Hüzün kokan görüntülü radyonun yankısı odanın matemli havasını kabristana çeviriyordu. Ölüm hiç bu kadar ağırdan yankılanmamıştı. Belki de biz gerçek ölümün yankısına yabancıydık.   Odanın her tarafı değişik tabut imgeleriyle donatılmıştı. Bu imgeler odanın süsünden öte odanın temel yapısıydı. Her parça farklı renkten, farklı sesten ve farklı devirdendi. Karanlık sokaklarda yolunu kaybetmiş aydınların nefes alıp verdiği üç adım beride oluyordu olanlar yağan yağmurun inadına. Olanlara inat, olacaklara nispet her tabutta, kıyılan bir canın bitiği filizleniyordu. Bitki kelimesi ilk defa bu odada olanlara karşı filizleniyordu. Ve ilk defa “filizlen-“ kelimesi ölüme doğru haykırıyordu. Onurlu ölüm… Doğuma giden her ölüm bitmek filinin filizlenmesi değil mi? Zaten kâinat bitiğe gebe kalmıyor mu her batan güneşin ardında? Sararan yaprağın dala yankısı mıdır acaba kökteki geçici tabut seyahati? Ve odaya bir görüntü daha düşüyordu, düşen sayısız görüntünün uzun olmayan dünün katliam vesikasının ardından.

            Bu odada olanları bir bir anlatan bu son görüntüydü; çünkü görüntünün iki tarafı vardı. Her iki tarafa selamlı bir anlatıcıydı.

            Benim düştüğümü gören oda sakinleri bana dilsiz bir merasim hazırlamışlardı. Merasimin özelliği kendilerindendi. Sesin susturulmasında doğan sakinliğin bir öte adımı olan sakinliğin sakinliği oluşturuyordu sakinlik tanımını. Sakinliğin ikinci tanımındaydılar beni karşılayanlar. Bunların hiçbiri odanın dışından bir kelimeyle içeri girmemişlerdi. Benim hazinemde de dünyalık bir kelime yoktu ama dünyalıktan bir iz vardı. Bu iz dışarıya karşı korumalıydı.

            Merasimin ardından her bir suskunluk köşesine çekildi. Odaya hâkim üç suskun renk vardı: Kırmızı, siyah ve beyaz. Kırmızı beyaza, beyaz siyaha, siyah da hepsine hâkimdi. Birden kendime baktım…  Hiçbir renk yoktu. Renge bürünmemiştim henüz. Bundan dolayı odanın mozaiğinde sırıtıyordun düşman elinde alaya alınan sancak gibi. Odanın bir kapısı vardı pencere görevini de gören. Ben kapının hava geçiren tarafındaydım. Üstümde siyaha hâkim beyaz, altımda beyaza hâkim kırmızı, yanımda da her renge hâkim siyah vardı.

             Bu odada üç gün kaldım. Üç büyük gün… Zaman ötesi bir menzilde inşası yapılan bu odadan size üç büyük hikâye anlatacağım.

            “Doğumuma pek hazırlıklı olmayan “bir” gökyüzünün hüzünlü bulutlarının hâkim olduğu “bir” vadinin terk edilmiş “bir” köşesinde misafirliğimden korku terlerini kutsal nehre akıtanlar… Geliş sebebim olanlardan küstahça bir karşılama… Beni çağırıp kaçan korkakların çığlıkları beni bilinmez berilere itiyordu. Benden önce beş misafire vize çıkmamış bu lanetli “bilinmez” yerden. Bilinmez yerin misafirlere karşı bahanesi hazırdı tabi ki: Kusura bakmayan sizi çağırdığımızda varlıklıydık şu an size verecek bir lokmadan… Bu bahane, adına anne diyecekleri varlığı katil yapıyordu üç saniyelik bir zaman diliminin ardından.” Hikâyesini bitiren üstümdeki arkadaşım kendini istemeyen yerin halini çok berilerden gördüğü için onlara şu kutsal mesajı bırakıp bu ıssız odaya gelmiş:

            Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz. Kuşkusuz onları öldürmek büyük bir günahtır.(isra-31)

            “Üç beş saniyelik bir zevkin günahı olmak, filizlenen yaprakların ağaçlardan kaçıp kendilerini kızgın çöllere atmasının betimlemesiyle resmedilir kızgın ressamların fırçalarında. Bu günahın devam edilmemesi için kendine yer bulması gerekir edebi dizelerde. Maalesef edebi dizelerde ağaçların kahramanlıkları sıralanır, yaprakların baharda sararması mürekkebe akıl zararı görünür. Zevkin her iki tarafı da suçtan kaçar ahlak kurallarının kendilerine verdiği torpille. Torpilin dışta kalmış tarafı olarak yine modern kurallar çerçevesinde modern bir törenle ıssız odaya dönüş yapılır. Girizgâhım çok didaktik olabilir. Ama ben bu saatten sonra aşk okuyla sarhoş olmuş salak âşık dizelerini okuyamam. Ben oynanan belirsiz bir oyunun neden yenilen tarafı oluyorum. Üstüne üstlük oyunu oynamadan yenilen olmak... Haksız bir yenilgi tanımının edibi olmak zor geliyor bana.”  Altımdaki arkadaşım kokan hikâyesi beni de sarhoş ediyordu. Kokan hikâyenin kahramanı öyle kızgındı ki arkasında not bile bırakmamıştı.

            Üçüncü hikâyeyi ben dinledim ama anlatamam. Üçüncü hikâyemin kahramanı diğerlerinden çok farklıydı. Erkek değildi bundan dolayı erkeklik oyunlarında erkek kahraman olamazdı, erkek ismini alamazdı, salya seanslarında tecavüzün öznesi olamazdı… Daha sayamadığım birçok özellikten mahrum olduğu için odanın dışındakiler tarafından değişik törenlerle bu odaya gelen sayısız isimsizlerden biriydi. Odada bulunduğun üç günlük zaman tünelinde en fazla odaya yerleşenler üçüncü hikâyenin kahraman taifesindendi. Bu taifeden gelen her bir bireyin elinde, geldikleri utanç yerden üstad olarak bilinen bir şairin şu sözü vardı:

            Kadın; diri diri gömülürken onu oradan çıkarıp, ayaklarının altına cenneti seren dinin adıdır “İslam”.

            Hüzün kokan görüntülü radyo açık kalmıştı: Sevgili seyirciler bütün ülke kendi ölümünü durduran “eli” konuşuyor. İbretlik olay şöyle meydana gelmiş: Çocuğunun sakat ve hareketsiz olduğunu doktorlardan öğrenen anne büyük bir cehennemi zaman hengâmesinden sonra çocuğunu aldırmaya karar vermiş. Kürtaj olmak için hastaneye giden anne şok bir uyarı ile yaptığı hatadan vazgeçmiş. Tam kürtaj yapılırken bebek son bir hamleyle “yıkılmadım buradayım” demiş.

( Beni Öldürme Anne! başlıklı yazı ahmet--isozu tarafından 6.03.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.