Pazar günü, Bergama'nın Kozak yöresine gitmek üzere çift şoför mahalli pikaba doluştular. Direksiyonda İrfan. Yanda İrfan’la kuzen Şenol ve eniştesi Raif. Arkada da dört köşe güzeller. İrfan’ın karısı Nur, Şenol’un karısı Ayşe. Şenol’un kardeşi, Raif’in karısı Sema. Ve, onların aralarına iki sene önce giren ve Nur’la kardeşlik olan on sekiz yaşındaki Çise.


Daha çok Şenol’un yarattığı tantanalı yolculuktan büyük keyif alıyordu Çise. Zeytin toplayanları görünce insancıl duyarlılığı keyfini bastırdı. Çalışanların çoğu kadındı. Çocuk yaşta kızlarla oğlanlar da vardı. Kendileri gezmeye giderken onların tatil gününde çalışmaları içini acıttı. Bir köyün içinden geçerek ormanlık yamaca saran bol dönemeçli, yokuşlu yolda giderlerken bu duygulardan biraz uzaklaştı.

Kıraç bir yere çıktıklarında, alt taraftaki köyün fakir görünümü dokundu

bu kez de.  Bir süre sonra dik bir vadiye sardıklarında, kalın ve boylu fıstıkçamı ağaçlarıyla karşılaştı. Düzlüğe çıktıklarında üzüm bağlarıyla buluştu. Göz alabildiğince uzanan fıstıkçamı ormanlarıyla yüzleşti.  Üzüm bağları ve fıstıkçamı ağaçları arasındaki Bağyüzü köyüne girdiklerinde, farklı bir diyara gelmiş gibi oldu. Köyün konumu, evlerin güzelliği, sokakların parke taş döşemeli oluşu zenginlik çağrıştırıyordu. Köy meydanında gördüğü insanların yüzleri kanlı, giyimleri güzeldi.

 “Zengin bir köye benziyor,” diye söylendi. Şenol abisinin,

 “Bu köyden, az çok tornadan çıkmış bir oğlan bulalım sana. Fıstıkçamı ormanların olur.  Üzüm bağlarına konarsın. Arılardan bal sağarsın. Biz de sayende bol bol fıstık helvası yeriz,” demesine gülümseyip, başıyla olur dedi. Bir trafik kazasında yitirdiği annesinin bir zamanlar, “Baban, bizim de ormanımız olsun istiyor,” dediğini anımsadı. Burkuluveren karnını ovaladı. İrfan amcasının, “Çamfıstığı çeltik fabrikası,” diyerek gösterdiği tesise çevirdi yüzünü. Pek fabrikaya benzetemedi. Çevreye bakınırken, güzel bir köye yaklaştıklarını fark etti.

            Aşağıcuma köyüne geldiklerini öğrendi.

            İrfan, daha önce geldikleri evin açık avlu kapısından içeriye sürdü pikabı.

İki taksi yanına park ederken, “Dersin ki kendi evine geldi,” diye takıldı Sema. Kapının açılmasıyla merdivenden koşuşturmalar başladı. İrfan’ın asker arkadaşı İhsan, karısı Gül, İhsan’ın askerden yeni gelen kardeşi Mesut, genç karısı Çiğdem.

Çok yakın akraba düzeyli bir karşılaşma yaşandı. Çise’yi abla içtenliğiyle saran Gül’ün gözleri doluverdi. Dünden Nur kardeşliğince telefonla uyarılmasına rağmen, “Rahmetli anneni çok sevmiştim,” sözleri çıktı ağzından. Nur, “İkiniz de kardeşliğim olduğunuz için, kendiliğinden sizler de kardeşlik oluyorsunuz,” diyerek hüzne dönüşen havayı dağıttı. Onlar da hemen kardeşliği kabullendi. İrfan, pikaptan tekerlekli sandalyeyi indirdiğinde, sunulan parlak kağıda sarılı hediyeyi görümcesine veren Gül, sırtında taşımak için Çise’nin önüne çöküverdi. Onun bu davranışı herkesi duygulandırdı.  Acıma duygusu değil, yürekten gelen bir davranıştı bu...Türk kadının özünden kaynaklanan karşılıksız yardım anlayışıydı... Savaşta, sırtıyla top mermisi taşıyan, gerektiğinde cephede erkeğiyle omuz omza savaşan vatan ananın kadın boyutuydu…Anadolu kadınının candan özverisiydi...

            Çise, tarih öğretmeni olan rahmetli annesinden öğrenmişti. Selçuklu sultanının ordusu kıraç bir yamaçtan gidiyormuş. Sıcak bir yaz günüymüş. O yamaçtaki pınar ve çeşmeler kurumuş. Beri yaka ormanlık ve su kaynaklıymış. Geniş alanda bir Yörük obası varmış. Yayıkta yağ çıkaran bir ana, kıraç yamaçta giden askerleri görünce, “Yazık…Susuz kalmışlardır,” deyip, yayıktaki soğuk ve yağlı ayranı iki testiye boşaltmış. Kulplarından tuttuğu testilerle dereye doğru koşmuş. “Nereye gidiyorsun?” diye soranlara, “Yiğit askerlerimize ayran içirmeye!” demiş. “Bekle, biz de ayran getirelim!” diyenler olmuş. Ana, onları beklememiş. Patika yoldan kuru dereye inmiş. Kamburlaşarak tırmanmış yokuşu. Soluklanmak için durduğunda, obadaki kadınların epey öteden dereye doğru koşturduklarını görmüş. Soluk soluğa çıkmış askerlerin önüne. Susak kabağı tasıyla, sıcaktan içleri kavrulan askerlere ayran sunmuş. İkinci testideki ayran da bitmiş. İçi pek yanan genç bir asker,

“Bana kalmadı mı ana?” diye sormuş boynunu bükerek.

“Kalmadı oğul,” demiş ana. “Ötede içersin. Ana dolu.”

Sevinmiş askerler.

            Öteye vardıklarında, anaların dolu olduğunu görmüşler.

            Öbür obalardan da ayran sunan analar dolmuş önlerine. 

            O günden sonra bütün yurt, Anadolu adını almış...Ve Anayurt bilinmiş... 

     

Bu kadınının ana olup olmadığını bilmiyordu Çise. Ana olmasa bile ana olma özelliğiyle yaratılmıştı. Özü o şekilde mayalanmıştı.  İşte bu duyguyla önüne çöken kadını, yürüyemeyen evladını sırtında taşımak isteyen bir ana gibi gördü. Gözleri yaşardı. Kocaman kızdı. Ana sırtında gitmek ağrına gidecekti. Binmese anayı gücendirecekti. Anadolu kadınının bu eşiz özverisinden öylesine çok duygulanmıştı ki…Kendini sıkmasa hüngür hüngür ağlayacaktı. 

            Nur: “Badi badi yürüsün ki kazın ömründen çalsın.” 

            Her darda kalışında olduğu gibi kardeşliğinin yine Hızır gibi yetişivermesine sevinip güldü Çise. Ayşe ve Sema ablalarının gülümsediklerini gördü. Diğerlerinin Nur kardeşine bakmalarından, insanın bazı hayvanlardan ömür çalmasıyla ilgili öyküyü bilmediklerini anladı. Ellerini kavrayan Nur ve Gül kardeşliklerinin desteğinde kaz yürüyüşüyle merdivene yöneldi. Kazın ömründen çalma varsayımıyla eve girene kadar sessiz güldü.

Geridekilerin içlerini sızlattığını bilmeden...

 (Bir çalışmamdan alıntı.)

Veysel Başer

( Bir Gezi Hikayesi başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 3.06.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.