1
Çürümek! Kokuşmak! Tiksinti verici hale gelmek.
İğrenmek. Bu durum çürümüş leşler için kullanılabildiği gibi zamanı geçmiş
temel gıda maddeleri için de sıklıkla kullanılır. Kokusu midemizi bulandırır,
burnumuzu tıkarız o iğrenç kokudan korunmak için. İnsan, bu tür kokuşmuşluk
sarmalında ne yapar? Elbette, etrafı kokusuyla rahatsız eden o nesneyi toprağa
gömer. Bazı hassas insanlar, o iğrenç kokudan dolayı birkaç gününü berbat
geçirir; kokusu bir türlü burnundan ayrılmaz.
Tuzun kokması nedir ki? Ne için kullanılmıştır bu
anlamlı cümle?
"Et kokarsa tuzlanır; ya tuz kokarsa ne
yapılır?" Bu atasözü genellikle düzeltme ve iyileştirme imkânı olan bir sorun
varsa ona çözüm bulunabileceğini, fakat düzeltme ve iyileştirme aracı bozulduğunda
(tuz kokarsa) durumun daha kötü olduğunu belirtir, öyle değil mi?
Peki, bir soru daha soralım: İnsan kokarsa ne yapılır?
Bu soru karşısında insanoğlunun şapkasını önüne koyup, iyice bir düşünmesi
gerekir.
İnsanı kokutan sebepler üzerinde hiç düşündük mü? Düşündüysek
ne kadar düşündük ve ne kadar çözüm bulduk acaba? Yoksa çözümsüzlüğün son
raddesine mi geldik? Peki, bu noktadan sonra “her şey olacağına varır” diyerek,
toplumun kokuşmasını, dolayısıyla kendimizin de kokuşmasına rıza mı göstereceğiz?
Elbette hayır! Kokuşmaya karşı toplumsal dayanışma halinde olmalıyız ki, hem
toplumun, hem kendimizin, çocuklarımızın ve torunlarımızın kurtuluşuna katkıda
bulunmuş olalım. Bu insan olmanın üzerimize yüklediği ağır ve kutsal bir
görevdir. Gelin, insanların kokuşmasına sebep olan sorunları hep birlikte sıralayalım
ve çözümler üretelim:
a-) İnanç zayıflığı,
b-) Aç gözlülük duygusu,
c-) Kin ve nefret duyguları,
d-) Aile ve çevre faktörü,
e-) Özentiler,
f-) Toplumda kötülüğün yükselmesi ve kanıksanması,
g-) Alçak gönüllülükten, üstün gönüllüğe terfi etmek,
h-) Goygoyculuk, yalancılık, iftiracılık ve
şakşakçılık,
ı-) Empati yeteneğini kaybetmek,
j-) İnsan, hayvan ve doğa sevgisini yitirmek,
k-) Hak ve adaletten uzaklaşmak,
l-) Kin, öfke ve şiddet içerikli ve aynı zamanda
kadın-erkek ilişkilerini en çirkin haliyle gösterime sunan ve yıllar süren o
berbat diziler, kadınları ekran bağımlısı yapan içeriği çürük magazin ve
benzeri programlar.
Yukarıda sıralamaya çalıştığım insanı çürüten
sebeplerden bir veya birden fazlası insanlarca kabullenilmiş ise bunun sebebi
insanların inançlarından sapmasıdır. İnancına sıkı sıkıya bağlı olan insanların
kolay kolay çürümeye yol tutması asla mümkün görünmez.
Bu böyledir ancak insanların içinde bulunduğu sosyal,
kültürel ve iktisadi şartlar göz önünde tutulduğunda insanoğlunun insanlık
değerlerinden uzaklaşmasının kaçınılmaz olacağı da bir gerçektir. Neticede
insanlar yaşamak zorundadır. Bakmak zorunda kaldığı bir ailesi vardır. Bu
bakımdan bir yuvayı ayakta tutmak bir hayli zordur ve her insan dürüst kalmak
adına ailesinin dağılmasını göze alamaz. İnsanı çürüten; yani “tuz koktu”
noktasına getiren sebepler artık kanıksanmaya başlamış ise hükümetlerin mutlaka
acil önlemler alması icap eder. Bana göre ilk tedbir; hükümetlerin
sivrisinekleri öldürmesi değil, bataklığı kurutmasıdır. Başlangıç; eğitimle,
bilinçlenmeyle, empatiyle, insan hayvan ve doğa sevgisini çocuklara ve gençlere
aşılamakla olmalıdır. Bu ve benzeri çözümler görece olarak uzun bir zaman
alabilir ama başlangıç buralardan başlamalıdır. Şayet sorunlara doğru teşhis
konulmuş ise kısa vadede çözüm üretilebilir.
Sorunların kaynağı ağırlıklı olarak ekonomik
sıkıntılardır. O halde hükümetler acilen istihdam alanları açmalı, ücretler
insan onuruna yakışacak düzeyde olmalıdır. Ailelerin sahip olabileceği sosyal
konutlar üretilmelidir. Bu tedbirle bir bataklık daha kurutulmuş olur.
Milletleri bir arada tutan milli, manevi ve kültürel
değerleridir. İnsanlar önceki dönemlerde bu birliği ve dirliği töreleriyle ve
kültürel alt yapılarıyla sağlıyorlardı. Dinlerin yozlaştığı dönemlerde töreler
dinsel bir anlam taşıyordu ve töreleri ihlal edenler törelere göre
cezalandırılıyordu. Dinler, toplumlara tebliğ edilmeye başlandığında bile
töreler ayaktaydı, yaşıyordu ve yaşatılıyordu. Zira dinler, güzel olan
törelerin devamına izin verdiği gibi daha da iyileşmesi için teşvik edici bir
rol üstleniyordu.
Bilim, teknoloji ve tıp baş döndürücü bir hızla
ilerliyor. Film sektörü yükseliyor. 30-40 yıl öncesinde Türk milleti televizyonlarla
tanıştı. Siyah-beyaz dönemlerde ekranlarda ağırlıklı olarak Brezilya ve Amerika
dizileri gösteriliyordu. Alavere-dalavere işler, cinayetler ve erkeğin
kadınını, kadının erkeğini nasıl aldattığı konu ediliyordu ve milletimiz bu
dizilerin bağımlısı oluyordu. O günleri hatırlıyoruz. Türk film ve dizi
yapımcıları uzun yıllar sonra bu dizilerden dersler çıkardı ve o dizilere taş
çıkartacak diziler çekmeye başladılar. Öyle ki, dünyanın pek çok ülkesine Türk
dizileri ihraç ediliyor. Para kazanma uğruna tarihimizi bize öğreten diziler
çekiliyor fakat bu diziler ne yazık ki gerçeği yansıtmıyor. Her tarihi
şahsiyete bir olağanüstülük yükleniyor, yaşanmamış olaylar yaşanmış gibi
kurgulanıp, gösteriliyor. Mafya dizileri, aşk-meşk dizileri, alavere-dalavere
işler dizilerin bir numaralı konusu oluyor. Dizilerin, filmlerin kurgusu
öylesi-ne planlı yapılıyor ki, genç nesiller bu baron, mafya ya da çete
dizilerinin etkisinde kalıyor, kendi mahallelerinde kendi gettolarını
oluşturuyor, kanun dışı işlere girişiyorlar. Bana göre gençlerin ahlaki ve etik
değerlerinden uzaklaşmasının sebeplerinden biri de bu dizilerdir.
Zenginlerin yaşam tarzları da varoşlara mahkûm olan
genç insanlarımızı ciddi şekilde etkiliyor. Kendilerinin de öyle yaşamaya hakları
olduğunu düşünüp, gayrimeşru yollara başvuruyorlar. Bu özenti hali, yuvaların
yıkılmasına, insanların bu yolda ölümlerine neden oluyor. Gasp, hırsızlık,
rüşvet, açgözlülük gibi etik değerleri yerle bir eden bu ahlaksızlık
yaygınlaştıkça kanıksanıyor, kanıksandıkça da yaygınlaşıyor. Bu durumu en iyi
bilen hükümet yetkilileridir, öğretmenlerdir. Gençlerimizin zihnini kuşatan bu
kanun dışı eylemler ailelerin, hükümetlerin ve eğitim kurumlarımızın eş zamanlı
ve bilimsel yöntemleriyle önlenebilir. Yasalarımız da bu tür suçlara karşı
caydırıcı olmalıdır. İyi hal diye bilinen şu saçma sapan uygulamadan bir an
evvel vaz geçilmelidir. Her suçlu işlediği suç nispetine göre mutlaka cezalandırılmalıdır.
Dinimizin emir ve yasakları zihinlere kazınırcasına
öğretilmelidir. Arap-Emevi din ideolojisinin dinimizi asla temsil etmediği
gerçeği gün yüzüne çıkarılmalıdır. Hurafelerden arındırılmış bir din anlayışı
mutlaka eğitim kurumlarında verilmelidir. Çünkü bizim toplumumuzun %90’ı
Müslümandır ancak Müslümanlığın hangi mertebesinde olduğunun bile farkında
değildir. Kuran’ın 113 temel emir ve yasakları çocukluk çağından başlamak sure-tiyle
her insanımıza öğretilmelidir. Dinimizin kapılarının hurafelere, uydurulan
hadislere ve akıl dışılığa kapalı olduğu ayetler ışığında anlatılmalıdır.
Cuma hutbelerinde dinimizin zinayı, uyuşturucu
kullanmayı, iftira atmayı, rüşveti, hırsızlığı yasakladığı anlatılır. Gel gör
ki, insanımız ateş böcekleri gibi ateşin üstüne yürümeye, haram lokmayı
besmeleyle midesine yollamaya devam ediyor. Oysa ibadetlerin iki amacı vardır;
birincisi Allah’a olan kulluk görevimizi yerine getirmek, ikincisi de Kuran’ın
temel emir ve yasaklarına harfiyen uygun yaşamak; Hz. Muhammed’in o mümtaz
hayatını örnek almaktır. Bu cümleden devamla; İslam’ı din olarak seçen
insanlar, İslam’ı kaynağından öğrendiğinde hedefi Müslüman kalmak olmamalı!
Müminliğe terfi etmek olmalıdır. Çünkü Müslümanlık Allah’a, Kuran’a, peygamberlere,
ahirete inandığını ikrar etmesidir. Yani özde değil, sözde Müslümanlıktır!
Mümin olmak ise inandığı bu değerlerden taviz vermeden Kuran’ın emir ve
yasaklarını hayatının merkezine koyarak yaşamaktır. Kuran, Müslüman ile
müminlerin vasıflarını bizlere bildirmekte; müminlerin tövbesini “Nasuh” yani
samimi tövbe olduğunu özellikle belirtmektedir. Bu durumda günaha mübah gözüyle
bakan Müslümanların tövbelerinin nasıl bir tövbe olduğunu siz düşünün!