...
İstanbul , Bir Zamanlar…
17 Ekim 1957 Sabahın erken saatleri ; Galata
Köprüsü üzerinde karşılıklı iki tarafa doğru yürüyen, işlerine giden insanlar.
Biraz serin ve sert bir havanın neden olduğu rüzgâr nasıl bir kışın yolda
olduğunu gizli gizli fısıldıyor. Genel olarak kıyafetler günün tarzı, Avrupai,
şık ve modern. Hayatın zorlu şartları geçerli olsa da çalışarak iyi bir imkan
ve geleceğe erişebileceklerini idrak etmiş insanlar. Yalın, eğitimli, düşünceli
ama bir o kadar da rafine yüzler. Birbirleriyle tanıdık olanların konuşarak
ilerleyişleri, kelimeleri hatta rüzgârın da tesiriyle neredeyse harfleri havada
asılı bırakıyor. Duyulan zarif kadın seslerinin sahipleri sesleri kadar şık
kıyafetlerini ve güzel görünümlerini hakkıyla taşıyacak kadar asil ve halktan.
Halk kırk yıl öncesini çok iyi biliyor. O zamanlar hafıza-i beşer sanki nisyan
ile malûl değil.
Karaköy yönüne doğru ilerleyen insanların
içinde biri kadın iki kişi konuşarak ilerliyorlar.
-Emin Bey azizim, babanız aktar mesleğini bırakmak
istemiyor değil mi?
-Evet Leyla Hanım. Yaşına rağmen tereddüt bile
etmiyor mesleği için. Her sabah hazır asker.
-Babanızın baharat sarmak için tedarik ettiği
mecmua ve kitaplardan İngilizce veya Fransızca olanların çıkması ne kadar iyi
oluyor. Tercüme alışkanlığı için çok faydalı oluyorlar.
-Size hayranım Leyla Hanım. Bu kadar
meşguliyetin yanında lisan için de durmadan çalışmanız beni çok etkiliyor.
-Biliyorum ama masama sık sık bıraktığınız
rengarenk çiçekler, o güzel kokulu çiçekler sanıyorum yalnız lisana olan
düşkünlüğüme duyduğunuz hayranlık olmasa gerek.
Emin Bey öylece gözlerine baktı Leyla
Hanım’ın. Derin bir sevgi, hayranlık ve nezaket ile…
-Leyla Hanım sizi öğle paydosunda bir kahve
içmeye davet ediyorum. Hem de ilginç tercümelerinizi konu ederiz. Pek güzel
konular ve tasvirler anlatıyorsunuz.
-Çok memnun olurum. Babanızdan getirdiğiniz
kısmi bir kitap vardı. İngilizce ; onunla ilgileniyorum bu zamanlar. Müthiş bir
kitap. Kahvenin yanında size aktaracağım çok şey var.
Konuşmanın birkaç adım sonrasında çalıştıkları
banka binasının büyük kapısından içeriye girdiler. Selamlaşarak kendi
bölümlerine giderlerken, bu kadar bir ayrılığa bile tahammüllerinin olmadığı;
kalplerinin ağrıdığı onlara dikkatle bakan gözlere gerçeği ifade ediyordu.
Binanın girişinden sonra ulaşılan büyük kabul
salonu, kendi bölümlerine giden insanların ayak sesleriyle yankılanırken diğer
bir ses de ortada duran büyük ahşap saatin tik tak sesleriydi. Kalın ceviz
mobilyasının taşıdığı bu saat insanlara zamanı söylerken, aslında birçok
söyleyemediği anıyı da barındırıyordu. Sağ alt köşesinde bir kurşun deliği
vardı; işgal döneminden kalmış. İngiliz askerleri Sirkeci Posta ve Telgraf
Nezaretini bastıktan sonra istikametlerini bu tarafa çevirmişler ve binaları
tek tek kontrol altına almışlardı. Bu banka binası aynı zamanda ticari bir
telgrafhaneye de sahip olduğu için arbede çıkmış ve işgali benliğinde kabul
etmeyen iki Türk bu saatin hemen önünde vurulmuştu. Benliğinde kabul eden Türk
de yoktu zaten. Keza hatırın ve birlikte yaşamanın azizliğini kabul eden bir
çok Rum, Ermeni veya Yahudi de tuzağa düşmüyor ve işgali istemiyordu. Aynı anda
İngilizlerin önüne çıkarak daha fazla Türk’ün de vurulmasını engellemişlerdi.
Bu durumun haberi ulaşınca kendi soylarından çeteler tarafından da feci
dövüldüler. Böylesine kaynayan kazanların içinde bir şehirdi İstanbul.
Şimdi otuz yedi yıl sonra büyük ahşap saat
öğle vakti on ikiyi gösteriyordu.
Önce Emin Bey saatin önüne geldi ve hemen
ardından Leyla Hanım. Füniküler hatta binip doğruca Tünel’e çıktılar. Daha önce
de gitmiş oldukları pastaneye girip kahve ve kurabiyelerini sipariş ettikten
sonra Leyla Hanım çantasından notlarını, çalışma defteri, bir lügât ve kalemini
de çıkarıp masaya düzenli bir şekilde yerleştirdi.
-Emin Bey hazır mısınız dinlemeye?
-Her zaman ve hatta sonsuza dek…
Leyla Hanım gülümsedi. Notlarından en üstte
duranı önüne aldı ve,
-Şimdi bu kısmi kitap 1895 tarihli Boston
Roberts Brothers yayınevi basımı iki ciltlik bir kitabın birinci cildinin yüz
elli sayfalık bir parçası.
-Bu nasıl gelmiş ki bizim memlekete? Boston
Amerika… Ben daha çok buradan oraya kitapların gittiğini biliyorum.
-Kitabın adı Konstantinopolis ve olduğu gibi
bir yalın tarihçi yaklaşımı ile yani farklı bir amacı ve ideolojisi olmadan
Robert Koleji Tarih Profesörü Edwin Augustus Grosvenor tarafından yazılmış. Hem
tanıdığım sahaflar hem de kütüphanede yaptığım tetkikler sonucu kitabın
künyesine eriştim ve hatta kitabın ciltlerinin tamamını da görebildim.
İstanbul’un tüm zamanlarını, mitlerden yazıldığı yıla kadar birçok değerli
malûmatı taşıyor. Özetle İstanbul’un tüm ama tüm renklerini bu kitapta görme
şansına sahip olabiliyorsun.
O sırada garson müsaade istedi ve kahveleri servis etti. Teşekkür ettiler ve birkaç yudumdan sonra Leyla Hanım kaldığı yerden devam etti.
-Sayende merak duyacağım bir kitabı daha öğrenmiş
oldum. Sana ve babana ne kadar müteşekkirim anlatamam.
-İnanın ben de o kadar memnun oldum bu duruma.
Peki babanız rahatsız oluyor mu bu tercüme ve okumalardan. Şimdi ne de olsa
İngilizlerin mağdur ettiği bir insan.
-Babam, biliyorsun bankada büyük saatin önünde
vurulanlardan birisi olmasına istinaden tam bir İngiliz düşmanı kesilmiş.
Öncesi de var tabi Gelibolu. Ancak bilim ve medeniyet savaş meydanlarında
gelişmez. Barışın hüküm sürdüğü kozmopolit okullar, kütüphaneler ve bilimsel
meclisler tüm malûmat dünyasını kin ve öfkenin üzerinde tutar diyor. Ayrıca
İstanbul işgalden kurtulduktan sonra inatla İngilizlerin Gelibolu’da kalma
isteklerini yine İngiliz Halkının kendi ordusuna Türk Yurdunu Türklere bırakın
iradesiyle kırdığını da biliyor. Yani babamın kurşun yarası acımıyor artık.
Onun en büyük özlemi, aslında canını acıtan en büyük özlemi tüm bu işgali
bitiren ve hürriyeti halka veren Mustafa Kemal Paşa. On dokuz sene sonra bile
onu ağlatan acısı bu özlem. Aslında Türk Milletinin özlemi de böyle…
Kısa süreli bir sessizlik içerisinde
kahvelerini bitirdiler. Leyla Hanım devam etti,
-Şimdi bu güzel İstanbul’un bu kitaptan sızan
renklerine ve ışıklarına dair bir kısım tercümemi okuyayım
-Sizi tüm kalbimle dinliyorum Leyla Hanım
Leyla Hanım samimi gülüşünü, gözleriyle
asalete döndürüp sözleriyle de tercümesini aktarmaya başladı… Zifiri karanlıkta
huzur veren ışıkları serbest bırakır gibiydi…
-Farklı yerleşimler
ve dönemeçli kıyılar birlikte arzu edilen karasal güzelliğin mükemmelliğinde
birleşirler. Başkentin kubbelerini ve minarelerini sabahın erken vaktinde doğan
güneş, boyamaya başladığında Marmara’dan sunulmuş olur ki veya akşamın erken
zamanlarında, görkemli gün batımının istilasında her dalga ve her çatı adeta
titrek görünür ya da Boğaziçi’nin tepelerinden herhangi bir zamanda gözlemlendiğinde,
sonsuz çeşitliliğin kendi kızıl değişiminde, böylesine bir manzarayı
somutlaştırmak, kimse için mümkün değildir, tasavvur bile edilemez ve bunları
en sık görenler dahi layıkıyla tanımlamayı imkansız bulurlar. Dahası, sahnenin letafeti ile tüm görünümüne yayılmış ve romantizmin ve tarihi hatıraların
halesiyle pekişmiş, her kaya ve her falezin dönüştüğü ve her koy ve geçidine
dokunan ve en cansız işlenen toprağın en küçük zerresi ve ilgisiz gözünü diken
dahi titrer, hep var olan birlikteliklerin heyecanı ile…
Ertan Kargıtuğ 20 Mart 2022
Renkler ve Işıklar 4