Ne kadar çok anlatacak şeyi de varmış diye geçti aklından. Çocuklarına mı anlatıyordu bu hikâyeleri yoksa içinde o yaşına dek bir yerlerde sakladığı çocuksuluğa mı? Neşeyle gülüyor, burnunu, kulağını yakalamak için uzanan solucan parmaklardan bir türlü sakınamıyor kendini. Bir vakitler saçlarına düşen aklara takılırdı bakışları, şakaklarının üzerinde gençliğinin henüz yabancısı olduğu bir renk iken, aklık. Siyahın zıddı, yağan karın sıcacık rengi. Ulu dağlara nasıl yakışırsa öylece yakışırdı şakaklarına. 

Yelkovanın akrebi kovalamacasın da zaman da erirmiş meğer ve beyazın aynı zamanda renksizliğinde adının olduğunu öğrendiği yıllar geldi peşinden. Parmaklardan sakınmaya çalışıyordu hala o baş kendini, omuzlarına tüneyen diğer torunu almaya çalışana gözdağı vererek. Yazı ve kışı bir anda iç içe yaşayan koca dağlardan sanki ne eksiği olacakmış kocamış bir insanın, aklına düşen şey işte tam olarak buydu o sıra. Bahçeye çıktıklarını gördü sonra, açılan kapı eşiğine düşen hareketli gölgeler çınara doğru kısalarak kayboldular ortalıktan. Küçük olan, gümüş ışıltıların yıkadığı yaprakların orada, çınar ağacının gri bulutlarla gölgelendiği yerde kımıldamadan, öylece duruyordu. Omuzlarına düşen eşarbı tutmasa, saçlarının savrulduğu yere uçup gidecekti. İnatçıydı, koşardı ama peşinden takılıp kalacağı çalılığa kadar, nefes nefese kalsa da. Parmakları arasında başının üzerine doğru kaldırır rüzgârda dalgalanışını izlerdi. Çocuksuluğun masumiyeti sinmişti kırmızı eşarbına, sarıldığında içine doyasıya çektiği. Hasta demişlerdi; hem de çok, sayılı diyorlardı günleri. Yüzlerce kilometre kat ederek döndüğü sıla da karşılama cümleleriydi bunlar. Vakit hayli geç, kara ufuklar zemherinin nabzının attığı yere kararıp küçülmekteler. Gözünün karalığına yenik düşüyorlar yinede. Olmazı olmaz edip yorgunluk ve uykusuzluğunu unutmuş yollara düşmüştü yeniden. O’nun canına can katacak canlarda takılıp düşmüştü peşine. Yol boyunca iç içe karaltılar, ağırlığını göğün taşıyamadığı kasvetli bir fırtınanın kılavuzluğunda tepeye yükselerek daralan yollarda daralıyor nefesi. Yollar değil belki ama sıhhatinden yana umduklarıydı aslında tükenenler. Beyaz toprakla sıvanmış asırlık kapı açıldığında bir sıcaklık yalayıp geçti yüzünü. Hastalık, yalnızlık dolu odadan kırağı yemiş acı patlıcan gibi buruş buruş, yılların eskitemediği sağlıklı bir yüzün hoş geldin karşılamaları arasında kıvrılmıştı pencere yanındaki köşeye. Yorgunluk çayları yudumlanırken karamsarlığın beslediği ölçüsüz sayıklamaları çoktan bağışlamış, hatta hesapta olmayan böyle bir mutluluğa neden olduğu için minnet dahi duymuştu. Gökte ilk ışımalar ile ayrıldı oradan. Avludan atılan bir avuç buğdaya baştankaraların üşüşerek çamurlu zemini didiklemeleri arasında çıktı yola. 

Sonra fersah fersah uzaklarda, yüreğinde bir yerlerde sala işittiği gün gelmişti, hayra yoramasa da hayır olduğunu bildiği, ardından da beklediği haber, telefonda tanıdık bir ses. “Baş çeşme” mezarlığı değildi defnedildiği yer, yaşlı çınarın gölgelediği köy mezarlığının yola bakan tarafı. 

İçeri girdiler, belli ki doymuşlardı oyunlarına. “ Gitmemiz gerekiyor artık” dedi. “ Kısmetse seneye tekrarı. ” Arabaya binerlerken küçük kız dökmüştü yola elindeki suyu. İncecik parmaklar bulutlara uzanmış tırmalar gibi her şeyi, el sallamaktaydı, durmaksızın orada. 

( Baştan Karaymış Baştankaralar başlıklı yazı Aydin Akdeniz tarafından 3.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.