Bayım, şu anda evime kapanmada selameti gördüm. Kimseyle hemhal olmamaya başladım. Televizyonlarda, sanal ortamlarda her şeyin tadını kaçıran çalışmalara var. Prizden televizyonun, bilgisayarın fişini çektim, rahatladım.

“Neden?” diye sorsanız, “Canım öyle istiyor” desem, hoşunuza gitmeyecek, herhalde. Bayım, yemeğimizin ne olduğuna, içeceğimizin ne tad içerdiğine, hangi müziği dinlememize, ne tür giysi giyeceğimize bizim adımıza siz karar vermektesiniz…Hatta evimizin içindeki eşyalara, mobilyaya, deterjandan ciklete uzayan çizgide siz bulunuyorsunuz…

Kullandığımız ilaç sizin patentinizi taşımaz ise piyasaya çıkmaz. Bunları gerçekten iyi bilmekteyim. Lavabolara takılan aksesuarlara varıncaya kadar imzanız, “Buradayım” diyor.

Bayım, siz ne zaman düşüneceğimize, ne zaman uyuyacağımıza, ev içinde ne gibi esprilerde bulunacağımıza, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimize bile karar vermektesiniz.

Bu sizi yormaz mı, bayım?

Bizi bu kadar sevmeniz ve düşünmeniz karşısında ne gibi bir teşekkür belgesi hazırlanmalı?

Bizi bu denli sevmenizin sırrı ne olabilir?

Bizim çalışmamıza, yorulmamıza katlanamıyorsunuz…Bizim yerimize her şeyi yapmaktasınız.

Bindiğimiz uçakları bile siz yapmaktasınız. Evimizin iç ve dış cephe boyası bile sizin ürününüz. Bayım, bu kadar yorgun düşmeye değer mi?

Bayım bırakın biz de çalışalım.

Sizin asansörlerde bile getirdiğiniz kolaylık gözümüzü yaşartıyor. Merdivenleri çıkmamıza bile gönlünüz el vermiyor. Bakın şişmanlayınca bize özel hazırladığınız spor aletleri bile var.

Bayım, siz ne kadar hümanist düşünmektesiniz.

Hastalanınca ilaçlarımızı bile siz üretiyorsunuz…Elinizden gelse eminim ki doktorların da sizden olmasını istersiniz.

Bayım, buğdaydan yulafa pirinçten nohuta ne varsa siz üretirsiniz, bize yollarsınız. Her bitkinin tohumunu üretir, bize verirsiniz. Biz eker biçeriz. Ertesi sene yine tohumunu sizden alırız.

Bayım, siz de bilirsiniz ki cümlelerim kesik ve anlamsız, birbirinin tekrarı gibi.

Elbette bizim bu kadar rahata, keyfe düşkünlüğümüzün bir kısım suçu bizdedir.

Bayım, ne olur, bizim de kendi dünyamızda hayallerimizi gerçekleştirmemiz lazım.

En azından bir çamaşır ipi, çamaşır mandalı, çay kaşığı, porselen tabak…

Hayır bayım hayır, buna izin vermemektesiniz.

Siz, giydiğimiz ayakkabımıza kadar, çoraplara kadar kendi markanıza razı olursunuz..

Bayım, hırsız da ev sahibi de birbirinden haberlidir. Acı ile tatlının bir arada bulunmayışı misali karanlıkla aydınlık bir arada bulunamaz.

Bize kendi dilinizi öğrettiniz, elbiselerinizi giydirtiniz, yaşamınıza özendirtiniz, yiyeceklerinizi yedirtiniz, içeceklerinizi içirtiniz…

Bayım, hala bizi kabul görmekte sıkıntınız var… İnandığınız kutsal değerler aşkına söyleyiniz; biz kimiz?..

Bayım, şarkılarımıza varıncaya kadar elimizde ne varsa alıp götürdünüz…

Bize arabalar verdiniz de yedek parçalarını almaya bizi mecbur ettiniz.

Uçak verdiniz, kumandası sizde kaldı.

Bayım, her şeyinizde bir hile var.

Bayım, gecikmemize rağmen anladık, artık her şeyi.

Bayım, yol ayrımında iken bu denli bizi rahatsız etmenizi anlamaktayız.

Haklısınız, aynı zamanda.

Bizim paramızı pula çevirtmekle kazandınız, ilk raundu.

İkinci raund, bir üçüncü raund… Sarsıldık, kendimizi yitirdik gibi.

Bırakın bayım, ringde eşit şartlarda karşılaşalım.

Biliyoruz ki siz eşit şartlarda görünseniz bile özünüz hile üzerine bina edilmiştir.

Be bayım, ben seni sevmesem de sevinir görünmek zorundayım. Biliyorum ki sen, sevilmediğini bilmektesin. Bayım, şu ölümlü dünyada her canlı ölümü tadacaktır. Aramızdaki fark, olsa olsa kefenin kalitesinden olur.

Bayım, ben artık kendi yolumu çizdim, sizden, sizin anlayışlarınızdan bıkıp usandım.

Bayım, bundan korkuyorum…

Bayım, biliyorum ki korkuların ecele bir faydası yok…

Bayım, artık sizin yüzünüzden bir şeyleri bile kaleme almaktan çekiniyorum.

Bayım, bu son yazımı kaleme alırken, dikkatimi bir şey çekti.

Kâğıd sizin kâğıdınız, kalem sizin kaleminiz…

Bayım, bu benim intiharımdır, biliyor musunuz?

Bayım, kendimden nefret ediyorum.

Siz, bunu benden yıllar önce biliyordunuz.

Bayım, sonuçta sadece kendimi suçluyorum. Biliyorum ki size uymakla başta hata yaptım. Bu akşam yatarken ranzamda bir de ne göreyim!...

Tavana asılı lambada bana aydınlık sağlayan ampulün markası bile sizin..

Bayım, ben bu dünyada yaşarken yavaş yavaş ölüyorum.

Bari ölürken cenazeme gelmenizi istemiyorum.

Bayım sizin işiniz belli olmaz… İnandığınız kutsal değerler adına söylüyorum, cenazemi kıldıran imam rolüne dahi girebilirsiniz.

Bayım, çok söze gerek var mı? O gözünüzü toprak doyursun

….

Yazar, yazıdaki üslubun çok sert olduğunu gördü, ikinci okumasında. Yayınlayıp yayınlamama arasında bir med-cezir yaşadı. Yayınlasa başka mana yüklenecekti, bu iki mektubuna. Yayınlamasa içi rahat etmeyecekti.

Yoksulluğun kıyısında yazacağı birçok kitap vardı. Yazar olmaya karar vermişti. Ülkenin içinde olduğu meselelerin farkındaydı. Kaleme aldığı romanları satış yapacak mıydı? Şiir, zaten canlı cenaze gibi… Şiirin alıcısı olmadığı için, harcayacağı emek, dönüşüme sahip olamazdı.

Gazetelerde bir köşe bulma ümidiyle yazdığı mektupları, yayınlayacaktı. Hangi gazete,  bu mektupları yayınlayabilirdi?

Sırasıyla üç gazete seçti, yayınlananlar içinde. Biri muhafazakâr, biri inanç yanı ağır basan, öbürü milliyetçi tarafı belli olan.

Mektuplarını on beş günlük arayla gönderecekti. On beş gün boyunca gazete alacaktı. Yayınlandığı zaman, elbette kendisiyle irtibata geçeceklerdi. Yeter ki bu mektupları yayınlansın!..

Ünlü biri olacak, kendisinden herkes bahsedecekti.

Kalemi elinden gayrı ihtiyarî düştü. Oturduğu sandalyeden düşmemek için masanın kenarına tutundu. Parmakları masadaki örtüyü çizercesine geriledi. Masada duran sürahi devrildi. Akşamdan kalan ekmeği masada kaldı. Kâğıtları gelişigüzel dağıldı.

Azından anlaşılmayacak kelimeler çıktı. Biri kendisini boğarcasına boğazına tutundu. Gömlek yakasını açmaya çalıştı.  Bir iki nefes aldı.

Sürahinin düşme sesiyle irkilen kedisi, korktu. Bulunduğu sedirden yan odaya miyavlayarak kaçtı.

Eşi, gelen gürültüyle uyandı. Alelacele, sandalyeden düşmek üzere olan kocasını tuttu. Kucaklayıp, sedire yatırdı. Komodine uzanıp, spreyi aldı. Bir iki kez sıktığı sprey, odanın kokusunu değiştirir gibi oldu.

Biraz rahatladı. Hırıltıları hızlı nefes almaya dönüştü. Eşi, her zamanki nöbetlerde olduğu gibi sabırlıydı, temkinliydi. Yıllardır, astım hastası olan eşinin yanındaydı.

Hasta olan eşine baktı:

-Sen hiç değişmeyeceksin, Sabri. İyi kötü bir emeklilik maaşımız var. Değer mi bu yaşta kendini yormaya. Yazıyorsun yazıyorsun, yazdıklarını kimse yayınlamıyor.

Eşinin kendi kendine mıırldanmasını duydu, itiraz etmedi. Gözlerini yumarken, birkaç damla yaş, süzüldü yanaklarından. Ağladığının farkında olmayan karısı, kendince söyleniyordu:

-Yapma be Sabri, başımızı soktuğumuz bir evimiz var. Güzel yazarsın, iyi yazarsın da bunu anlayan kalmadı be gülüm. Yazdıklarını kimse anlamıyor.Haklısın, doğru şeyler kaleme alırsın. Kendini harap edersin. He değil mi Sabri?

Sabri, eşinin bu sefer çok üzüldüğünün  farkındaydı. Konuşmak istedi, konuşamadı. Rabia’nın avucundaki elini sıktı.

( Bayıma Mektuplar Öykü 2. Bölüm başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 17.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu