Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Fen ve Tabiat Bilgileri
Bölümü’nde 1974-1975 öğretim yılını çok keyifli yaşadım. Dedem Koca
Muallim, babam, iki amcam öğretmen, ağabeyim, amca çocuklarım öğretmen…
Öğreteceğim şeyleri öğrenmek çok güzel…
Konya’da Küllükbaşı semtinde oturuyoruz. Her gün Mevlana’nın
Şems’inin Türbesinin önünden, Zenburi Mescidinin yanından geçiyor,
Süvari Sokakta, emekli fırıncı, “Kuşçu Recep Amca’nın Evinde” Kiracı
olarak oturduğumuz evine ulayşıyoruz. Tahta iki kanatlı bahçe
kapısından giriyoruz. Girişin üzerinde bir oda var, alt katta sağda
girişte, penceresi bahçeye bakan mutfak var. Odunluk ve banyoya
mutfağın karşısından birkaç basamaklı ahşap merdivenden iniliyor. O
sahanlıktan yukarıya devam eden ahşap merdivenle üst kata çıkıyoruz.
Üstü katta iki oda var. Evde dört amca oğlu kalıyoruz. Mustafa Ağabeyim
Konya DMMA İnşaat Mühendisliği bölümünde, kardeşi Hayati Sanat Okulu
Motor, Şinasi amcamın oğlu rahmetli Nazmi Sanat okulu Torna ve Tefsiye
bölümünde okuyor.
Babam her hafta Ilgın’dan sepetle köy
yumurtası gönderiyor. Tereyağını Mustafa Ağabeyim köyden getiriyor. Her
öğün yumurta yiyoruz. Yağlı, kara bir tavamız var. Öğleyin yemek için
eve geliyoruz. Akşamdan tava yıkanmamış usulen soruyoruz.
- Bu bulaşık taze mi? Koro halinde
-
Taze, taze… Denilince aynı tavaya yeniden yağ konulup, kızaran yağa
yumurta kırılıyor. Her akşam aynı seremoni… her akşam bulaşığımız taze.
Yumurta,
yumurta, yumurta…. İçimiz dışımız yumurta olmuştu. Okulda kaldığımız
öğleleri aynı siyasi görüşlü arkadaşlarla grup olarak SSK hastanesinin
karşısındaki bakkala gidiliyor, yarım ekmek arasına haşlanmış yumurta
alınıyor. Fruko ile birlikte öğün geçiriliyordu. Gruptan ayrılmak ölüme
razı olmaktı. Buna rağmen Alavardı’da oturan amcamın kızı Fetiye Ablamın
evine öğle yemeği yemek için kaçtım. Bahçe içindeki tek katlı evlerine
ulaştım. Zillerini çalıyorum, kapıyı açan yok, kimse yok… Duvardan
atladım. Kapı kilitli değil, açıp doğru mutfağa girdim, eyvah!
Buzdolabında hazırda hiçbir şey yok. Hayal kırıklığı içinde çıkmak için
duvara tırmanırken ablam geldi.
- Gel ablam sen açsındır. Hemen
bir şeyler hazırlayayım. Dedi. Umutlandım, içeri odaya uzandım
uyuklayarak beklerken tepside ekmek, yağa kırılmış yumurta geldi. Büyük
bir zevkle yiyormuş görüntüsü vererek karnımı doyurdum. Akşam evde taze
bulaşık tavada yağa kırılmış yumurta yerken öyküyü anlattım. Çok
güldüler… Ertesi akşam için aramızda sözleştik. Bir yakınımızın evine,
yemeğe baskın yapacaktık. Ev yemeği yiyecektik. Yemek saatini
ıskalamışız. Sofra kaldırılırken yetiştik…
- Aç mısınız? Diye sordular… Nasıl açız diyebiliriz ki ?
-
Yok yok tokuz… Dedik ama, yine de bir tepsi içinde yağa kırılmış
yumurtalar geldi. Hiç kimseden gık çıkmıyor. Yumurtaya saldırıyoruz.
Artık
bizde takıntı oldu. Mutlaka şu yemek işini çözüp yemek yapmayı
öğreneceğiz. Güzel güzel yemekler yapacağız. O sırada amcam, akşama
işkembe çorbası yemeğe davet etti. Hazırlandık coşku içinde çorba içmeye
gidiyoruz. Yengem sofrayı hazırladı. Çorbalar dağıldı.
Çorbasından bir kaşık alan usulca diğerlerini süzüyor. Olağan dışı bir şey var. Ama ne? Ancak bir kaşık alınca anlayabileceğim.
Vah
vah! Çorba ağırlaşmış. Yengem erkenden hazırlamış, dolaba geç almış,
pastırma yazı, sıcak havada işkembe ağırlaşmış. Bir kaşık alan bir daha
almıyor. Salatadan garnitürlerden yiyor. Bir kaşık da amcam aldı.
Yengeme seslendi.
- Bak hele bu çorba ağır mı ? Yengem can havli ile geliyor. Tadıyor…
- Aman yavrum yemeyin. Diyor. Çok üzülüyor.
-
Siz şöyle beş on dakika oturun. Deyip bizi salona alıyor. Tekrar
sofraya çağırdığında tabaklarımızdaki yağa kırılmış yumurtayı yiyip
Allahımıza şükrediyoruz.
O sıralarda muharrem ayı güze rast
geldi. Sokağa bakan penceredeyim. Mahallenin çocukları birbirlerinin
evine ha bire aşure taşıyor. Her geçen tepsiden umutlanıyorum. Tepsiler
de bizi teğet geçiyor. Akşam saatlerine kadar sabırla bekledim. Umudum
kırılmaya başlayınca yüzümü kızartım. Çocuklardan istedim.
-Annenize
söyleyin bize de göndersinler… Bu gün bile şaşırıyorum. Nasıl
istediğime, “Ben Çingenlik yapıp istedim ya onlar da aptallık edip
vermediler…” Bütün mahalle birbirini ağırladı. Biz dört öğrenci gelip
geçen tepsilere baktık…
Ah! Benim çocuk yüreğim…
Hafta sonu Ilgın’a, eve gideceğim, annemin yemeklerinden
yiyeceğim.
Konya Garajı çocukluğumdan beri ülkenin en düzenli otogarlarından
biridir. Kalkış saati geldi mi, zil çalar ve aynı anda vakti gelen tüm
araçlar peronları boşaltır. Kalkış saatinden sonra hiçbir aracın
peronlarda bekleme şansı yoktur.
O gün amcalarımın çocuklarlı ile aramızda bir
iletişimsizlik olmuş, birlikte kaldığımız öğrenci evinde bir ben
kalmıştım. Evde kimse yok, çantamı alıp sokağa fırladım. Ailem Ilgın’da
oturuyor. Ilgın’a gitmek istiyorum, cebimde beş kuruş yok. Dolmuş
otogara bir lira, Konya’dan Ilgın’a otobüs 7,5 lira, parayı bulup
Ilgın’a gitmeliyim. Para bulmalı ama nereden?
O
sıralar büyük ağabeyimin eşi Konya’da, eş durumundan Siirt’te olan
ağabeyimin tayinini Konya’ya almak için nikah kıyıldı ancak henüz
düğünleri yapılmadı. Yengem, onları uğradığımda kimi zaman cebime
harçlık koyardı. O yol parası cebime koyabilir düşüncesi ile ziyaret
ettim.
- Ben Ilgın’a gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı ? Dedim.
Teşekkür edip, bir diyeceklerinin olmadığını bildirerek bolca selam
gönderdiler…
- Yengemin müteahhit olan amcasına uğradım. O’nun da bir diyeceği yokmuş, bolca selam gönderdi.
Konya Ilgın 90 Km. yürüyerek gitme şansım
yok, yol parasını bulmalıyım. O yıllarda Koya Belediyesi Alaaddin
tepesi karşısında, çok önemli bir kavşak, Konya’da bulunup da çarşıya
çıkan herkes mutlak o noktadan geçmesi gerekiyor. Bu saptamaya göre
köşeye dikildim, bekliyorum. Saatlerce bekledim. Tanıdığım bir hayli
Ilgınl’ı da geldi karşıma, ayak üzeri selamlaştık, kimsenin Igın’a bir
diyeceği yok. Halimden anlayan, senin paran var mı yok mu ? Soran da
yok.
O yıllarda “Kutluk Hoca” Adıyla tanınan Mehmet Amcam
Konya Kama Orta Okulu’nda müzik öğretmeni. O’na gittim. Derste imiş.
İşgüzar bir müstahdem, tüm karşı koyuşlarıma rağmen derste olan amcamı
yeğenin geldi diyerek çağırmış. Buna alışık olmayan amcam büyük bir
heyacanla beni öğretmenler odasında buldu?
-Hayırdır amcam, bir şey mi var? Diye sordu.
- Yok amca bir şey yok, Ilgın’a gedeceğim de bir diyeceğin var mı diye sormaya geldim. Dedim.
- Ne olsun yavrum çokça selam söyle. Dedi.
-
Tamam amca, allahaısmarladık. Dedim Elini öptüm, geri döndüm. Artık
gözlerime ve göz yaşlarıma hükmedemiyorum. Başımı öne eğdim.
Ağladığımın görülmesini istemiyorum. Hızla uzaklaşıyorum. Arkamdan
birkaç kez peş peşe seslendi.
- Güner… Güner… Durdum, geri
dönemiyorum. Öylece donup kaldım. Yanıma geldi, hiçbir şey söylemeden
cüzdanını çıkardı. Bozuk para bölümünde ne kadar para var ise tamamını
avucuna boşaltıp, cebime doldurdu. Kesinlikle eminim ki O’nun da yanında
başka para yoktu Artık ağladığımı gizleyemiyordum. O’nun da içini
çektiğini fark ettim.
Karma Ortaokulu’ndan otogara kadar hem ağladım, hem yürüdüm.
Amcamın cebime koyduğu paranın yetip
yetmeyeceğini bilmiyorum. Yürüyerek otogara kadar geldim. Ilgın’a bilet
istedim. Cebimdeki, amcamın koyduğu bütün parayı avuçlayarak bankoya
bıraktım. Bankodaki adam, bilet parasını kestikten sanra kalan birkaç
lirayı geri vermişti. Bu beni daha çok duygulandırdı. Perona koştum.
Otobüs yanaşmış kimseler yok. Bindim, Allahım otobüs tertemiz silinip
süpürülmüş, güzel güzel kokular sıkılmış, radyodan ağır ağır şarkılar
çalıyor. Otobüsün huzur dolu tertemiz havasında 50 yaşlarında bir adam
keyifle radyodan söylenen şarkılara eşlik ediyor.
Adamı, otobüsteki huzurlu mutlu havayı kıskanmıştım.Bir an
önce o havadan kurtulmak için kendimi dışarıya attım. Geri geri perona
yanaşan otobüslerin egzoz gazları yoğun bir kirlilik oluşturuyordu.
Otogardaki karmaşa tam da ruhuma uygundu kendimi rahat hissettim. Son
anons gelmiş, herkes otobüse binmişti, aşağıda bir ben kalmıştım.
Hareket zili ile birlikte yürüyen otobüse son anda bindim. Aynı makamdan
o güzel şarkılar yine devam ediyordu. Otobüs içinde bir kaynaşma
vardı, dışarıdaki egzoz kokusu sigara dumanı olarak içeriye dolmuştu.
Yerimi aradım.
Eyvah! O adamın yanında yerim. Başımla
selam verip oturdum. O da başıyla selamımı aldı. Bir yandan da büyük bir
mutlulukla radyodaki şarkıya eşlik ediyordu. O’nu susturmalıydım.
“O’nun mutluluğunu susturmalıydım. Ben mutsuzdum, bulaştırmalıydım.” Laf
olsun da sussun diye sordum.
- Beyefendi, mutlu musunuz?
- Evet evladım, mutluyum. Hem de çok mutluyum. Dedi. Beni çok
şaşırttı, halbuki o yaşlı ben geçtim. Mutlu olması gereken bendim.
Ah! Şu benim bencil yüreğim…
-Ne o yoksa sen mutsuz musun? Diye sordu. Başımı önüme eğdim. Kırık bir şekilde;
-Mutsuzum. Dedim. Bir süre suskunluk oldu.
-Yavrum, sana mutsuzluğunun nedenini sormayacağım. Ben
mutluyum çünkü mutlu olma nedenlerimi çoğaltıyorum. Ben emekli ziraat
mühendisiyim. İki kızım var ikisi de üniversite bitirdi. İyi evlilikler
yaptılar, mutlular. Büyük kızımın yanında idik eşimle, torunlarımızı
sevdik, küçük kızım da doğum yapmış eşim acilen onun yanına gitti.
Sağlıklı bir bebeği oldu. Ben yeni torunumu, kızımı, damadımı, eşimi
görmeye gidiyorum… Özledim…
- Mutlaka
kendince bir haklı neden vardır seni mutsuz eden, ancak hiçbir şey
sonsuz ve kalıcı değildir. Evrende her şey değişim içindedir. Bak şimdi
güz mevsimindeyiz. Bu mevsim hazan mevsimi, hüzün mevsimidir. Bu
mevsimde hüzünlü olmak çok doğaldır. Hemen yakında kış gelecek bembeyaz
örtüsüyle kar bu hüznü örtecek, ilk kardelenler yırtacak hüznün
üstündeki karın örtüsünü o da kalıcı olamayacak. Ardından bahar gelecek,
öldüğünü sandığımız doğa yeni bir yüzle gülecek… Hüzün bitecek… Baharın
coşkusuyla, biz de doğayla birlikte dirileceğiz… Yeniden yeni şeyler
sevip yeni aşklar yaşayacağız… Hangi gece direnebilmiş ki şafağa? Doğada
teslimiyet vardır. Hakkına razı olmak vardır. Gece gündüze izin verir,
gündüz geceye… Doğum, ölüme izin verir. Bir yandan doğar bir yandan
ölürüz. Yani bir yandan yaşarken, öte yandan ölürüz. Bir gün yaşayan
yanımız tükenir. İşte ölüm bunun adıdır. Yaşayan yanımızın tükenmesidir.
Yaşayan yanımız tükenince razılık başlar razı oluruz ölüme… Sen, düşen
yapraklara üzülme onlar razı olmuştur ölüme, ondan kurutmuştur kendini…
Gitme zamanı gelmiştir onun… Dal, keyifle bırakır onu, hemen onarır
yaprağın kopardığı yerini… Sabırla bekler yeniden yeşermek için…
gürültüyle patlar zamanı gelen tomurcuklar…Artık dalda yeni hayatlar…
Hani bir türkü var ya bilmem biliyor musun? “Bir dağ ne kadar yüce
olsa arkasına yol dolanır…” Ölümden başka çaresiz olan yoktur. Her şeyin
çaresi vardır… Büyük bir keyif içinde anlatıyordu…
Muavin bağırdı.
- Ilgın’da inecekler…
Allahım! Ilgın’a gelmiştik, nasıl geldik ne çabuk geldik ? Anlayamadım.
Eşyalarımı toparladım. Elini öpmek
istedim, büyük bir olgunlukla izin vermedi, yanaklarımdan öptü.
- Nasıl şimdi mutlu musun ? Dedi.
-
Evet, mutluyum. Dedim. Güldü, ben de güldüm, aşağıdan keyifle el
salladım. Bana mutluluğunu bulaştırmıştı… İşin kötü yanı, mutluluğu
bulaştırmanın tadını da bulaştırmıştı…
Eve gelmiştim. Annem merdaneli çamaşır makinesinde çamaşır
yıkıyordu. Dağlar gibi çamaşırı var. Yazlıklar yıkanıp kalkacak falan
filan… İş çok…
-Oğlum aç mısın? Dedi… Açım demeye utandım. Boynumu büktüm. İçeriye uzandım. Yol yorgunluğu uyuyakalmışım. Annem uyandırdı.
Sofraya geldim.
Yağa kırılmış yumurta vardı…
(
Yumurta... başlıklı yazı
Güner Kutluk tarafından
1/6/2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.