ZAVALLI KAHRAMANLAR
Ne bedensel ne de zihinsel olarak onlar asla zavallı değillerdi.
Yaşadıklarını olduğu gibi aktaracak kadar yerindeydi hafızaları.
Onlar zavallı değillerdi…
başlarına ya da grupları adına karar verecek kadar dirayetliydiler.
Onlar, dolu dolu canlı tarihtiler…
Onlar, asla zavallı değillerdi…
Yakın çevrelerinin ilgisizliği, devletin umursamazlığı ve yaşlılığın verdiği güçsüzlükle
zavallı durumda kalmış olsalar da onlar adsız birer kahramandılar...
***
6831 sayılı orman yasasınca orman içi ve kenar köylülerine, yapacakları ya da tamir edecekleri ev, ahır, samanlık ve ambar gibi yapılar için piyasa fiyatının onda biri oranındaki bir fiyatla orman emvali verilir. Hatta; evi, ahırı ve samanlığı yananlara, zati ihtiyaç hakkını doldursalar bile, fakirlik yönünden keresteye ihtiyacı oldukları belirlenenlerin de ucuz orman emvalinden yararlanması sağlanır. Köyün ortak kullanımdaki cami, okul, köy konağı ve köprülere de müşterek ihtiyaç adı altında ucuz orman emvali verilir. Yasanın bu maddesiyle ormanlardan kaçak ağaç kesiminin önlemesi yoluna gidilmiş ve büyük bir başarı elde edilmiştir. Orman köylüleri de, yasal yoldan ve ucuz bir şekilde kereste-odun ihtiyaçlarını giderdiklerinden bu uygulamayı gönülden benimsemişlerdir.
Yasa, köylülere ucuz orman emvali verilmesi görevini orman bölge şefine yüklemiştir.
Ağustos 1966. Tavşanlı-Balıköy.
Yöneltmeliğe göre ilkbahara doğru yapılması gereken zati ihtiyaç tespiti, iş yoğunluğu nedeniyle yaza sarktı. Orman bölge şefi yardımcısı (Refiki) olduğum için şefim bu görevi bana verdi. Bölge şefliği bünyesinde otuzu aşkın köy vardı. Bu köylerin bir kısmı orman olarak bize, mülki olarak Simav ilçesine bağlıydı. Günde üç-dört köyün zati ihtiyaç tespitini yapıyordum. Simav’ın Sudüşeği-Sudöşeği- köyünde zati ihtiyaç tespiti yapıp camiye bitişik köy kahvehanesi önünde oturduğumuzda; ak sakallı, yetmiş yaşın üstünde, yüzünde oldukça belirgin kırışıklar bulunan, uzun boylu, iri kemikli ama zayıflamış, başı sarıklı bir adam, mahzun bir halde karşımda el bağladı.
“Bu binaya bir metreküp yetmez. Üç metreküp vereyim,” dedim.
“Kudretim o kadarına yetiyor,” dedi yaşlı adam.
Listeye onun adını ve istediği miktarı yazdım.
“Bir metreküp tomruk bedeli yirmi dört lira. Nereden ve ne zaman vereceğimizi size bildireceğiz,” deyip muhtar, aza, bölüm orman muhafaza memuru ve benim imzamla köydeki zati ihtiyaç tespit tutanağı tamamlandı.
Çay içerken köyün muhtarı, öbür köylüler gibi cami duvarı dibine çökmüş deminki ihtiyar adamı işaret ederek, “Bu adam, Rusça ve Çerkezce bilir,” dedi.
Sandalye getirtip, ihtiyar adamı yan karşıma oturttum. Sorduğum sorulara ilginç yanıtlar aldıkça daha bir merak ve hayretle onu dinlemeye koyuldum. Balkan savaşından sonra Çanakkale’de de savaştığını söyleyince tüylerim diken diken oluverdi. Haylaz dedem geldi gözümün önüne. Başındaki sarık dışında hemen hemen Haylaz dedemle aynıydı bu adam. Haylaz dedem gençliğinde, neredeyse iki metreye yaklaşan boyu ve yüz kilo ağırlığıyla çam yarması gibi bir adammış. Koca Mehmet’in de yıllar öncesinde öyle olduğu, boylu ve kalın kemik yapılı oluşundan belliydi. Haylaz dedemden belki birkaç santim kısaydı o kadar. Sanki yan yana savaşmış olabileceklerini sanarak;
“Dedem de Çanakkale’de savaşmış. Haylaz Mehmet derler. Tanımışlığın oldu mu?” diye sordum.
“Duymuşluğum olmadı,” dedi Koca Mehmet. Ardından da, “Orası mahşer yeri gibiydi. Ben topçuydum. Özellikle piyadelerde, bir gördüğünü ertesi günü göremezdin. Ya şehit olurlardı ya da gazi...” diye ekledi.
Bu kez de köyümün şirin Belova yaylası geldi gözümün önüne...Çukurören ve Saraycık köyleri yolu üstünde, sekiz dokuz hanelik bir mahalle. Murat dağının orta kuzeyinde. Günün ilk ışıklarının vurduğu ve Murat dağının en yüksek yeri olan Kartal Kayası’nın karşısında. İşte bu yayla mahallede sekiz-on yaşlarındayken, aynı yaşlarda beş altı çocuk ve sanat okuluna giden halam oğlu ile birlikte Haylaz dedemi dinlerdik.
İşte o çocukluktan kalma savaşlarla ilgili duyumlarım ve Belova’nın yakın tarihimizdeki rolünün kanıtlarına tanık olduğum için tarihe karşı aşırı ilgi duyardım. Bu ilgi nedeniyle olsa gerek okul dönemlerimde, tarih ve coğrafya derslerinde en yüksek notları alırdım. Koca Mehmet’in, canlı bir tarih olduğunu gördükçe ona karşı içimde bir hayranlık belirdi. Tarih bilgime güvenmeme rağmen onun kısa anlatıları karşısında sınırlı bir tarihi bilgilere sahip olduğumu anladım.
“Balıköy Orman Bölge Şefliği’ne gel. Başından geçenleri sen söyle ben yazayım,” dedim.
“Olur mühendis bey,” dedi Koca Mehmet.
Sevindim. Böyle bir teklife o da sevindi.
Koca Mehmet, üç gün sonra geleceğini söyledi. Ben de bekleyeceğimi belirtim.
Cipe binip köyden ayrıldığımızda Koca Mehmet’in durumu içimi acıttı. Devlet, böyle bir kahramandan habersizdi. Üç kızı varmış. Evli olduklarından haliyle öylesine bakıyorlarmış babalarına... Köylüleri dalga geçiyordu.
Yıllar önce Haylaz dedem de benzer durumdaydı. Yaşayan altı oğlu ve iki kızı uzaktan bakarlardı. İkinci karısından olan oğlu yiyeceğini içeceğini temin ederdi. Öbür oğulları ve kızları, saygıda kusur etmeseler bile, miras kalabilecek tarla tokadı kendilerine parayla sattığı için babalarına kırgındılar. Aralarında dertleşirken bütün bunların dedemin ikici karısından kaynaklandığını duyardım. Üvey nine, cadaloz bir kadındı. Dedemi azarlardı. Bize bağırırdı.
Biz çocuklar da ondan korktuğumuz için kızgınlığımızı haylaz dedemizden alırdık.
“Sidikli dede!..Sidikli dede!..” diyerek.
Fadik nineye kızdığımız için benim de “Sidikli dede” dediğim Haylaz dedem, ellili yılların sonlarına doğru seksen yaşlarındaydı. Sidiğini tutamasa da belleğine çok hakimdi. Özellikle savaşlarla ilgili anılarını yeniden yaşıyormuşçasına anlatırken fersiz gözlerinden yaş gelirdi. Haylaz dedemin anlatılarıyla, Kurtuluş Savaşı’nın *Belova bölümüne tanık olmuş amcalarımdan ve başkalarından dinlediklerimle taze belleğim tarihle bir güzel beslenmiş olarak büyüyüp geliştim.
Koca Mehmet, üç gün sonra geldi. Öğle vaktiydi. Yaşlı, zayıf bir kısrakla ve gani gönlüyle de gelmişti. Biraz peynir, tereyağı, süzme yoğurt, tarhana ve bulgur getirmişti. Hep lokantada yediğim halde gönlü kırılmasın diye getirdiklerini aldım. Teşekkür ettim. Kısrağının bakımı için odacıya talimat verdim.
Koca Mehmet, üç gün boyunca konuğum oldu. Lojmanın benim kaldığım bölümünde başından geçenleri o söyledi ben yazdım. Koca Mehmet anlatırken, çektiği sıkıntıları ve yaşadığı acıları yeniden yaşıyordu. Bazen dalıyor, bir sonraki konuya geçiyordu. “O daha sonra olmuştu,” diyordu. Yakın tarihimizi az çok bildiğimden, Koca Mehmet’in anlattıkları tamamen gerçek geliyordu bana. Hiç bilmediğim ve akla hayale gelmeyecek öyle olaylar anlatıyordu ki hayretler içinde kalıyordum. Değişik yer ve etkin kişileri, özellikle Atatürk’ü anlatımıyla başından geçenlerin gerçek olduğuna kesin olarak inandım. Üstelik, şimdiye kadar hiç duymadığım tarihi şahsiyetler söylüyordu. Abdullah paşa, Denikin, Kolçak gibi. İkinci günü, soru cevap şeklinde geçti yazılım. Bazen utandığı oluyordu. Açmam ve üstelememle çekingenlikten sıyrılarak geçmişteki duygularını sakınmadan dile getiriyordu. Öğle ve akşam yemekleri araları dışında gece geç vakitlere kadar soru, anlatım ve yazmayı sürdürdük. O yaşına rağmen Koca Mehmet, kimi olayları yeniden yaşıyormuşçasına en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Kişi ve yer isimlerinde takılıyordu sadece. Duygularını dökerken fersiz
gözleri sulanıyordu…
Gelişinin üçüncü günü öğleden sonra çay, şeker, sabun gibi şeylerle beygirinin heybesini doldurup gönderdim Koca Mehmet’i.
Bir ay sonra dağda tekrar buluştuk. Köylüleriyle birlikte ihtiyaç almaya gelmişti.
Askerliğim nedeniyle ayrılınca, Koca Mehmet’le bir daha görüşmemiz olmadı
Kırk sene sonra ikinci kuşak yeğeninin bana yazdığı mektupta dediğine göre Koca Mehmet’e bir kol saati armağan etmişim. Hiç anımsamıyorum. Koca Mehmet, bu dünyadan göçene dek o kol saatini madalya gibi ceketinin sol göğsünde taşımış hep…
Gerek Haylaz dedemin anlattıkları ve Koca Mehmet’in yazdırdıklarını bir kitap haline dönüştürmek için sözü edilen birçok tarihi olayın incelenmesi gerekiyordu. Görevlerimdeki
iş yoğunluğu nedeniyle araştırma yapamadığım gibi, bilgi birikimim de öyle bir tarihi romanı yazmaya yeterli değildi. Ancak, emekli olduktan sonra araştırma yaparak bilgi birikimine ulaşabildim.
Öyle umuyorum ki çalışmalarım, yakın tarihimizle dünya tarihinin bilinmeyen bazı yönlerine ışık tutacaktır.
Veysel Başer
Belova savaşı:
Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ndan kaçan General Trikopis komutasındaki on bini
geçik Yunan ordusu, 31 Ağustos 1922 günü sabahında, önce Saraycık köyü çıkışında
çeteler tarafından üç-dört saat engellenir. Öğle sonrası, uzaktan takip görevi verilen
seksen kişi civarındaki süvari bölüğü ve çeteler tarafından önleri tekrar kesilir.
Belova’nın bir sırtında çeteler, öbür sırtında süvari bölüğü. Yunan ordusu, üç saatlik bir
Yunan Ordusu, her iki köyü de yakmıştır.