1
Ey kutsal şehir!
Ey Selahaddinî şehir. Ey meleklerin, Burak'ın, ve Om'ar'ın
şehri. Ey gökte inşa edilmişlerin en güzeli, ey cennetten bir parça. Ey,
El-Guds.
Ey Süleyman'ın ve Davud'un ve İsa'nın ve Meryem'in (selam
onların üzerine olsun) şehri. Ey mübarek topraklardan toprak olan bu şehir.
Ey, Yavuz'un ve dahi Kanuni'nin
ve Abdülhamid'in şehri.
Yola
çıktığımda benliğimi de almıştım yanıma. Valizimin ortasına sarmış sarmalamış,
gençliğimin en azametli yıllarını tutsak etmiştim. Vize gibi politik olayların
ortasında büyük savaşlar vermiş; uçak ücreti gibi bilinmedik diyarlardan gelip
içimize karışan maddiyatın esiri olmuştum.
Her şeye rağmen düşmüştüm yollara. Ceysi ile. Evet,
valizimin adıydı bu. Ceysi. İthal olduğu için ona bu adı vermiştim. Yanıma
yoldaş, elime ağırlıktı; ama çok şehir görmüştük onunla. Prag’ın çıkıntılı
patikalarını aşmıştık birlikte, Roma’nın yamanmış asfaltlarından geçmiş,
Almanya’nın beton binalarının gölgelediği sokaklarında, Brüksel’in ve Hollanda’nın yeşil yollarında
kalakalmıştık birlikte. Büyük yolculuklarda küçük yardımlarla kalmıştı yanımda;
ama hiç ayrılmamıştı benden. Bir adım, hatta tutup sürüklediğim, onu zora
soktuğum kolçağıyla hep arkamdaydı. Sımsıkı bir dosttuk biz onunla.
Yorulduğumuzda mızmızlandığım tek şeydi o. Hatta ben mızmızlanırken, aramızda
kalsın, tek küfreden de oydu.
Bir Cumartesi sabahı düşmüştüm yola. Sabiha Gökçen’de
bilinmedik ve yabancı bir diyara götürecek uçağa iki saat kala elimde kahvem,
zihnimde “geri mi dönsem acaba?” gibisinden bir düşünce ile bekliyordum. Yanmak
için bekliyordum; ama nefsim vazgeç diyordu. Bilmiyordum ki orası bir ateş,
yandıkça yanacağımı.
Uçak havalandıktan hemen sonra memleket özlemi içerimi
kavururken, orada ne yapacağım? –diye kara kara düşünmekten de kendimi
alamadım. Bıraktığım bir hayatım ve beni bekleyen bir hayat vardı. Seçim yapmak
zorundaymış gibi hissettiğim bir durumun ortasındaydım anlayacağınız. Zihnim
bir seçeneğe zorlasa da beni, kalbim seçimini yapmıştı çoktan. Yanacaktım. Hem
de öyle bir yanacaktım ki küllerim savrulacaktı Türkiye’ye dönerken.
Tel-Aviv’e indiğimde dört bir yanda İbranice ve Arapça ve
İngilizce harfler selamladı beni. Büyük bir hoşgörünün timsali dedim önce; ama
madalyonun öbür yüzünü çok sonra görecektim. Bir Arapça yazı için bile verilen
canların, alınan kararların çetelesini çok sonraları tutmaya başlayacaktım.
Koşar adımla çıktım havalimanından. Hızlıydım. Gitmek istiyordum. Bir an önce
son durağıma, vuslata ereceğim mekana koştum. Bir solukta orada olacaktım,
sonra Selahaddinî şehrin içerisinde varış noktama yani Kubbet-üs Muazzama’ya ya
da bildiğimiz adıyla Kubbet-üs Sahra’ya ulacaktım.
Hava alacakaranlıktı. Ay Recep’in sonunu, Şaban’ın başını
müjdeliyordu. Hicri takvimin nasıl şekillendiğini bilenler demek istediğimi
anlayacaktır; hareli bir gökyüzünün nasıl bir manzarayla selamladığını anlatmak
istesem de kelimeler kifayetsiz kalıyordu.
Kanuni Süleyman’ın yaptırdığı surların ortasında altın
kubbesiyle ayın altında sarı bir feneri andıran mabedi gördüğümde bugüne kadar
ne yaptığımı, ne yaşadığımı sorguladım. Bunu inkar edemem. Kara Avrupa’sının
balkanlar dışında tamamını görmüş biri olarak, Kubbet-üs Muallak’ayı gördüğümde
hiçbir şey görmediğimi söyledim kendi kendime.
Çocuk cıvıltılarını, bahçede top peşinde koşturan
çocukların yüreğindeki heyecanı, var ile yok arasında değişen orta yaşlı
amcaların ellerindeki kahve fincanından tüten dumanı, kısacası size bir mescid
sınırlarında yaşanabilecek ne kadar mükemmel anılar varsa anlatmak isterdim;
ama gönül bunları yaşamanız tarafında.
Eski Kudüs sınırlarında yaşayan bir ailenin evinde
misafir oldum. Safranlı pilavlarının, ismini unuttuğum baharatlarla süsledikleri
tavuk etinin, dahası hurmalı baklavalarından tattım. Neden bunca yemek
isimlerini yazıyorum? Şunu demek için: bizler nasıl bir misafire kıymet verir,
onları ağırlarsak aynı durumun mislisini orada gördüğümü söyleyebilmek için.
Dahası, “Türki, Türki, hoğş geldiğn” diye peşinden koşan çocuklarla muhabbet
etmenin tarifsiz keyfini, “bugün bizim eve gel, seni ağırlamak, yedirip içirmek
isteriz” diyen Müslümanları görüp müslümanlığın nasıl bir şeref olduğunu daha
önce yaşamadığınıza sizi temin edebilirim.
Üslübum için kusura bakmayın, alelacele yazdım; çünkü
çalışmam gereken sınavlarım var; ama yazmadan da edemezdim. Sınavlarım içinde
dualarınıza talibim.
Ez-cümle, Kudüs’e gidin. Mescid-i Aksa’nın hüznüne kulak verin. Kubbet’üs Sahra’dan dökülen gözyaşlarına ve feryatlarına iştirak edin. Ve dört bir yanına, taşına toprağına ve dahası insanlarının gönlüne yazılmış “Republic of Turkey” olarak onlara ufacık bir gülümsemeyi çok görmeyin.