dağ köyüne gelme sebebimizin, yemek ya da gezmek için değil de babamın yüreğindeki ana eli ve sıla hasreti olduğu doğmuştu içime.

Önce, yapılan alışveriş hevesle, topakla tereyağı, taze kuzu eti ve kuyruk yağı, sebzeler, illa sarımsak, bir de en büyüğünden Mihalıççık güveci. Sonra ver elini çarşı fırını. Ateş tuğlaları ile yapılmış ağzı alevli taş fırının önündeki, unlu tezgâhta babamın ellerliyle ustalıkla güveç hazırlaması gözlerimin önünde taptaze bugün bile. Bu kez dilinde, “Derdim çoktur hangisine yanayım..”türküsü. Fırındaki ekmeklerin taze buğusuna karışan, et sebze tereyağı kokuları arasında hiç bitmeyecek gibi gelen bekleyişli anlar. Taze ekmek ile ağzımız yanarak yediğim ve unutmadığım o damak tadı.

Yıllar sonra bile, şehirlerdeki yaşam çarkında, bulamadığım o tadın arayışı yollara düşerek bulunmalı ” dedi , bir sabah , içimdeki kız. Ben de öyle yaptım. Ansızın kalkıp düştüm yollara. Hiç hesapta yokken ve aniden.
 

Şehirlerarası yolların, gri asfaltından kurtuldum önce, coşkuyla ,keyiflendim. Dağlara doğru, yol inceldi, çamurlandı. Kıvrım kıvrım oluverirdi usulca. Yeni yeşillenmiş çayırlar iki yanımda, yukarılara doğru çıkarken, dilimde “Dağlar dağlar viran dağlar.. “ türküsü, hafif çiseleyen bir ince yağmur. Günlerden, baharın ilk, kışın sonu. Hıdrellez kapıda ve cemre toprağa ha düştü ha düşecek.Ilık ama sık sık üşüten gün.

Sol yanımda ki tabelada Mihalıççık, sonra ki beyaz küçük olanda ise, daha ince utangaç bir yazı..Sorgun Köyü.

Köye vardım, bitmeyecekmiş gibi süren yokuş bir yol , köy içinde de devam ediyordu. Taş, kerpiç ve tuğla karışık evlerin arasında köy kahvesini buldum önce. Sordum, soruşturdum izini güvecin. Başında el örmesi takkesi ve şaşırmış maviş gözleriyle bir amca önce ısrarla çay ısmarladı bana. Ayak üstü, kapı önünde önce sordu soruşturdu sonra daha da yukarıda bir ev gösterdi eliyle.

Yürürken etrafa bakarak, arabasız ve acelesiz, odun sobalarının duman kokusu gelip doldu genzime aşağılardan bir evden. Etrafımda yenibahar, hiç yenilenmemiş, neredeyse yüzyıllardır hep aynı kalakalmış bir köyün sokaklarındayım.

Küçük bir kız çocuğu olmuştum sanki yeniden. Her şey o kış günü gibiydi sanki. Yine üşümüştü sol elim. Umarsız cebime soktum ama sıkılmış bir yumruk olarak, babamın elinin, yokluğuna.
 

Gözlerim nemlendi, burnumun direği sızladı inceden. Soğuktan değildi çok iyi biliyordum artık O’nu Hakk’a yolcu ettiğim günden beri. Ne zaman iki damla birikse, göz pınarlarımda o küçük kızla el ele, yüreğimde saklambaç oynayan Baba hasretiydi sebep.

Yokuşun sonunda, üç katlı bir evin önünde durduğumda, kendimden sıyrıldım çabucak. Alt katta, kapı kanatları olmayan yüksek tavanlı büyük kapıdan içeri girer girmez, ıslak toprak kokusu ve nem çarptı önce yüzüme, sonra da ışıldayan gözleriyle; üşümüş ama sıcacık bir kadın yüzü karşıladı beni. Selamlaştık, hiç yabancılamadan birbirimizi. Ummadığım şekilde ustaca pazarlamaya başladı çömleklerini. Kaç boy takımların olduğunu, çeşitlerini, fiyatları bir solukta saydı döktü bir çırpıda.

“Sen mi yapıyorsun bunları ?“ dedim. Şaşkın baktı yüzüme “ya kim yapacak ki…?” dedi biraz muzip , biraz da sitemli.
 

Ve başladı anlatmaya ben bir şey demeden, sormadan:

Bu köyde, 800 yıldır bu işi kadınlar yaparlarmış. Toprak şu tepeden, çamurun mayası öbür tepeden gelirmiş. Sonbaharda, çamur karılır iki ay dışarıda beklermiş. Kışın elle çevirdikleri demir tablalarda çamura, diğer elleriyle, kırık tırpan parçasıyla sıvayarak ilk şeklini verirlermiş güvecin. İki gün ara ve son haline gelene kadar işlenirmiş.

Kışın sonuna kadar omuz omuza dizilip bu depolarda ayazda bekletilirmiş. Güveçlerin kadın ve soğukla işi bitermiş. Haziran başında, ateşe ve erkeklere sıra gelirmiş. Köy meydanındaki büyük fırında pişirme işi onlara aitmiş. İşin zanaat kısmı kadınların ellerinde olduğu için söz de para da kadınlarınmış.

O, gururla, güvenle anlatırken, ben ise; bu geleneğin nasıl bozulmadan, değişmeden günümüze dek devam ettiğini düşünüyordum. Tam da soracaktım ki, Derin bir solup aldı, sanki birden aklına söylemediği bir şey gelmiş gibi. Önce gözlerindeki ışıltı söndü beklemediğim şekilde. Usulca koluma dokundu. Sesini kocasının duymayacağı kadar sessizleştirdi. Gözlerimin içine bakarak , “ah ablam ah” dedi. “Bak asıl sana ne anlatacağım”

“Bu köyün tek geçimi çömlekçilik” dedi. “Kız çocuklarının elleri, daha yeni yürüdüklerinde annelerinin yanı başında çamura batar. Oyun niyetine, sonra da ekmek parası için. Genç kız olduklarında ise çoktan usta olurlar. Bu köy gurbete gelin vermez. Zanaatları bu köyde kalsın yabana öğretilmesin diye. Gençlerin evlilik çağı gelince, gönülleri kimi severse ve onlara kim sevdalanırsa yuvasını onunla kurma ihtimali yoktur. Varlık nedenleri kızlarınız ve kadınların kadınlıkları değil çömlekteki ustalıklarıdır. Yani demem o ki ablam. sevdalarımız da gömüldü, kızlarımız da analarımız da. Bu kırık tırpanla çamur arasına. Para kazanılır, saygınlık ve söz de biz de ama..”

Devamını getirmedi, kocasıyla göz göze gelince de koluma yasladığı elini çekti benden usulca. Yine ilk gördüğüm haline büründü gözleri kendinden emin ve pırıltılı. Onun içindeki küçük kızın saklambaç oyunu böylece bitti.

İçinden söylediklerini hissetmiştim, sözlere dökülmese de. Öğrenmiştim, bir kez daha anlamış ve sevmiştim gerçek kadınlarımızı, bu toprakları ANA dolu yapanları tüm yüreğimle. Hiç tanıyamadığım babaannemdi aynı zamanda, anlatan bütün bunları bana.

Anlamıştım, en çok da babamın, Ana ve sıla özleminin neden bir güveçte simgeleşip durulduğunu. Topraktan ,güveç; güveçten aş yapmayı. Yani , taştan aş yapan Anadolu kadınının gücünü ve direncini.

Dışarı çıkarken, elimde birkaç güveçle, bildiğim özlemlerin hepsi önemsizdi artık. Günlük bütün telaşlar, duygular bir bir unutulmuş ve geride kalmıştı yüreğimde.

Arabama bindim, aşka özlemi ve hasretlerimi de ardımda bırakıp, yola koyuldum.

Anlamış ve bilmiş bir küçümen kız olarak, elimde babamın eli. Usulca mırıldandım.

“Sobe !”

 

( Saklambaç başlıklı yazı SNE tarafından 2/15/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.