-Eğer beni sevseydin, nasıl severdin?

-Bu çok zor bir soru, biliyorsun!

-Evet, biliyorum. Bu yüzden sorma cesaretini gösteriyorum. Eğer biri beni sevmiş olsa, o kişinin sen olmasını dilerdim.

-Ben ha? İlginç, oysa yorgun gözlerin daha iyilerine emanet olabilirdi.

-Bu bir hayal sadece, insanın canını sıkma işte! Ne olur söyle, nasıl severdin beni?

-Esasında aklımda bir şey var ama sen bundan memnun kalır mısın, bilmiyorum.

-Seviyoruz birbirimizi yani. Sevmek insanı memnun etmez mi?

-Eder, eder de; işte benim her zaman ki karamsarlığım. Peki, anlatacağım sana seni nasıl seveceğimi. Ama sıkıldığın zaman söyle, susmak istiyorum.

-Elbette. Beni bilirsin, dayanamam zaten.

-Tamam dinle o zaman!

 

 

‘’Ben seni yaşadığım şehirler gibi severdim. İlk başta bir sahil kentinden başlardı aşkımızın karın ağrısı. İzmir kokardı sokaklar, midye kabuklarına basar, koşardık Kordon’da. Aslında düşünürdük her şeyi, düşünürdük yarım kalan işlerimizi, dertlerimizi, tasalarımızı ve yaşanılacak yarınları. Saat kulesinin önünden el ele geçerdik; kumru yemek için az ötede bizi bekleyen iki iskembe olurdu hep. Aziz Nesin gibi arzın ortasından birbirimize seslenirdik:  ‘Belki sıkıca sarılabileceğimiz sevgilimiz olmadı, belki yalnızız.  Ama bilinsin ki adam gibi sevdiğimizdendir yalnızlığımız.’ Biz yalnızlığın üstüne yürüyen iki ordu gibi olurduk. Tepeleri çıkardık, Camisi olmayan semtlerden ezan okurdum kimi zaman, sen susar rüzgârı dinlerdin ve yağmurun yağmasını beklerdik. Yağmur yağmazdı. Kuruyan ellerime sen yağmaya başlardın, gözlerinin yağmurları dökülürdü ellerime; kana kana, hasretle içerdim o damlaları. Sonra hasret çekmek için, denizden uzaklaşmamız gerektiğinde,  tasımızı tarağımızı toplar, Sivas’a göçerdik.

Terli İzmir akşamları, yerini Sivas’ın ayaz gecelerine bırakırdı. Şanslıydık, birbirimize sarılacak çok vaktimiz olurdu. Güneşin doğuşunu gözlerinden izlerdim. Saçların düşerdi omzundan, birkaç telin boynuma dolanırdı. Geceler hep sessiz geçerdi. Malatya’ya yakın olurduk kimi zaman. Gürün’de mola veren yolculara el sallar geçerdik. Bizi deli zannederlerdi. Üstüne sevdiğim elbiselerden giyerdin. Kimi zaman bembeyaz melekler gibi, kimi zaman da simsiyah olurdu tenin ve parladı gözlerin ardın sıra. Güneşin altında yeşil olurdu açık kahverengi ve süzülürdük kavak ağaçlarının arasından toprağa. Sivas köftesi yapardım ellerimle sana. Ayran çalardın ikimize, ekmeği bölüp, sımsıcak ederdin yüreğinle. Gülen iki karıncanın son masalı gibi olurdu benliğimde kalmış yasak savaşlar. Eziyet kalırdı birkaç saniyelik ayrılığımız.

Uzun göçler yine bizi bulurdu, alıp giderdik başımızı Konya’ya. Meram bağlarında dinlenirdik birkaç gün. O tertemiz oksijeni yudumlarken içimize, yokluğumuzun olmaması adına yeminler ederdik ikide bir! Sen biraz sarhoş, sen biraz deli; ben biraz sana özlemli, eski tramvaylarına binerdik. Mevlana’nın elinden öpüp, 42 katlı bir basamak çıkardık tek tek. Yorulursan kucağıma gelirdin, birkaç basamak sonra yorulurdun; tekrar gülümserdik. 42 kat çabuk biterdi. Pek uzak sayılmazdı Ankara!

Ruhunu kaybetmiş şehirden yırtılan sayfalar gibi hissederdik kendimizi. Bu şehrin duvarları olduğuna inanırdık beraber. Duvarları vardı bu şehrin, bu şehirde ikimizde isyankâr; ikimiz de çilekeş olurduk. Sıhhiye’den tren garına koşardık yeniden. Kalamazdık Ankara’da. Tandoğan daha fazla katlanamazdı hüznümüze. Toprak yedi kat altından cevherlerini çıkartırdı. Bir yataklı vagon bulurduk şansımıza. Güvende hissederdik kendimizi. İkimiz orada, ikimiz yalnız; doğduğumuz gün kadar annelerimizin karnından. Kimse sana gelip de soramazdı: ‘Kızım evli misin, öğrenci misin?’ diye. Hüzünlü gözlerinin aitliğinde, sevinçli olurdu eksik yanın.

Birkaç eksik eşyamız varmışçasına, Kayseri’ye giderdi tren. Yataklı vagonda, yan numaradan sesler gelirdi, dayanamaz yanlarına giderdik. Doğu ekspresinde acılı türküler dinlerdik Muşlu Hayri’den. Lale kokardı hanımın elleri. Kıpkırmızı yanaklarıyla kızları Sümeyra,  jağları gösterirdi bize. Şeker kamışı emerdi çürük dişleriyle. ‘Ne kadarda tatlısın sen, ablası’ diye, kıvırcık saçlarından okşardın Sümeyra’yı. Tokanı çıkartıp, onun saçlarını toplardın bir güzel. Kız gülümserdi. Öpesim gelirdi seni ense kökünden. Ufak bir sivilce çıkardı sol omzuna doğru. Yorgunluktan dizimde uyuyakalırdın oracık da! Seni taşırdım odaya tekrardan. İstasyon caddesinde ölü bir şairin izlerini aramak için, uyuman gerekirdi en bir on saat! Nasıl olda tehirli gideceğini biliyorduk, nasıl olsa geç kalacağını sabahın ilk ışıklarına; her zaman ki gibi!

İnerdik. Almanların eserine gururla bakardık. Yolumuz olmalıydı, en az bir hayat kadar! Erciyes’i gördün mü: ‘Wow, ne büyük dağmış!’ diye tebessüm ederdin. Hemen atılırdım o an ‘3916 metre’ diye. Gülümserdin, koluma girer, yürümeye devam ederdik. Şu karşısı uzak bir yol olurdu. Neden Sivas’tan sonra buraya gelmediğimizi düşünürdük. Cevabını bulamazdık yaşarken çoğu şey gibi. Şiirler, şarkılar söyleyeceğimiz parklar bulurduk gece gündüz. Eski Ermeni evlerini gezdirirdim sana. İçin açılırdı kimi zaman, kimi zaman da daralırdı. Daha çok yürekten kan akıtacağımız zamanımız olurdu bu şehirde. Düzgün asfaltları, çevre düzenlenmesi, yeni yapılanması bizim için önemsizdi. Aslında bizim için önemli olan, beraber olabilmekti her zaman! Belediyenin bisikletlerinden alıp, hızla dolaşırdık sokaklarda. Aklım, gözüm sende kalırdı. Kalçalarını kimse görmesin derdim. Canım sıkılırdı. Anlardın beni, inerdik beraber. Akşam olurdu, gidilecek birkaç yer daha bulurduk kendimize. Belki Bünyan’da alabalık yer, oradan da Tomarza’nın buz gibi suyundan içip, Develi’ye çıkardık yağlama yemek için. Dost, ahbaplarım olurdu. Şaşırırdın bunları nereden tanıyorsun diye! Gülerdim, öperdim parmaklarımdan gizlice.

Bu şehir bizi çok yorardı. Denizi özlerdik, tekrardan denize gitmemiz gerekirdi. Karadeniz’e koca bir selam söylerdik içtiğimiz her çayda. Biz İstanbul aşığıydık, İstanbul’a gitmeliydik ölsek bile! Balıkesir’e giderdik. Sakin bir şehre tutunurduk parmak uçlarımızla. Rüzgârları eserdi efil efil. Sen, saçlarınla dans ederken yarım kalmışlığımızda, Necatibey’in oradan parka inerdik. Sonra tekrardan kalkıp, cumartesi pazarından kapıp meyveleri, Atatürk parkına geçerdik. Bir maç olurdu o saat. ‘Balkes, balkes…’ diye bağırırdı taraftarlar. Yine gülümserdin, yine gülümserdin aşk ile! Bursa’ya gideceğimiz bir zaman olurdu Pazar. İki saat daha dayanmamız gerekirdi. İki saat sonra denizi görecek olmanın gururunu taşırdık beraber. Oysa İstanbul’a geçecek çok yol varken, Bursa’ya gitmeden, İstanbul’da ölemeyiz derdik.

Bursa’nın dar sokaklarında terlerdi ellerimiz. İkide bir pet şişesin içine çeşmelerden su doldururken, Ulucami’ye geçerdik sakince. Kozahanı bize selam verirdi. Piriçhan’dan gelen nargile kokuları sarardı etrafımızı. İlahi sesleri yükselirdi pencere kenarlarından. Cübbeli adamlar, çarşaflı kadınlar görürdük. Sonra herkesi geçerdi onlarında geçtiği yerden. Camiye herkes girerdi. Tahiyyet-ül Mescid namazını kılıp, usulca uhrevi havadan depolardık ciğerlerimize. ‘Ne güzel yer!’ derdin fısıldaya fısıldaya, kapısından çıkarken.

Bir güzel mangal balık yapardık sonra. Sonra yanında bolca senin için salata. Kan kırmızı hasretleri itelerdik ayaklarımızla, ayakların yorulurdu; biraz masaj isterdi gülün kökleri

İstanbul karşıdaydı, tam karşıda. Şu giden Feribot, oraya gidiyordu; İstanbul’a; Yenikapı’ya. Bir kız beni tekrardan yanlışımdan döndürmeliydi o an. Polis kızıydı kendisi: ‘Bayan Arzu!’ Hiç sevmemiştim bu kadar, hiç sevmemiştim diyecektim sana o an. Gözlerime gülecektin: ‘Ben de, ben de bu kadar!’

Taş yoldan çıkıp, son kez seninle Uludağ’ın nefis oksijen kokusundan yudumlarken ciğerlerimize, usulca başını tutacaktın bir yandan. ‘İstanbul’ diyecektin; ‘İstanbul!’

Feribot’un kantininde oyuncak zaferlerimizi bizlere anlatan bir şarkı çalacaktı. Küçücük bir izin şarkısı çalacaktı.

 

 

 

 

-Ya sonra?

-Gerçekten seni sevseydim gerisi elbet gelirdi cann!

 

( Ya Sevseydin Beni başlıklı yazı AdemOrhan tarafından 26.01.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu