M. NİHAT MALKOÇ
Geceler vardır, katran karası geceler.... Ve o zifirî
gecelere meydan okuyan mütebessim dolunaylar vardır çok şükür. O dolunaylar ki
gecelerin ağır hükmünü geçersiz kılar. Omuzlara yüklenen kurşundan daha ağır
yüke dostça ve kardeşçe omuz verir.
Anadolu coğrafyasına âb-ı hayat hükmünde iksir olan Mevlânâ Celâleddin Rûmî de o abus yüzlü
kapkaranlık gecelere doğan bir dolunay gibidir. Yürekleri paralayan dertlerin
dermanıdır. Onulmaz yaraların şifasıdır. Samimi dualara karşılık gelen
Gönül göklerinin parlak yıldızıdır Mevlâna… Karanlık
gecelerimize dolunaydır. İçimizin üşüdüğü demlerde gönlümüzü ısıtan güneştir.
“Hazret-i Pîr, Hüdâvendigâr ve Mollâ-yı Rûm” sıfatlarına haizdir. Mevlânâ Celâleddîn,
BahâeddînVeled’in goncasıdır. Bu gonca Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî’nin
elinde açarak iri bir güle dönüşmüştür. Hayatını ‘Hamdım, piştim, yandım’
sözleri ile özetleyen Mevlânâ, bir gönül adamıdır. Çocukluk yıllarını Belh’te
geçiren Mevlânâ, daha sonra Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve
medeniyet merkezlerinden biri olan Konya’yı kendisine vatan etmiştir; ömrünün
sonuna kadar da burada yaşamıştır. O, Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi’nin
sevgili babasıdır.
Mevlânâ zamanın
modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da Türk oğlu Türk’tür.
Tarihî bilgilerimizi yokladığımızda Mevlâna’nın yaşadığı
dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dilinin Farsça olduğunu görürüz. Sırf bu
yüzden Mevlânâ, zamanın modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da; o, Fars
kökenli değil, öz be öz Türkoğlu Türk’tür. O, eserini Farsça kaleme almış
olmasına rağmen evinde Farsça konuşmuyor, Hakanî Türkçesini kullanıyordu.
İranlılar onun Farsça yazmasından yola çıkarak, bunu kendilerince bir delil
sayarak, bu kıymetli Türk büyüğünü elimizden almaya kalkmışlardır. Sadece
İranlılar sahip çıksa iyi; Afganistanlılar da Mevlânâ, Belh’te doğdu diye onu
kendi milletlerinden saymaktadırlar. Fakat tarihî gerçekler onun Türk olduğunu
göstermektedir. Bunun da ötesinde kendisinin kaleme aldığı şu şiir, bunu açıkça
ortaya koymaktadır: “Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,/Sizin
vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım,/Her ne kadar düşman gibi görünsem de,
düşman değilim,/Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.”
Zamana meydan okuyan şiirlerin şairi Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşmıştır. O, yedi asrı aşkın bir
zamandan beri şiirleriyle gönüllerimizde taht kurmuştur. O, yüce Rabbimizin
tecelligâhı olan gönlü yüceltmiş, onu insanî duyguların merkezî olarak kabul
etmiştir : “Bu dünya su küpü, gönülse ırmak… Bu dünya oda, gönülse şaşılacak
şeylerle dolu bir şehir...”, “Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur, gönülde
yeşeren gül bahçesi ise ne hoş…”, “Bil ki lezzet içtendir dıştan değil. Köşk ve
saraylar arzu etmeyi ahmaklık bil”, “Gönül ovasına girmek gerekir, zira dünya
ovasında ferahlık yoktur. Dostlar! Gönül emin yerdir. Orada pınarlar, gül
bahçesi içinde gül bahçesi vardır.”
Mevlânâ, Peygamber
Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biridir.
Peygamber Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biri
de yüce gönüllü Mevlânâ’dır. O, her çağda ilgileri üzerine çekmiş, sevgide
doruğa ulaşmıştır. Onu; şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında anlatanlar,
onu tarif etmede sözün kifayetsiz olduğu gerçeğini kabullenmiştir. Mevlânâ’yı
şiirine konu edinenlerden biri olan Arif Nihat Asya, bu engin sevgiyi şu
beyitlere sığdırmaya çalışmıştır: “Yeter ey günlerin mûnadisi,/Yeter artık
günün taaddisi/ Sen nasıl seslenirsin ey nâra/Uyuyor Şehri yâr-ı
cûndisi/Elverir gıllugîş teâtisi/Ki bu vadi sükût vadisi.” İranlı Filozof Molla
Câmi, Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil; amma
kitabı var) diyerek ona olan hayranlığını dile getirmiştir.
Alman şair Goethe, Mevlânâ’yı dünyanın en büyük mistik
şairi olarak nitelendirmiştir. Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal
“Mevlânâ, aşkın rehberidir./Sözleri susuzlara çeşme/Vücudu vecd-ü heyecandır”
diyerek onun ruh iklimini tasvir ediyordu. Büyük Fransız muharriri Maurice
Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli, âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle
bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder. Bana göre
şevk, ışık ve neşe âleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhî insanların hiç
birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni
yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in,
Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.” diyerek onu övdükçe
övmüştür. Daha bunun gibi nice mümtaz örnekler sayabiliriz.
Hakk ve hakikat dostu Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan, onu bir
anlamda tamamlayan manevîyatı güçlü isimler vardır. Bunlar arasında Seyyid
Burhaneddin, Şems-i Tebrîzî, Selahaddin-i Zerkubî, Hüsâmeddin Çelebi, İbn’ül
Arabî, Sadreddin Konevî, Kuyumcu Şeyh Selâhaddin sayılabilir. Fakat Mevlânâ’nın
hayatında Şems-i Tebrîzî müstesna bir yer teşkil eder. Hazreti Mevlânâ için
diğer Hakk dostları bir yana, o bir yanadır. Onunla olan dostluğu ve sırdaşlığı
dillere destandır. Birçok kere ayrılan ve tekrar buluşan bu iki Hakk dostunun
dostane ilişkileri birçok kesim tarafından kıskanılmış, dedikoduların kaynağı
olmuştur.
Bazı şer odakları
hakikatin ışığı Mevlânâ’ya çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır.
Bazı şer odakları hakikatin ışığı Mevlânâ’ya çeşitli
iftiralarda bulunmuşlardır. Onun hoşgörü anlayışından zıt mânâlar çıkaranlar
olmuştur. Onun “Ne Hıristiyan’ım, ne
Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman/Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan, ne denizden/Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten/Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de
Firdevs’ten.” gibi sözlerine bakıp da onları yüzeysel algılayanlar, onu tekfir
etme noktasına gelmişlerdir. Oysa burada ifade edilen, onun hoşgörüsünün
enginliği ve birleştiriciliğidir.
Mutasavvıfları anlamak için asgari de olsa belli bir
tasavvuf kültürüne ve terbiyesine ihtiyaç vardır. Bu iklimden
nasiplen(e)meyenler, bu havayı teneffüs etmeyenler, kabuğu öz zannederler.
Basiretleri körelmiş bu kişiler, yedikleri kabuğu ceviz sanırlar. Hadiselere bu
pencereden baktığımızda Hallacı Mansur'un “Enel Hak(Ben Hakk’ım)” çıkışını,
görünen anlamıyla sınırlı tutanlar neyse, günümüzde Mevlânâ’yı mesnetsizce
suçlayanlar da odur. Oysa o “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum,
seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir
söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.” diyerek
ilhamının kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu açıkça beyan etmiştir. Demek ki
görünene değil, kast edilene bakarak hüküm vermek daha isabetlidir. Perde
arkasını hiçe sayıp görünene göre hükmedenlerin yanılma ihtimalleri yüksektir.
Bu mantıkla hareket edenler, Mevlânâ konusunda da yanılmışlardır.
Mevlânâ, çağının ötesinde
evrensel görüşlere sahip mutasavvıf bir bilge şairdir.
Bir
sevgi insanı olan şair ve mütefekkir Mevlânâ’nın Mesnevi’sine baktığımızda onun
evrensel görüşlere sahip mutasavvıf bir bilge şair olduğunu görürüz. Onun
çağları aşıp bugünlere gelen, manevî hastalıklara iksir olan şu yedi öğüdü
bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi
ol./Şefkat ve merhamette güneş gibi ol./Başkalarının kusurlarını örtmede gece
gibi ol./Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol./Tevazû ve alçak gönüllülükte toprak
gibi ol./Hoşgörülülükte deniz gibi ol/Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol.” Bu öğütlere uyup gereğini yerine getirenler cimrilik, haset, zulüm,
nefret, kibir, asabîlik, ikiyüzlülük ve tamahkârlık hastalıklarından kurtulur.
Mevlânâ’nın
şiirlerinde hoşgörü duygusu apayrı bir yer teşkil eder. Yunus için ‘sevgi
şairi’ derler. Mevlânâ ise, tabir caizse bir 'hoşgörü şairi'dir. Günümüz
insanında eksikliği barizce hissedilen sevgi ve hoşgörü kavramları Mevlânâ’da
fazlasıyla vardır: Onun, altın suyuna batırılarak dört bir tarafa yazılmaya
lâyık şu sözü hoşgörünün bugün bile varılamayan ileri noktasıdır: “Gel ne
olursan ol, gel/İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,/İster bin kez tövbeni
bozmuş ol/Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil,/Gel, ne olursan ol, gel ”
Mevlânâ’nın
bizlere emanet bıraktığı sevgi ve hoşgörü duygusu, bugün kalplerimizde
yeşerebilseydi bunca kanlı savaşlar yaşanmaz, insanlar birbirini cânice öldürmezdi.
Mevlânâ, çileli hayatında sabra çok önem verir;
sabrı kendine kılavuz edinir.
Hazreti
Mevlânâ altı ciltlik Mesnevî’sinde ve çileli hayatında sabra özel bir yer ve
önem verir; sabrı kendine kılavuz edinir. O, belâları imtihan sebebi sayar. Bu
yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sesini çıkarmaz, boyun büker. Bu
konuda Mesnevi’de şu ölümsüz sözlere yer verilir: “Sabır iman yüzünden baş tacı
olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Sabrı olmayanın imanı tamam
değildir’ demiştir.”, “Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve
hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk’ın lütfüdür.” ,“Tespihlerinin ruhu sabırdır.
Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol.
‘Sabır, kurtuluşun anahtarıdır’; Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.”
Hazreti
Mevlânâ, özüyle ve sözüyle samimi bir Müslümandı. O, gerçek hürriyeti Allah’a
kullukta bulurdu. Namazı, kulluğun en büyük şiarı sayardı. Namazla ilgili şu
sözleri bunun en büyük delilidir: “Ben namazda Rabbim’e yönelirim; O'nun
iltifatına alışmışımdır. 'Namaz gözümün nûrudur.' sırrı zuhur eder; gözlerim
nûrlanır, içim açılır. Namazda, içimde duyduğum rahatlıktan, mânevî zevkten
ötürü rûhumun penceresi açılır da, oradan vasıtasız olarak Allah’tan haberler
gelir, ilham gelir. Allah’ın ilhamı, feyz yağmuru, rahmeti, nûru, ezeldeki
kaynağımdan ve hakîkatimden gelir, penceremden evime girer.
Mevlânâ, yüzde yüz yerli ve millî, bizden
biriydi; kökü mâzide olan âtîydi.
Mevlânâ,
kökü mâzide olan âtîydi. Yani bir ayağı dünde, bir ayağı ise yarındaydı;
taassupkâr değildi. Hiçbir şeye körü körüne bağlanmazdı. O; yeninin peşinde
koşan, eskiye saplanıp kalmayan, dünle bugün arasında sağlam köprüler kuran bir
hakikat avcısıydı. “Dün, dünle gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait,/Bugün
yeni şeyler söylemek lazım." sözü onun yeniye ve yeniliğe olan iştiyakını
gösterir. O, hayata daima evrensel ufuklardan bakar; görüş alanını geniş
tutardı. Zira o, Hakk’ın, hakikatin ve güzelin yanında durmayı gaye edinmişti.
Hakperestti; nefsin değil, daima Hakk’ın üstünlüğünü yeğlerdi. Mesnevi’de
anlattığı şu hikâye kıssadan hisse alabilecekler için mühim bir anekdottur:
“Bir
sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üstüne konar. Kaptan
gibi de poz verir. Ve şöyle hava atar: ‘Denizi de, gemiyi de en iyi ben
bilirim. İşte şu, deniz; bu da gemi... Bense ehliyetli, doğru düşünen, yerinde
karar veren bir kaptanım...’
Sinek,
denizin üstünde gemisini sürüp durur... O kadarcık su, ona, uçsuz bucaksız bir
deniz gibi görünür. O su birikintisi, ona göre o kadar sınırsızdır ki, onu
olduğu gibi görecek göz nerede?.. Görüşü ne kadarsa, dünyası da o kadardır.
Denizi de görüşüncedir...
Aslı
esası olmayan yorum sahibi de sineğe benzer. Onun vehmi de su birikintisidir.
Düşüncesi ise, saman çöpü... Sinek, kendi düşüncesine saplanıp yoruma
kalkmışsa, bundan vazgeçse, baht o sineği devlet kuşu hâline getirir. İbretle
bakan kişi sinek olmaz...”
Mevlânâ Hazretleri, ömrü boyunca kalemle ve
kelâmla dost yaşamıştır.
Mevlânâ
Hazretleri, ömrü boyunca kalemle ve kelâmla dost yaşamış, tasavvuf sahasında
birbirinden kıymetli özgün ve derin eserler vermiştir. Bunların başında altı
ciltlik “Mesnevi” gelmektedir. Bizde Kur’an’dan sonra sünnet-hadis geldiği
gibi, Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlid” olarak bilinen
“Vesiletü’n-Necat” adlı eserinden sonra da “Mesnevi” gelmektedir. Mevlânâ,
birçok dile çevrilen Mesnevi’nin yanında “Divân-ı Kebir, Fîhi Mâ-Fîh, Mecalis-i
Seb’a, Mektubat” isimli değerli eserleri de kaleme almıştır.
Ölüm,
Mevlânâ’nın hoşnutlukla karşıladığı doğal bir süreçtir. Ölümle birlikte ruh ten
kafesinden kurtularak özgürleşir; katre, kaynağı olan ummana karışır. Aslında
ona göre ölüm iki türlüdür. Birincisi Resulullah Efendimizin “Ölmeden evvel
ölünüz” hadisinde belirttiği nefsin öldürülmesi ki bu bir manevî ölümdür;
diğeri de maddî ölümdür. Mevlânâ, ölümü dostu dosta kavuşturan bir köprü olarak
görürdü. Ölüm, 'Sevgililer Sevgilisi'ne kavuşmaktır; Hakk’ın cemaliyle
nimetlenmektir. Zira kişi, ölümle birlikte bu dünyadan göçmekte, fâni
yanlarından kurtulmakta, sonsuz âleme doğmaktadır. Onun için Mevlânâ ölümden
korkmaz, ölümü “şeb-i arûs(düğün gecesi)” olarak nitelendirirdi. Onun ölümünden
sonra, ölüm yıldönümlerinde bu büyük velinin hatırasına her yıl “şeb-i arûs
törenleri” düzenlenmektedir.
Mevlânâ'nın “Ölümümüzden sonra türbemizi
toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir” sözü tecelli
etmiştir.
Söz
sultanı Mevlânâ, bu fâni âlemde silinmez izler bırakarak bekâ yurduna
göçmüştür. Göçmeden evvel de geride kalanlara iki cihan saadetini temin edecek
şu mühim vasiyette bulunmuştur: “Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan
korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı,
halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak
bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet
ederim. (İnsanların) Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı
da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline
selam olsun.”
Hayat;
doğum, yaşam ve ölüm çizgisinde sürer gider. İnsanın dünyaya gelmesiyle yaşamla
ölüm arasındaki süreç başlar. Daha sonra Yahya Kemal’in deyimiyle ‘Bir tel
kopar ahenk ebediyen kesilir.’ Mevlânâ Hazretleri için de süreç bundan
ibaretti. Gönül göklerimizin sönmeyen yıldızı Mevlânâ, 17 Aralık 1273’te vefat
edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in başucuna defnedilmiştir.
“Ölümümüzden sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir”
diyen Mevlânâ, şimdi Kubbe-i Hadra’da sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Rabbim
bizleri kendisine dost ve komşu eylesin.