‘’Acı yok; intizar yok; eskide kaldı
hasret
Devrini tamamladı endişe, korku,
hayret
Zaman biziz; mekân biz; imkânsıza yok
imkân
Ömrün ne sonundayız, ne de henüz
başında
İçim sensin bu ilde; dışım sensin
Rüveyda
Rüveyda, ben sendeyim; sen bendesin
Rüveyda…
Bu ağıtı öldüğün için söylemiyorum
Sen ölmedin Rüveyda; at vuruldu; ben
öldüm.’’ (N. Genç)
Rengi nedir aşkın?
Rakımı nerede saklıdır bunca telaşın?
Firar ettiğim bir yelde saklıdır
benim ölümsüz na’şım
Derinlerde yüzüyorum kendimi bildim
bileli
Devasa bir ayraçla kırpıyorum
yüreğimi
Tam da ortadan.
İşte tepside sunuyorum ruhumu
Balyalarca kâğıt ve acı
Efemine gölgeler ise isyan içinde
Aşkın mekânısın sen
Zemzem suyuyla yıkanmış her matem
Hücum edense kan değil yüreğime
Yaralı sözcükleri aşk ile sevgi ile
diktiğim.
Mazhar olduğum gecede saklısın
Figanımdaki yasın da tekrarı
Hüznüme b/andığım yol yorgunu geceler
Firari bir kıvılcımım ben
Yeri geldiğinde içime esen rüzgâr
Baştabibi evrenin mademki Lokman
Hekim
Hurra, yalnızlığım
Kulp taktığım rüyalarım
Aşk ile neşreden
Yüzümdeki eksik gülümsemem
Sevdalandığım her vakit illa ki
Şafak saydığım bin bir gizem.
Hazanın uğrak yeri yüreğim
Hicranın mütalaası elden geldiğince
Hicabın ertesi sadece kendime
Misafiriyim de bu hanın
Kapısı açılmadı henüz
Geldiğinde vakit nasıl olsa
Arkama bakmadan kaçacağım.
Bir düş’ sün sen
Düşkünlüğümse sana
Sedef kakmalı nazarlık gibi
gözlerimden uzanan yolsa
Sadece sana.
Mihrabımsın.
Mıntıkam.
Mimarı bu sevdanın.
Yeşile çalan gözlerimde ısrarlı bir
acı nemalandığım
Hoşbeş yüklü bir cümleden
Sökün eden hecelerle yatıp kalktığım
gecem gündüzüm.