3.

Yüz bin kere adımladım kıyamet sokağını. Her seferinde hafızam kendi kıyametini kopardı. Hatıra! Hatırımdan çıkmıyordu.
Hayalinin durduğu yerde abalı bir dilenci oturuyordu. Soracaktım onu. ‘Vuslat’ dedi.
‘Ko vuslata memluk olmayı, firak Nar-ı Beyza ise gece yeter sana.
Vuslata kul olma ki, has visal-i sadık; başka babın eşiğinde!’
Ben durmadan kendimden uzaklaşırken. Bir başka suret kuşanmış olduğu halde. Uzaklaşıp gitti dilenci.
Ben ben değilim. Ben dilenci değilim.
"O"
Ben o değilim.
Ben kendimden uzaklaşırken. Güya bir tek bakışı pusula tutarak ruhuma. Dilenci ikrar-ı efkârı gönlüme döküp gitti.
"O" Ziyanına girdiğim ticaret. Elden gelen hicrandır efendim, neyleyim.
Uzaklaştık.
Hayal-i hatırası kaldı geride.



4.

Erken bahardı.

Sessizlik elle tutulacak kadar koyulaşınca. Evin duvarlarına çizgi çizgi azap işledikçe geceler. Pencerelerde bir görünüp bir kaybolan gölgeleri izleyip dururken, yanılgısı muhtemel bir düşüncenin aydınlığında; ben oturup seni düşünmeye nasıl cüret etmişim kimbilir?

Erken bahardı.

Yangın rüzgârları sınıyordu şehrin ağaçlarını. Çiçeğe duran dallara ateş dokunuyordu. Tereddüt edilen bir sevdanın üzerine eğilip ağlamaktan başka ne yapardı bulutlar? Tedirginlik iki yüzü de bilenmiş bir bıçağın merhameti kadar acımasızmış. Bilmiyordum. Bulutlar üzerimde duruyordu. Beyaz parmaklı cellâtların hüneridir aşka kıymak. Benimse kalem tutan ellerimin arasından kayıp gitti sözcükler. Bulutların altında duruyordum. Ağlamak için en çok kelimelere sığınırmış insan. Bilmiyordum. Yağmurların kendine has bir suskunluğu varmış. Mahkûmların korkuları öylece başlarmış da, cellâtlar bilemezmiş bunu. Ve ateş varmış, cellâtlar için korkmaya değer olan. Yangın rüzgârdan hızlı da ilerlermiş bazen. Rüzgârın emir üzere esmesi gibi, yangın da emir üzere ilerlermiş, ömürler boyunca. Bilmiyordum. Bulutlar ses verdi. Anladım.

Kün Fe Yekün!

Sevda emir üzere geldi. Kader ona vardırmayacak mı beni? Bu çölde tükenip gidecek miyim? Tevekkül. Ey tevekkül, nerdesin? Endişelerim ona doğru akarken. Endişelerimin peşinden. Belki bulurum diye. Sokaklara attım kendimi. Mavi kubbelerin rahmetine sığınmaya koşuyordum. Hu! Hu! Arkamda helak edilen bir kavim yoktu ya; yine de arkama dönüp bakmıyordum. Bakamıyordum. Korkuyordum. Adımlarım sıklaştı. Kubbelerin ferahlığına doğru adımlıyordum hayatı. Ardımda kızılca kıyamet. Geniş caddelerden geçiyordum; kalabalık çarşılardan, dar sokaklardan. İnsanlar taşlar kadar dilsizdi. ‘Arkana bakma’ diyordu, sessizliğimden koparılmış sesler. Tevekkülle kaçıyordum. Kaderin yazısı tersten okunmazmış meğer. Gökten bela yağdı üzerime. Başım açıktı, ayaklarım yalındı. Beyaz taşların üzerinden haykırıyordu şairler. Karanlık içinde kaldı her yerim. Kuzgunlar çığlık çığlığa dönüp duruyordu etrafımda. Aşk belayla süslenmişti.

Bulmak! Ne bahtsızlık olurdu. Kaderi zorluyordum. Yoktu. Aramalar hep bir keşifle başlıyordu da, her zaman vuslatla tamamlanmıyordu. İçimdeki isyan denizini med cezir tutuyordu. Ben med, o cezir" Birimiz aşağı, birimiz yukarı! Bir aşağı, bir yukarı; bütün şehri dolandım durdum. Yoktu.

İsyan patladı patlayacak bir fırtınaydı başımda.
Yoktu!

Acemi adımlarımı yitirdim böylece. Kuleler yükseliyordu. Ya da ben gömülüyordum toprağa. Bir rüzgâr esti, kelebekler tütsü otlarının içine savrulup gitti. Bir dilencinin kehanetinde. Renkli kanatlar dağıldı duman duman. Korkuyordum. Diğer korkularımı unuttum bir anda. Emir çıktı aklımdan. Dönüp arkama baktım. Mavi kubbe yıkıldı. Daha bir kere göremeden yüzünü, taşa dönüştü kalbim.

İsyan patlayan bir fırtınaydı başımda. Edepsizce bir haykırış koptu ta içimin en dibinden; bulutların en üstüne doğru; "Ya ben, ya o" Ya oldur, ya öldür!’ Ellerimi açmadan haykırdım hem. Baş kaldırırcasına.

Az önce göklere çevrilen asi yüzüm, kelam bitmeden simsiyah düştü yere.
Yoksul şairler tırmandı beyaz taşların üzerine. Kubbelerde kelam yer buluyordu. Şafak vakti kan damlıyordu toprağa. Kaldırımlar her sabah ızdırapla uyandı. O günden sonra. Beyaz taşların üzerinde çile. Şairlerin dudaklarından kandan ve ağıttan başka bir şey dökülmedi. O günden sonra. Kader öylesi tecelli. Ağladılar.

Bahtım karası zülfüne, isyan düşürdüm neyleyim.
Şehir düştü isyanımla. Şiir düştü. Şair düştü.

Ağladım. Gözlerim simsiyah akıp gitti. Sırrımı ayan ettim, kalbim taşa dönüştü.
Ağladım. Elemi amel eyledi kaderim. Emellerimi yitirdim. Dilim lal oldu. Anlatamadım. Hale hale kuşatıldığım bir gökkuşağının ortasında renkleri yitirdim. Günden güne tükendim. Ellerim eridi, yüzüm eridi. Vücudum hilal oldu. Hale hale koyulaşıp gidermiş karanlık. Anladım.

Boşlukta asılı kaldım.

Ağladım. Hayallerimi yitirmeden henüz. Kalbimi avuçlarına aldı. Toprak olmamıştım henüz. Beyaz bir mendile sarıp bana uzattı. Sildi gözyaşlarımı. Düşmekle doğrulmak. Ellerimi tutup kaldırdı düştüğüm yerden.

Kün Fe Yekün!

Erken bahardı...
( Elveda Endülüs 2 başlıklı yazı Mümin Munis tarafından 17.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.