Siyaset sözcüğü dilimizdeki birçok
sözcük gibi Arapçadan gelmektedir
Siyaset sözcüğünün kökeni, “siyasa” (eğitmek, düzenlemek, yönetmek) sözcüğüdür.
Bu kökten, dilimize seyis, sipahi, süvari vs. sözcükleri de girmiştir.
Siyaset sözcüğü kadar sık
kullandığımız hatta birini diğerinin yerine koyduğumuz “Politika” sözcüğü
nerden gelir?
Antik Yunan’da şehir devletlerinin
adına “polis” denirdi. Örneğin Konstantinopolis (Konstantin’in devleti)…
Politika sözcüğü de “polis” yani devlet sözcüğünden türetilmiş olup, devlet
işlerini yürütme sanatı anlamındadır. Siyaset
ve politika sözcükleri, bizim ülkemizde genellikle aynı anlamda kullanılmaktadır.
Türk Dil Kurumu da siyaset için “devlet
işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” derken,
politika için de “devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak
düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü, siyaset, siyasa” diye ifade
ederek politika ve siyaset sözcüklerinin aynı anlama geldiğini kabul etmiştir.
Özetle, bu sözcüklerin (politika ve
siyaset) ikisi için de “Devleti, dolayısıyla toplumu yönetme sanatıdır.”
diyebiliriz.
Buraya kadar anlatılanlar, siyaseti,
devleti yönetenlerin ya da devleti yönetme isteği içinde olanların yani
muhalefetin tekeline bırakmaktadır. Buradan bakınca halklara yönetilmek hakkı
kalmaktadır.
Yüzyıllarca mutlakıyetle yönetilen
devletlerde, yönetilmek halkalara kader olarak dayatılmış. Bu kaderi çeşitli
sebeplerle kabul etmeyen, isyana kalkışanlar da katliama, kıyıma uğramışlardır.
İmparatorlukların, krallıkların
(yönetim şekli ister mutlakıyet isterse monarşi olsun) tarihi, bu kanlı
katliamların ve zulümlerin tarihidir aslında…
Söz konusu yönetenler, sözde
asillerdi. Halk da işçiler, köylüler, köleler ve zanaatkârlardan oluşuyordu.
12. ve 13. yy.da zanaatkârlar aynı
zamanda ticaret de yaparak güçlenip ayrı bir sınıf olarak karşımıza çıkarlar.
Bunlar, ne köylüdür ne işçi, zanaatta hünerli ticarette başarılı zengin
burjuvalardır.
Burjuvalar, ticaretten kazandıkları
paralarla, toprak sahiplerinden yani asillerden toprak alarak mülk edinirler. Edindikleri mülkleri korumak adına, mülkiyet
hakkı, insan hakkı, okuma hakkı gibi taleplerle, halkın desteğini de alarak, 15.
ve 16. yy. boyunca feodalizmin tutunduğu dalları ve tabuları yıkarak aydınların
desteğinde aydınlanma sürecini başlatırlar.
Avrupa’da başlayan aydınlanma
mücadelesi, güçler dengesini kralların ve kilisenin aleyhine değiştirmektedir.
Krallar, meşruti yönetimlerle, yetkilerini halkın temsilcileriyle paylaşmaya
razı olsalar da aydınlanma ateşi, sözde asillerin süslü kumaşlarını yakmakta,
tabuları yıkmaktadır.
Amerika’da başlayan iç savaş ve bunun
sonucunda (1781) Amerika burjuva devrimi ve 1789 Fransız devrimleri ile
burjuvazi halkın ve aydınların da desteğini alarak iktidarı ele geçirmiştir.
Süreç, ulusal devletlerin oluşma
sürecidir. Son imparatorluklar, Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sı da
Birinci Paylaşım Savaşı (1914- 1918) sonrası, tarihin sayfalarına
gömülmüşlerdir.
Görüleceği gibi burjuvazi iktidara
yürürken yenilikçi, aydınlanmacı, devrimci ve hümanisttir. Halkların ve
aydınların desteğini ve güvenini bu özellikleriyle kazanmışlardır.
Ne var ki (1789 Fransız İhtilalini
başlangıç kabul edersek) o günlerden günümüze burjuvalar, yaklaşık üç yüz yıl
ulus devletleri yönetmektedirler. Büyük topraklara, fabrikalara ve diğer üretim
araçlarına sahiptirler.
Bu üç yüz yılda burjuvazi güçlendikçe
rengini değiştirdi. Artık burjuva kapitalistlerin, şairin dediği gibi, “yedikleri insan eti içtikleri kan olmuştur”
Halklar ya kendi küçük toprağında
çiftçi ya şehirlerde işçi ya da devlet hizmetinde memurdurlar. Yani ücretli
kölelerdir.
Demokrasi ve özgürlükler burjuva
yasalarının izin verdiği kadardır. Yasaları, burjuva iktidar ve sözde muhalefet
partilerinin milletvekilleri yaparlar. Bağımsız yargının bağımsızlığı, burjuva
yasalarıyla sınırlıdır.
Montesquieu (1689 – 1755 Fransız
düşünür)’ da “Özgürlük, yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır” dedikten
sonra, “Yasalar özgürlükler için şart ama yeterli değil” diyerek önceki sözüne
açıklık getirmiştir.
Evet, dört yılda bir seçimler
yapılır. Halkın seçme, seçilme hakkı vardır var olmasınada onun da sınırları
vardır. Milletvekili adayları halkın içinden de gelse burjuva devletine bağlı
kalmak, var olan düzeni korumak yükümlülüğü ile gelir. Yoksa adaylıklar baştan
engellenir. O yüzden belli zamanlarda iktidarlar değişir ama halkın durumu
değişmez.
16. yy.da Machiavelli (1469- 1527), burjuva siyasetinin manifestosu
diyebileceğimiz düşünce ve gözlemlerini Prens (Hükümdar (1531) adlı eserinde,
siyasetçilerin ikiyüzlü olduklarını söyler. Siyasi liderleri kurnaz, verdiği
sözleri tutmayan, zalim, insanları yalanlarıyla ikna eden yalancılar olarak
tanımlar.
Süleyman Demirel (1965– 1993)’in de söylediği “Dün dündür, bugün bu gündür.”
anlayışıyla dün söylediklerini bu
gün inkâr ederler, demektedir.
Bu kirli siyasetin temsilcileri,
toplumsal gösterilere, düzenleri için tehdit oluşturmuyorsa, hoşgörülüdürler.
Adam Smit (1723 – 1790 İskoç filozof) bu durumu “Bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler!” diyerek ifade etmiştir. Süleyman Demirel’de taleplerini duyurmak amacıyla
yürüyüş yapanlar için, “Yollar yürümekle aşınmaz” sözünü kullanmıştır. Bu
ifadeler ne anlama geliyor: Siz yürüyün, gösteri yapın, slogan atın, çığlık
atın, biz bildiğimizi yaparız!
Bildikleri tek şey, halktan alıp
kapitalist burjuvalara kaynak aktarmak, ülkenin yer altı ve yer üstü
kaynaklarını uluslararası tekellerin talanına açmaktır. Çünkü varlık nedenleri
budur.
Buraya kadar siyaset ve politika
sözcüklerinin dilimize nereden geldiğini; burjuva sınıfının işçi-köylü
sınıfından farklı bir sınıf olduğunu ve üretim araçlarının sahipleri
olmalarından dolayı işveren zenginler olduğunu öğrendik. Gücünü zenginliğinden
alan bu sınıfa kapitalist, ekonomik ve siyasal düzenine de kapitalizm diyoruz.
Kapitalistler için siyaset, adalet,
eğitim ve diğer kurumların hatta dinin bile varlık nedeni burjuva kapitalist
düzenin bekası içindir.
Kapitalistler ve onların sözcüleri, kendi
düzenlerini kutsayarak, değişmez olduğunu vurgulayıp, halklara kader olarak
dayatmaktadırlar.
Oysa “Emperyalizm ve kapitalizm
yerkürenin kanseridir. Yerin altını üstünü talan ederken, insani değerleri de
yok eder”
Bu gerçeği (işçi, işsiz, köylü,
memur) bütün dünya halkları, üç yüz yıl boyunca yaşayarak ve ağır bedeller
(açlık, işsizlik, yoksulluk savaş vs.)
ödeyerek öğrenmişlerdir.
“Politika ile uğraşmayacak kadar
akılı olanlar, daha aptallar tarafından yönetilerek cezalandırılırlar.” Eflatun ( platon MÖ. 427– 347, Yunan
filozof)
“Politikacılar dünyanın her yerinde
aynıdır, nehri olmayan bir yere köprü yapacaklarına söz verirler.” Nikita Khrushchev (Kruşçev, 1894-1971,
Rus devlet adamı)
“Demokrasilerde meclisler ahır
gibidir, içerdekiler tepişir ama tekmeyi hep dışarıdakiler yer.” Eflatun
“Demokrasi halkın, halk tarafından,
halk için sopalanmasıdır.” Oscar Wilde
(1854- 1900, İrlanda yazar)
Önemsediğim bu sözleri de
paylaştıktan sonra yazımı şöyle sonlandırmak istiyorum.
“Kapitalizm, her ülkede milyonlarca
kandırılmış ya da korkutulmuş salak ve onların sırtında yüzlerce asalak ile
varlığını sürdürür.”
Her ülkede asalakların sayısı
genel nüfusun yaklaşık %10’u kadardır.
Bu orana din görevlileri ve düzenin bekçileri de dâhildir.
----------------------------------------------------------- Tahir Eker 8.4.2020