13. GERİ    DÖNME     KORKUSU

 

      Okul  yeniden  başlamıştı. Artık,  beşinci  yani,  son  sınıfa  gidiyorduk.  Arkadaşlarla  buluşmak,  beni  sevindirmişti.  Dersler,  benim  için,  fazla  sorun  değildi.  Çünkü,  kendime  güveniyordum. Dersi  daha   anlatılırken,  öğrenme  prensibini  elde  etmiştim.

     Geçen  sene,  gönül  maceram,  karşılık  bulamamış,  fiyaskoyla  sona  ermişti.  Artık,  kendimi,  sevilmeyecek  kadar  çirkin  buluyordum.  Kocaman  bir  burunla,  belki  de  öyleydim.  Ümmühan’la,  Çiğdemin,   devamlı  ,benimle,   alay  edip,  dalga  geçmelerinin  sebebi  belliydi.  Onlar  da   bilhassa  Ümmühan’da haklıydı,  Kim bilir,  etraflarında,  ne  kadar  yakışıklı  çocuklar  vardı.  Bana  niye  baksınlardı  ki!  Ama,  gönül  bu!  Çocuk  gönlü  de  olsa,  bir  yerlere  kaymak   istiyordu.

      Ümmühanı  çok  beğeniyordum,  asıl  sevdiğim,  benimle  ilgilenmesini  istediğim  O  idi.  Ama   Onu,  daha  ulaşılmaz  görüyordum.  O  kadar  güzel  ve  mağrurdu  ki!  Kim  bilir,  kaç  delikanlı,  Ona  aşıktı.  Benim  gibi,  bir  çirkinle,  bir   çulsuzla  neden  ilgilen sindi  ki !

    Geçen  yaz,  Değirmen  Derede,  gezmek,  deniz  derken,  Çiğdemle  aramızda  bir  yakınlaşma  olmuştu.  Sanki,  benimle,  eskisi  kadar  alay  etmiyor,  evde  cam  silerken  bile  bana  yardım  ediyordu.  Bir  duygusallıktır  başlamıştı.

    Bir  gece ,  bir  münakaşa  sesiyle  uyandım.   Dayım   ile  yengemin  sesleriydi  bu.    Salon  yatak  odalarına  yakındı  ve  ben  yer  yatağında,  orada  yatıyordum.  Sesler  açıkça  duyuluyordu.  Dayım;

-  Bu  böyle  olmayacak ! Yusuf’u  köye  gönderelim,  diyor  ve  ısrar  ediyordu.   Yengem  de  aynı  yanıtı  tekrarlıyordu:

-Bey!  Onlar  daha  çocuk,  Bu  geçici  bir  şey,  biraz  bekleyelim,  devam  ederse,  bir  çaresine  bakarız,  biraz  sabredelim!.

 Durumu  kavramıştım,  Demek,  Onlar  da  işin  farkına   varmışlardı.  Anlaşılan,  Dayım   bana  çok  kızmıştı.  Belki  de   eve   aldığına  pişman  olup,  üzülmüştü.  Bense,  Onu  kızdırmak  ve  üzmek,  hiç,   ama  hiç   istemezdim.  Bu  sebeple,  kendimi  toplamam,  çeki-  düzen  vermem,  duygularımı  bir  tarafa  atmam  gerektiği  kararına  varmıştım.  O  sabahtan  itibaren,  araya    mesafe    koymaya  başlayacaktım.  Nitekim,  öyle  de  yaptım,  ama , karşımdaki,  bu  çekingenliğimi  pek  anlamamış,  yanlış  yorumlayarak,  çok  geçmeden,  tekrar  alay  eder  tavırlarına  başlamıştı.

14. PİYANİST    KOMŞU  KIZI

 

  Dayımların  üst  tarafında,  iki  katlı  bir  ev  vardı.  Bu  evin  alt  katında  ise,  üç  kızı  olan  bir  aile  oturuyordu.  Bizim  kızlar,  Onlarla  çok  iyi  arkadaştılar,  Onların  büyüğü  hariç,  bizimkilerle,  bir  araya  gelince,  gırgır,  şamata  vakit  geçiriyorlardı.  En  büyük  kız,  diğerlerinden  farklıydı.  Davranışlarında,  daha  vakur,  daha  ciddiydi.  Hanım  efendiydi.  Bizimkiler  de  Ona  abla  diye  hitap  ediyorlardı.  18-20  yaşlarında  ve  konservatuar  talebesiydi   Bana  da  ilk  gördüğümden  beri  iyi  ve  nazik  davranıyordu.  Erkanla,  Çiğdem    benimle  alay  edip,  gülüştüklerinde,  hiç  tasvip  etmez,  bazen  Onları  ayıplar,  Bunu  da  yüzlerine  söylerdi.  Merhametli, herkese  karşı  insancıldı.  Bu  defa  da  gönlüm  Ona  doğru  meyil  etmişti.  Alafranga  müziği  pek  sevmediğim  halde,  Onun  çaldıkları  hoşuma  gidiyordu.  Bazen  piyano  çalarken,  ben  de ,  bahçede  çalışıyorsam,  durur  Onu  dinledim,  Ama ,  biliyordum  ki,  benimkisi,  bir  hayaldi  ve  bu  hayalimden,  Onun  hiç  mi,  hiç  haberi  yoktu.

   15. BOLU   DEPREMİ

 

1944  yılını  ocak  ayıydı.   Sabaha  karşı,  bir  yer  sarsıntısı  ile  uyanmıştık.  Evin  duvarları  öyle  kalındı  ki,  bir  kaç  sıva  çatlağı  ile   felaketi  atlatmıştık.  Ama,  Bolu  ve  civarından  kötü  haberler  gelmeye  başlamıştı.  Oralarda,  ölüm  ve  hasar  olduğu   söyleniyordu.

Aradan,  bir  kaç  gün  geçmişti,  Okul  dönüşü,  Dayım  da  arkamdan  eve  girmiş,  ve  bana  dönerek:

  -Yusuf!  Eve  geliyordum,   bir  kaç  kişinin    konuşmalarına kulak  misafiri  oldum.  Güdül  ve  civarında  da   zelzeleden,  hasar  gören  yerler  varmış.  Seni  köye  gönderip,  kendi  gözünle,  neler  olup,  bittiğini  görmeni  istiyorum.  100  lira  yol  parası  vereceğim,  trene  atla,  hemen  yola  koyul ,  dedi.  Bu  haber  ve  Dayımın  kararlı  hali,  bende  endişe  yaramıştı.  Fazla  vakit  kaybetmeden,  istasyona  yollandım,  20,3o   da  kalkan   eksprese  bilet  aldım.  Yol  boyunca  da  acaba   köyde  neler    oldu?  Şeklindeki    endişem  devam  etmişti.  Sabahleyin,  Ankara’da,  istasyondan,  otobüs  garına  ulaştığımda,  benim  gibi,  köye  gitmek  isteyen  insanlarla  karşılaştım.  Otobüsle  Ayaş’a  kadar  gidince,  orada  da  köyden,  çadır  ve  yardım  malzemesi  almaya  gelenlerle  karşılaştık.   Onlar,  köyün  durumunu  anlatınca ,  üzüntüden  kahrolduk.  Çadır  ve  yiyecek  malzemelerini  katırlara  yükleyerek,  kimi  zaman  hayvan  sırtında  kimi  zaman  yaya,  kar,  çamur,  sel  suları  ile  boğuşarak,  gece  yarısı  köye  ulaşmıştık.  Doğruca   annemlere  indim.  Annem  ve  kardeşim  celâl   ile  hasret  giderdikten  sonra,  yorgunluktan,  hemen  yatmak  mecburiyetinde  kaldım.  Gecenin   karanlığında  göremediğim  yerleri,  sabahın  ışığında,  harap   olmuş  görünce,  çok  üzüldüm.  Bizim,  eski  ev,  tamamen  çökmüştü.  Çok  sevdiğim,  ikiz  eniştem,  Şükriye  ablam  ve  beş  çocuğu,   hayatlarını  kaybetmiş,  damdaki  hayvanlarının  tümü  telef  olmuştu.  Ebemle,  benim  kaldığım  odada  ise,  yalnızca,  Muhittin  kurtulmuştu.  Nerelerde   dolaştığı  belli  olmayan  Muhittin,  O  kış  köye  gelip,   bizim  eski  evde    kalmaya  karar  vermişti.   Zelzele  sırasında,  Çatıdan  düşen  bir  mertek,  Omun  üstünde  koruyucu  olmuş,  hayatını    kurtarmıştı.  Tanrı,  Onun  ecelini   henüz   geciktirmişti.  Ebemin,  eceliyle de  olsa  ölmüş  olması,  beni  derinden  yaralamıştı.  Bu  sebeplerle,  göz  yaşlarımı  tutamamıştım.

Kardeşim  Celâl  büyümüş ,  annem  biraz  daha  zayıflamıştı.  Nadire nin    bir  oğlu  olmuş,  ismini,  Mehmet  koymuşlardı.  Onun  çocuğunu  da   görmek   kısmet  olmuştu.   Keza,  Yusuf  Ağanın  da  ,  yabancıdan,  bir   oğlu  olmuştu.  Muhittin  de ,  bir  kıza  aşık  olmuş,  bu  yüzden,  köyden  ayrılamamıştı.  Üstelik,  sevgilisine  hediye  almak  bahanesiyle,  benden  35  lira  tırtıklamıştı.  Her  şeye  rağmen,  hayat  devam  ediyordu.  Köyde  üç  gün  kalarak,  geri  dönmüştüm.

Dayım  ve  yengem,  getirdiğim  kötü  habere  çok  üzülmüşlerdi.  Acele   olarak  köye   hareket  ettiğim  için,  okuldan  da  izin  alamamıştım.  Döndüğümde,  hem,  öğretmenimiz,  hem  de  arkadaşlarım  beni  merak  ettiklerini  söylemişlerdi.  Durumu  anlatınca,  Onlar  da  çok  üzülmüşler,  beni  teselli  etmeye  çalışmışlardı.

İkinci  karneyi  almıştık.  Derslerimin  üçü  iyi,  diğerleri  pek  iyi  idi.  Karneyi,  ilk  önce  yengeme  gösterdim.  Notları  görünce:

- Sana  yeni  bir  pantolon  dikeceğim,  Dayına  da  söyleriz,  bir  ayakkabı  aldırtırız,  dedi.  Gerçekten  dediğini  de  yaptı.  23  nisan,  çocuk  bayramı  şenliklerine,  bu  yeni  kıyafetlerle  gitmiştim.  Ama,  diğer  çocuklar  gibi   merasim  için   değil,  seyirci  olarak.

Zaman  ilerledikçe,  kan kardeşim  kadirle,  geleceği  düşünmeye  başlamıştık.  O da  benim  gibi,  fakir  bir  aileden  geliyordu.   Konuşa,  konuşa  askerî  orta  okula  gitmeye  karar  verdik.  İkimiz  de  subay  olmak  istiyorduk .  Hevesimiz  bu  yöndeydi.  Resmi  elbiseleriyle,  subayları  gördükçe,  onlara  gıpta  ile  bakarak,”  işte,  bunlar  gibi  olmak  istiyoruz”  demeye  başlamıştık.  Bu  konuyu,  bir  ara,  Dayıma  da  açmıştım:

-İyi  düşünmüşsünüz,  hele  okul   bitsin,  ondan  sonra  düşünürüz,  demişti.

 

    16. BİR  HASTALIK (kızamık )

 

Mayısın  ilk  haftasıydı.  Cumartesi  ve  Pazar  günü,  vücudum da  bir  kırgınlık,  başımda  da  bir  ağrı  hissetmiştim.  Biraz  da  öksürüğüm  vardı.  Buna  rağmen,  Pazartesi  günü  okula  gittim.  İkinci  derste,  arkadaşlardan  biri”—Yusuf  ağabey!  Senin  yüzünde,  boynunda  kırmızı,  kırmızı  sivilceler  var”  deyince,  Diğer  arkadaşlar  bana,  dönüp,  dönüp  bakmaya  başladılar,  Bu  durum,  öğretmenin  dikkatini  çekti  ve  O’ da  beni  şöyle  bir  tetkik  ettikten  sonra:

-Eve  git,  istirahat  et.  Bir  doktora  göstermeyi  de  ihmal  etme,  diyerek,  beni  eve  gönderdi.  Önce  dayıma  uğradım,    Beni  bir  memurla,  belediyenin  doktoruna  gönderdi.  Doktor  şöyle  bakar  bakmaz,

-kızamık  olmuşsun,  istirahat  edeceksin,  üşütmeyeceksin,  sulu  şeyler  yiyip,  içeceksin,  tavsiyesinde  bulundu.

Artık,  yataktaydım.  Hararetim  ve  ateşim  yüksekti.  Yengem,  sık,  sık  ıhlamur  kaynatıp  içiriyordu,  ama  gözümün  önünde,  hep Kızık  yaylasındaki  buz  gibi  sular  canlanıyordu.

Bu  arada,  Dayım  yine,  ilk  torununun  özlemini  duymuş,  Erdem  vasıtasıyla  getirtmişti.  Olacağın  önüne  geçilmiyordu.  Küçük  torunu  Gülcan’a  benden  kızamık  bulaşmıştı.  Herkes  üzüntü  içindeydi.  Annesine  ne  denecekti,  Nasıl  haber  verilecekti.?  Neyse  ki,  küçük  olduğu  için,   hastalığın  seyri, benim  kadar  ağır  olmamış,  benden  daha  çabuk  iyileşmişti.  Tabii  bunda,  Ona  gösterilen  ihtimamın  da  dahli  vardı.

İmtihanlara,  10-15  gün  kalmıştı.  Yatakta  bile  çalışmayı  sürdürüyordum.  Bir  an  önce,  okula  dönmek  istiyordum.  Ama ,  rapor  almadan,  okula  dönemeyeceğimi  anlatmışlardı.  Neticede,  doktordan  rapor   alarak  okluma  kavuşmuştum.  On  iki  gün  süren   imtihanlar  neticesinde,  bütün  derslerden,  pek  iyi  alarak, okulu  bitirmiş,  sevinçle  beraber,  biraz  da  gurur  duymuştum

 

  17.ASKERİ   OKUL   HAYALİ

 

Artık, askerî  okula  müracaat  sırası  gelmişti.  Dayımla  askerlik  şube  reisine  gitmiş,  istenilen  evrakları   hazırlamaya  koyulmuştuk.  Bunlardan  en  önemlisi  sağlık  raporu  idi.  Askerlik  şubesi,  kan  kardeşim  Kadiri  ve  beni   Haydarpaşa  askerî  hastanesine  sevk  etmişti.  Oraya  gitmeden  önce,  yengemin  çok  yakın  arkadaşı  olan  Lütfi’ye  teyze,  Baş  tabibe  hitaben  bir  mektup    vermişti.  Baş  tabip,  doktor  olan  rahmetli  eşinin  talebesiydi.  Kocası  da   aynı  hasta ede  baş  tabiplik  yapmıştı.  Sevgili  paşasını,  hasret  ve  rahmetle  anıyordu.

Temmuz  ayında,  sıcak  bir  gündü.  Trenden  iner  inmez,  Kadirle  beraber,  dayımın  dul  olan  kız  kardeşinin  yani  Hatice  halamın ,  Kurbağalı  Dere  kenarındaki  evini  arayıp  bulmuş  ve  kendisine  geliş  sebebimizi  anlatmıştık.

Ertesi  günü,  halamla  birlikte,  hastaneye  gitmiş,  doğruca  baş  tabibe  çıkarak  Lütfiye  teyzenin  mektubunu  vermiştik. Paşa ,  mektubu  okuduktan  sonra,    bir  engel  çıkarsa  bana  gelin”  demişti.  Gerçekten  de  Kadir  için  değil  ama,  benim  için  ilk  engel  çıkmıştı.  Beni  muayene   eden  kulak-  burun-  boğaz  doktoru:

“Oğlum ,  sen  bu  kulakla  asker  olmazsın”  diyerek,  kulağımda  işitme  zorluğu  olduğunu  belirtmişti.  Üzülmekle  birlikte, soluğu  paşanın  odasında  aldım  ve  durumu  anlattım.  Baş  hekim,  ilgili  doktora  telefon  ederek,  kulağımın  yıkanmasını  ve  tekrar  muayene  edilmemi,  emretti  ve  beni  aynı  doktora  gönderdi.  Bu  defa  sonuç  olumluydu.  Ancak,  raporların  hazırlanması  zaman  alacaktı  ve “ iki  gün  sonra  gelin “  denmişti.

Cumartesi-  pazara  rastlayan  bu  iki  dünlük  süreyi   Yasemin  ablamlar da geçirmek  bana  daha  cazip  gelmişti,  halama  Onun  adresini  vermesini,  oraya  gitmek  istediğimizi  söyledim.  Tramvayla,  Üsküdar’a  gittik,  oradan  da  boğaz  vapuruna  bindik.  Bu  boğaza  vapurla  ilk  seyahatimdi.  Vapur  zikzak  yaparak  boğazın  her  iki  tarafını  da  görmemize  imkan  veriyordu. Büyük  bir  zevkle  seyrediyordum.  Sağlı,  sollu,  o  güzel  yalıları  ve  yemyeşil  yamaçları  sanki  beynime  kazıyordum.

Bir  buçuk  saat  süren  bir  yolculuktan  sonra   vapurdan  inmiş  ve  sorarak  evin  adresini  bulmuştuk. Ev  koca  bir  konak  görünümündeydi.  Ablam  beni  ve  arkadaşım  karşısında  görünce  çok  şaşırdı.  Ona,  kısaca  durumu  anlatınca  da :

-İnşallah,  ikiniz  de  subay  olursunuz,  bunu  yürekten  temenni  ediyorum,  dedi.  Kocası  da  Yedek  subay  olarak,  ikinci  defa  göreve  çağrılmış,  halen  Trakya’da  bulunmaktaymış.   Yasemin  ablam,  iki  günlük  misafirliğimiz  sırasında  Kadir  ve  bana  sanki  itibarlı  birer  misafirmişiz  gibi  davranmış,   çekingenliğimizi  üzerimizden  atmamızı  sağlamıştı,  bu  sebeple  her  ikimiz  de  oradan  ve  Ondan  memnun  olarak  ayrılmıştık ..

( Zorlu Dönemeçler-1-b3-13-17 başlıklı yazı coni tarafından 8.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.