O Pazar günü ailede ciddi bir telaşımız vardı, akşama amcaoğlunun düğünü olacaktı,  kadınların hepsi kuaförü ihya etmeye gitmişlerdi, evde yalnızdım. Bizim amcaoğlu İrfan geldi aklıma bir aralık, o güne kadar yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemişti, evlenmesinden de ümidi kesmiştik açıkçası. Ama hepimizi şaşırtmıştı işte, bekleyip bekleyip, saçları ağarırken bir meslektaşı ile evlenmeye karar vermişti. İlginç bir rastlantı, ikimizin de başka erkek kardeşi olmamıştı ama aile, kız kardeş ve enişteden geçilmiyordu. Ancak gelinin tarafı çok daha kalabalıktı, yenge bir aşiretin ileri gelenlerinden birinin kızıydı ve bir kaç saatlik bir düğün için o koca kırsal şehre taşınacaktı. Akşama herkesi bir kaos bekliyordu, görgüler, kültürler, hatta eğlence yöntemleri ciddi şekilde çatışacaktı. Belki de düğünün önüne geçecek gelişmeler olacaktı ama ortak payda bir mutluluğu yaşamak, paylaşmak, tadını çıkartmaktı sonuçta, sadece mutluluğun algılanmasında bir fark olacaktı anlaşılan.

Sahi, mutluluk neydi? Zaman içinde farklı bir yolculuk muydu? Veya bir yolculuğun hedefi miydi, yoksa bir yolculukta karşılaşılacak duraklardan biri veya bir kaçı mıydı? Sonuncusu kulağıma daha mantıklı geliyordu, ama bu kez hangi durakta inileceğini nasıl bilecektik sorusu çıkıyordu karşımıza. Düğün, dernek derken, o sabah arkamda bıraktığım yıllarımın muhasebesini yapmaya koyulmuştum, uzun zamanımı almıştı ama yeryüzündeki birçok insanın aksine, bilançomda ciddi bir kar yazılıydı. Gerçi bir çok aristokrat bozuntusuna göre benim karlarım zarar sayılırdı ama hangi durakta inileceğinin sırlarından birisini yakalamış biriydim ve o sırrın ucundan sıkı sıkı tutmuş bırakmıyordum. Mutluluğun o büyük sırrı, ta Homer’den beri aşağıdakilere bakmaktı ve ben yaşamımda yukarıdakilere bakmamayı adeta prensip edinmiştim. Kuşkusuz bu ana prensibimin alt grupları da vardı. Mutsuz olduğun yerde durmayacaktın, mutsuz olduğun kişinin yanından derhal kaçacaktın, seni mutsuz eden her şeyden hızla uzaklaşacaktın. Bu fikri tersyüz yapacak olursak; mümkün olduğu kadar hoşlandığımız; keyif aldığımız, zevk duyduğumuz işleri yapmaya çalışmalıydık hayatta. Sonuçta doğru startlar alınmış olacak ve koşulan o kulvardaki her başarının adı mutluluk olacaktı zaten.  

Peki, pratikte bu kadar prensip sahibi olmayı becerebilmiş miydim? Arada sırada kaçamaklarım olmuyor değildi, ama yukarılara gittikçe, oraların beni bozacağını idrak edip gerisin geri dönüyordum kürkçü dükkânıma. Zaten yukarılar düzenekleşmiş hırs tümenlerinin yoğun işgali altında, kalabalık bir yerdi, düzen adı altında bir düzensizlik vardı, ama en önemlisi tatminsizlik adı altında bir anayasası vardı. Aşağıdakiler ise küçük vesilelerle büyük mutluluklar yaşamayı çoktan becermişlerdi yaşamlarında. Belki de pek yakında, büyük felaketleri küçük kederlerle geçiştirip, keyiflerinin uzun bir duraklama dönemine girmesine bile izin vermeyeceklerdi. Kuşkusuz dünyalar küçüldükçe, mutsuzluk bahaneleri de sınırlanıyordu yaşamda, ama mutluluk kıstasları da alabildiğince asgariye iniyordu. Konuya örnek olarak çarpıcı bir hikâyecik anlatılır.

Varlıklı bir zengin yıllar önce Anadolu’nun ücra bir köyünden arabası ile geçerken, uçuruma uçar ve ağır yaralı olarak şuuru kapalı bir şekilde araçtan çıkarılıp en yakın ilin hastanesine götürülür. Aylar sonra eski sağlığına kavuşan beyzademiz, teşekkür etmek için kaza yaptığı köye döner, bütün köy meclisini etrafına toplar ve                                                                             

“Dileyin benden ne dilerseniz” der.

Köylü mütevazıdır, sessizliği yeğlerler, bunun üzerine adam çareyi tek tek sormakta bulur, önce sağ yanındakine döner ve

“Sen benden ne istersin. Çekinme söyle” der, içtenlikle.

Köylü önce sıkılır, ama sonrasında bir çırpıda.,

“Dünyadaki bütün soğanların cücüklerini alabilir misin bana” der.

Beyzademiz yanıtı yadırgar önce, ama sonra başı ile olur vererek bu kez diğer yanındaki köylüye döner ve

“Peki, sen benden ne istersin” der, ama ikinci köylüden aldığı yanıt çok çarpıcı olur.

“Bana bir şey kalmadı ki beyim! ”

Mutluluğun sırlarından birinin ucundan yakalamış olmam, mutsuz dönemlerim olmasına engel olmadı yaşamımda kuşkusuz. İnsanoğluyuz, sanıldığından çok daha fazla sayıda cinsler, türler barındırıyoruz içimizde ve fikir çatışmamız olmayan günümüz yok gibidir. Doğal olarak, benim de herkes gibi hatalarım, sevaplarım oldu. Hatta yararsız isyanlarım da oldu sık sık. Dinleyicim ise hemen hemen olmadı gibi, dinleyen gibi gözükenlerin sayısı ise tek tüktü. Ardımdaki uzun yılların, aldığım eğitimlerin, hobilerimin ve deneyimlerimin inşa ettiği bir bilgi birikimim vardı, ama onlar da benle toprak olup gideceklerdi, isyanımın ana fikri bu  civarlardaydı genellikle. Yakın çevremin, bu bilgiler ne işine yarıyor demelerinden de bıkmıştım, bunları paraya çevirememe beceriksizliği ile beni suçlamaları da işin cabasıydı. Oysa materyalizm yukarıdakilerin uğraşı idi, benim yürüdüğüm yolda böyle bir kilometre taşı yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı. Her zaman olduğu gibi, yıllar önce bir kez daha aşağı bakmıştım, aşağıdakilerin yollarındaki yönlendirme oklarına takılmıştı gözlerim, her yol hümanizm adlı bir dünyaya çıkıyordu adeta.

Aşağıdakilerin veya daha açık bir ifade ile kanaatkârların, haline şükretmesini bilenlerin dünyaları nasıl bu kadar farklı olabiliyordu acaba? Her alanda fark edilen o alçak gönüllülük ve hoşgörü, bir mutluluğun sürdürülebilir olması için tek başlarına yeterli miydi? Çok uzun zaman aldı bu konudaki algılamam, o insanlar kendileri ile barışıktı, yaşamlarındaki sınırlı zamanlarını sorun üretmek için israf etmiyorlardı. Hedef tahtaları çok uzaklarda olmadığı için de hayatta ıskalama şansları çok azdı, hemen hemen her attıklarını vuruyorlardı. Peki, bir yaşam bu kadar süt liman olabilir miydi? Yanıt tabi ki hayırdı, ancak her şey insanlar içindir ana felsefesi ile peşin bir kabullenmişliğin, hatta fatalist bir rolü benimsemiş olmanın avantajları kullanılıyordu o dünyalarda. Ancak bir süre sonra ilginç bir tespitim olmuştu hayatta, bazı insanların sorunlarını algılamakta fazlasıyla zorlanıyordum. Mutlu olacağım diye, ben mi boş verici bir kimliğe bürünmüştüm, yoksa hayatı ciddiye almak konusunda bazıları sınırları mı zorluyordu?

Düğünden bir ay kadar önce bir akşam bize gelmişlerdi, İrfan ile müstakbel yengenin suratından düşen bin parça idi. Önce aralarında bir tartışma yaşadıklarını sanmıştım, oysa sorun düğün hazırlıkları ile ilgiliydi. Oldukça tanınmış bir otelin balo salonu kiralanmış, konukların en iyi şekilde ağırlanması için profesyonel şirketlerle anlaşmalar yapılmıştı. Ancak gelin ile damat o özel geceyi sabahlara kadar pistte dans ederek geçirmek istiyorlardı. Oysa gelenekler gereği, yeni evlilerin, masa masa dolaşarak, her konuğu teker teker ziyaret etmeleri, gösterişli takı takma seremonileri ile zaman kaybetmeleri gerekecekti. Doğal olarak, konuk sayısının beş yüz olduğu bir salonda gönlünce eğlenmeye de vakit kalmayacaktı. Bizim hanım, “kapıya bir büyük sandık veya sepet koyarız, herkes hediyesini geldiğinde oraya atar” demişti ama İrfan’ın yaşlı kaynanası daha yola çıkamadan taşı koymuştu. “Düğünlere gelen insanların beklentileri vardır. Takı takmanın hazzı, etrafının ne taktığını görmesinin yaşattığı kibir, hatta anons edilerek yedi mahalleye duyurulmasının verdiği gurur. Bunlardan mahrum bırakamazsınız, varsın o gece de dans etmeyiversinler canım!"                                                                                                                                                
O an aklıma bir fikir gelmişti. Bir heykeltıraş hanım arkadaşım vardı, gelin ile damadın yüzlerinin kalıbını alarak, pekâlâ suratlarının bire bir kopyalarını yapabilirdi. Görüntünün gerisini de, hazır vitrin mankenlerine damatlık ve gelinlik giydirerek çözecektik. Bu heykelleri salonun en görkemli yerine koyacaktık ve konuklar sahte gelin ile damadın boyunlarındaki şallara armağanlarını iliştireceklerdi veya gelinin kolundaki dantel keseye koyacaklardı. Bu arada üç kamera sürekli çekim yapacak ve kimin ne yaptığı kayıt altına alınacaktı. Gecenin sonunda da o kopyalar montajsız olarak hızla çoğaltılacak ve herkese giderlerken, bir takı CD’si, gecenin armağanı olarak sunulacaktı.

    Kaynağı tam olarak anımsayamıyorum, ama insanoğlu ömrünün yarısını sığınacak bir liman arayarak geçirirmiş, diğer yarısını da bu arayışının inkârı ile tüketirmiş. Belki bu hipotezi şöyle de ifade etmek yanlış olmaz sanırım. Ömrümüzün ilk yarısını limana gereksinimimiz yok özgüveni ile heba ederiz, ikinci yarısında bu gereksinim baş gösterir, size ayrılan sürenin sonlarında da içine düştüğünüz yalnızlık sizin gerçeği algılamanızı sağlar. İşte arkadaşlar, hayatta bir gün gelir ki; en yakınlarınızla bile apayrı bir âlemde yaşadığınızı anlarsınız. Yalnızlık en büyük meydan okuyucunuzdur, çaresizlik de yalnızlığınıza refakat eder durur.   O anda yaşamı lezzetli kılmak için tek yapacağınız, kendi mutluluk kaynaklarınızı faaliyete geçirmektir. Unutmayın! Leo Buscaglia’nın dediği gibi sizin mutluluğunuzun anahtarı sadece sizin elinizde vardır, başka yerlerde veya ellerde aramayınız. İtiraf etmek gerekirse; ben de hayatın ikinci yarısında uyananlardanım, bir liman arayışında tutulmadık fırtına bırakmadık. Çoğu bir heves olarak parladılar ve söndüler, ama bir sadık dost terk etmedi beni, özellikle son dönemlerde de yaşamıma hükmetmeye başladı diyebilirim. Sizin anlayacağınız, bir kalem dolandı elime, uzun yıllardır karalayıp duruyorum, mutlu da oluyorum, ama kolay olmadı.

Yazmak, kuşkusuz önemli bir deşarj kaynağıdır ama kalemimize sarılarak gösterdiğimiz isyanımız veya daha kibar ifadesiyle, iç dünyamızın sadece kendimizin anlayabileceğimiz bir dilde yapılmış tercümesi, bir süre sonra yetersiz gelir ve ürettiklerimizi paylaşma duygusu bizi başka mecralara itelemeye başlar. Kuşkusuz, elemanları fazla değişkenlik gösteremeyen bir bütünde sarmalanma kaçınılmazdır, hatta saplantılar oluşması gibi bir ikincil tehlike daha bekler eşikte. Aslında kafanızda yarattığınız o anarşinin tek muhatabı, gönlünüzde yatan aslanın hükmettiği bir monarşidir, ama iktidara ait bir düzen değişikliğine gitme vaktinin geldiğini anlamanız, tıpkı bende olduğu gibi, nedense uzun zaman alır. Diğer taraftan, paylaşımcılık dürtüsünün önemli bir diğer nedeni de, her insanda doğuştan var olan beğenilmek, takdir edilmek duygusudur kuşkusuz. Bu duygu içinizi kemirdikçe kemirir ve sonunda galebe çalar. Başlangıçta, birkaç satırı kaleme almak için bilgileriniz ile hayal dünyanızı birleştirmek yeterlidir, ama sonrasında başka beklentiler bilinçaltlarımızda yeşerip dururlar. Bu işe gönül verenler gayet iyi bilirler, yazar olmak, hatta iyi bir yazar olmak için her çırak, önemli bir çaba gösterir. Oysa mesele, sizi yazar olarak görmeye başlayacak bireyi, hatta kitleleri oluşturabilmektedir. Bu nedenle, paylaşım konusunda bir başarı beklenecekse, öncelikle, yazdıklarınızı okuyanların profili ve beklentileri nelerdir sorgulamasından yola çıkmak gerekir. İşte o zaman  amacınızın, kendinizce güzellikler yazmaktan çok, beğendirmek olduğu acı gerçeği ile karşı karşıya kalırsınız. Başlangıçta bu fikir bana çok itici gelmişti, yazıyorsam kendim için yazıyordum, bu benim dünyamdı, ama insan, en basit tanımı ile sosyal bir varlıktı, kaldı ki inzivanın hiçbir türü karakterimle örtüşmüyordu. Peki, bu sorunun doğru yanıtı neydi, yani insanoğlu en çok neyi okumaktan keyif alır sorusunun yalın cevabı nasıl bulunabilirdi. Kuşkusuz, tarih boyunca insanların beğenileri de büyük değişkenlik göstermişti, yazmaya ağırlık verilen konular, hatta tarzlar bile bu büyük değişimden nasibini almıştı. Örneğin günümüzde pek popüler olan aşk-macera türünün kökeni olan Romantizm, Dünya Edebiyatına XVIII. Yüzyılda ayak basmıştı, oysa o güne dek tarihi eserlerin ciddi bir ağırlığı vardı, hatta edebiyat ile tarih hep iç içe gibiydiler. Diğer taraftan, yazılanların ömrü ile ilgili ilginç bir saptamam oldu. Makale, araştırma raporu, deneme veya günlük tarzı yazıların kısa zamanda uçup gittiği, oysa aynı metinlerin öyküleştirilmiş, romanlaştırılmış hatta senaryolaştırılmış versiyonlarının kalıcılığının daha uzun ömürlü olduğunu fark ettim. Bu yazı türlerinin, hemen hemen tümünde de görsellik son derece önemli bir ayrıntı olarak ortaya çıkıyordu, yani yazının sunumu da yazının kendisi kadar değerliydi. Bugünün teknolojisi ile o eski uğraşıların hepsi bir bir rafa kalktı, daha doğrusu uzun uzun göz nuru dökmek yerine bir klavyenin tuşlarına basarak, sayfa düzeni, dilbilgisi, resimleme, süsleme ve daha birçok olanak ellerimizin altında. Oysa eski dönemlerde her şey el ile yazılırdı ve görselliğin ana kıstası, içerikten çok, Kaligrafi denen güzel yazı sanatı idi. Çarpıcı bir örnek olduğu için Çin Kaligrafisi önemli bir öğretidir. O öğretide iyi bir yazı yazabilmeniz için her şeyden önce dört temel elemente gereksinim duyacağınız anlatılır. Fırça, pirinç kâğıdı, mürekkep ve mürekkep taşı.

Peki, ben bu geniş yelpazenin neresindeydim? Hangi türde yazarsam daha başarılı olabilirdim? Beğenilmek içgüdüsünün esaretinde yolculuğumu sürdürürken, yazdıklarımın ilgisiz konulardan olduğunu gördüm. Bazen de tümceler kelime salatasından öteye geçemiyordu, ancak yazdıklarımın özü, içimdeki benim ta kendisiydi ve hep benim kişisel ilgi alanlarım ile ilintiliydi. Girdiğim sarmalı iyice tahlil ettiğimde gördüm ki; dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyordum. İnsana bahşedilen bir akıl, insanın kendi ürettiği akıl oyunları  ve bu oyunlar için arkadaş arayan farklı bir tür vardı yeryüzünde. Gerçek, aynen Montaigne’in dediği gibi idi; Dünyada en adilce dağıtılan nimet akıldı, çünkü hiç kimse, payına düşen akıldan şikâyetçi değildi.

Yazmıştım da ne olmuştu? Bir meşgale veya deşarj vesilesini aşamamıştım, yazarak mutlu olmak hayali biraz uzak duruyordu. Gerçi sanatın her dalında olduğu gibi, yazın âleminde de kendi döktüğünüz her emek bir yapıt gözükür gözünüze, Narsisizm kaçınılmaz bir duygu olarak sürekli yanınızdadır artık. Ancak olayı amatör bir uğraş olarak sürdürdüğünüz sürece megalomaninizi sadece aynalarla paylaşırsınız, en yakınınızdakilerin bile yüzlerce sayfayı okuyup da bir fikir yürütmeye sabrı yoktur. Sizin o dosyalar manavından da, bir yemek çıkacağına kimseyi ikna edemezsiniz. Çare, ne yapıp yapıp, profesyonel yazın dünyasına kapağı atmaktı,  yani aynı nebiler gibi kitap getirmiş bir yazan olmak, tek kelime ile kitaplaşmak gerekecekti. Bu düşüncenin hayali bile geçici bir mutluluk oluşturur dünyanızda.  Hiç tanımadığınız bir kütüphanede yer almak, sonraki nesillere aktarılacak bir obje haline dönüşmek, hatta ölümsüzleşmek gibi ikincil ve kalıcı haz etkileri de peşinden gelecektir.

İyi güzel de; sanatçıları bilmez misiniz, sanatçı olunmaz doğulur paradigması etrafında buluşmuşlardır, benim gibi sonradan olma, hatta sonradan görme birini neden aralarına alsınlar ki. O büyülü yazın dünyasının kapılarının aralaması için en azından onların dogmalarına sahip olmak veya ilkelerim ile o dogmaların örtüştüğünü her şeyden önce kendime kanıtlamam gerekiyordu. Sonuçta kendi kafamda bazı başlıklar oluşturdum, emekler, belli ilkeler dâhilinde ayrıştırılmalı ve öylece redaksiyona sokulmalıydı. Öyle de yaptım, ama sadece elimdeki bitmemiş senfonilerin sayısı artmıştı, amaç doğru idi ama belli ki metot hatalıydı ve ben bakın, yazarak mutlu olmak için, nasıl bir yol tuttum.

           Yazının icadından beri yazmak, insanoğlunun kendini ifade etmesinin en iyi şekli olmuştur, ama binlerce yıl her türlü yeteneğini geliştirirken,  insanın sağlıklı yazmak konusunda kendisini ne kadar geliştirdiği tartışmaya açık bir konudur. Daha doğru bir ifade ile yazmanın evrensel bir üslubu olmadığı gibi, yazın âleminin doğruları ve yanlışları göreceli kavramlar olmayı hep sürdürmüşlerdir. Mamafih, birçok yazar bu göreceli girdaptan kurtulup, yazın dünyasında unutulmazlar arasına adlarını yazdırmışlardır. Onları başarılı kılan neydi acaba? Birçok kaynakta belirtildiği gibi, bir yazın eserini oluşturmanın sırlarını mı biliyorlardı, yoksa yap-bozun parçalarını birleştirmeyi mi becermişlerdi. Kuşkusuz dönemsel başarıların, çağın gerçekleri ile ilintili geçerli gerekçeleri vardı, ancak kanımca her dönemin ortak paydası üç sözcükle özetlenebiliyordu, BİLGİ, YETENEK, TUTKU. Bu sihirli sözcüklerin her biri üzerine sayısız söz edilebilirdi, yazılar yazılabilir, hatta ömürler sarf edilebilirdi kuşkusuz, ama önemli olan benim bunlara ne kadar sahip olduğumdu. 

Beni yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler, pek sık kullandığım bir ifade vardır, altını çize çize, Bilgisiz Fikir Olmaz derim hep. Bu nedenle de yaşamım boyunca, bilgiye çok önem verdim. Ve gördüm ki; bilgim çoğaldıkça,  üretkenliğim koşut olarak gelişti, savunduğum bu ilke de beni hiç yanıltmadı. Bu özellik edebiyat dünyasının vazgeçilmezleri için de geçerliydi kuşkusuz. Örneğin, bir Voltaire,  bir Tolstoy düşünün. Aralarında dönemsel olarak büyük bir fark olmasına karşın, her ikisinin de Fransız Sarayını bu kadar yakından tanımaları rastlantı olamazdı. Diğer taraftan, bu ilkem nedeni ile sanatta doğaçlamayı savunanlarla hep ters düşmüşümdür. Doğaçlama alanında yaşadığım tıkanmalara sebep olarak kişisel beceriksizliğimi gösterirler genelde, doğru olabilir, ama Mozart’ın baba ocağındaki müzik ortamı olmasaydı ve daha üç yaşında nota-solfej eğitimi almaya başlamış olmasaydı, o dehanın ortaya çıkmama olasılığını yok sayamazsınız. Aynı şekilde Rembrandt, özellikle ışık ve gölge oyunlarında özel bir eğitim almamış olsaydı ve İtalyan Caravaggio’yu tanımamış olsaydı bu kadar başarılı bir fırça olabilir miydi acaba? Bu kişilerin özel yeteneklerle bezenmiş oldukları gerçeğini hiçbir zaman yadsımam, ancak yetenek konusu niteliksel olarak ne kadar tartışılmazsa, niceliksel olarak da hep tartışmaya açık olmuştur. Unutmamak gerekir ki; içinizde o yeteneğin küçük bir kıvılcımı varsa bile, ancak bilgilendikçe o ateşin harlandığını fark etmeye başlarsınız. Ters bir mantıkla da bilgisiz en büyük yeteneğin de yönetilemeyeceğini düşünebilirsiniz pekâlâ. Bu nedenle de, altını çize çize, Bilgisiz Yetenek Olmaz derim hep. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri de Balzac’tır. Elli yıl civarında yaşamış bu kişiliğin, seksen küsur roman yazmasını nasıl izah edebilirsiniz? Üstelik XIX. yüzyıl başlarının koşullarını da düşünürseniz, ciddi bir sıra dışılığı yakalarsınız.

Peki, bilgi ve yetenek başarı için yeterli olabilir mi? Kanımca, gönülsüz yapılan herhangi bir işten hayır beklememek gerekir, tutku başarının olmazsa olmazıdır. Kuşkusuz, tutku konusunda da herkesin, basit bir ilgiden, ilahi kenetlenmelere kadar giden geniş bir duygu ve düşünce yelpazesi vardır. Ancak bilmediğiniz, tanımadığınız, hatta varlığından bile haberdar olmadığınız bir nesne veya kavramı sevmeniz düşünülemez. Diğer bir ifade ile her konuda olduğu gibi, yazın âleminde de seveceğiniz birçok şey sizi bekliyor olabilir, ama gönül bağınızın güçlenmesi ancak bu yeni ufuklara açılmanız ile gerçekleşecektir. Severek yapılan her işteki gibi, son derece olumlu bir kısır döngü de sizi bekler oralarda, ürettikçe seversiniz, sevdikçe de üretirseniz. Bu üretkenliği kuşkusuz edinimleriniz besleyecektir, ama edinimlerin tutkunuzun da gıdası olduğu gerçeğini yakalamak pek zor olmasa gerek. Bu nedenle, altını çize çize Bilgisiz Tutku Olmaz derim hep.

Bu ilkelerin ışığında, yıllardır, savunduğum değerlerim, kaleme aldığım çalışmalarım oldu. Sözün özünde, ben bir yazan olmak istememiştim, hele yazar olacağım diye bir iddiam da hiç olmamıştı, ama benim elime kalemi tutuşturan hayatın ta kendisi idi. Zaman içinde, takdir edenlerim, dudak bükenlerim oldu. Hatta deli yaftası yapıştırdıkları da oldu, güldüm geçtim. Oysa akıllılık ile delilik arasında ince bir sınır çizgisi olduğu son derece klasikleşmiş bir söylemdi. Üstelik tutku gibi uçlara gidebilen bir olayda, o sınırın iki tarafına geçişlerin sayısız  örneklerini bilmeyenimiz, hatta yaşamayanımız  yok gibiydi, ama insan aklının en büyük zaafı, eskilerin dediği gibi, unutmaktı. Bu konuda, kendine özgü olduğu için, XVIII. yüzyıl ikinci yarısında ve XIX yüzyıl başlarında yaşamış tutkulu bir yazar olan Marquis de Sade’i örnek göstermeye bayılırım açıkçası. Kahramanımız, varlıklı bir Fransız asilzadesi olmasına karşın, doğru bulmadığı her şeyi, son derece farklı tarzı ile uzun uzun yazarak protesto etmeye adamıştır yaşantısını. Kuşkusuz, kralı, devrin otoritelerini, kiliseyi ve daha birçok çıkarcıyı karşısına almıştır. Sonuçta elinden bütün olanakları alınır, defalarca tecrit edilir, hapse atılır, ama Sade her konumda bir fırsatını bulup fikirlerini yazmayı becerir. Ancak bir gün hücresinde ölü olarak bulunur, ölüm sebebi ise ilginçtir. Pencere pervazından kopardığı bir tahta parçasını sivrileştirerek kolundaki bir damara sokmuş ve kanıyla ceketinin astarına düşüncelerini yazmaya başlamıştı. Taklit de olsa elinde artık bir kuştüyü vardı ve kırmızı mürekkepli koca bir diviti olmuştu. Adam hokka tükenene kadar büyük bir tutku ile yazmıştı, üstelik kelimenin tam anlamı ile kanının son damlasına kadar, zaten astarda da yazacak yer kalmamıştı. Marquis de Sade’ın muhakemelerine veya yazı üslubuna katılmayabilirsiniz ama sanırım tutkusunun boyutunu tartışamazsınız. İş, adamın yukarıda bahsettiğim ince sınır çizgisinin ne tarafında olduğuna karar vermeye kalıyor, onun kararını da herkes kendince versin ama kaynaklar adamın son derece mutlu öldüğünü gösteriyor, soğumakta olan yüzü hala gülümsüyordu.

          Bizim İrfan evleneli iki ay oldu. Dün gece yeni evlerinde idik, pek baş başa sayılmazdık, kaynanası fena çöreklenmişti tepelerine. Bir aralık muhabbet düğün gecesine gelmişti. İrfan bir koşu düğün CD’lerini koydu, hatıralarımız canlandı. Sanal takı takma CD’si ise gecenin en can alıcı noktasını oluşturmuştu. Heykeltıraş arkadaşım, büstleri balmumundan yapmıştı ve o salon Madame Tussauds müzesine dönüşmüştü adeta. Takı takanların yaptıkları ise komedi filmlerini aratmayacak kadar ilginç görüntüler ve diyaloglar, daha doğrusu monologlar ile doluydu. Bir aralık İrfan’ın kaynanası ile göz göze geldik, kadın hala “Bütün bu soytarılıklar senin yüzünden oldu” der gibi, hala sevimsiz sevimsiz bakıyordu bana. Oysa o gece dans pistinde soluksuz kuduranlardan, dantel keseye boş zarfı koyan bir konuğa kadar herkesin ortak bir paydası vardı. Herkes coşkuluydu, herkes gülüyordu, ahali firesiz mutlu idi işte.

          EROL BİTİREN

        İstanbul,2012

( Mutluluk başlıklı yazı EROL BİTİREN tarafından 1/15/2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu