Babalara Geldik Yine—2. Bölüm--
Osmanlı’nın son nefeslerini verdiği yıllarda özellikle de padişah II. Abdülhamit
döneminde Fehim Paşa gibi başka paşalar da vardır baba diyebileceğimiz türden. Bunlardan en
azından ikisini zikretmeden geçmeyelim.
ALİ ŞAMİL PAŞA
Ali Şamil Paşa 1873 doğumluydu. Babası
ve sülalesi Cizre ve çevresindeki en
büyük Kürt Aşiretlerinden olan Bedirhanilerdendi.
Bedirhaniler 1843 de Osmanlı Devletine karşı ayaklanmışlar ama sonra aman
dilemişlerdi. Sultan Abdülmecit de Cizre-Botan Beyi Mir Bedirhan ve
maiyetindekileri Girit’e sürgüne göndermişti.
Sultan Abdülaziz döneminde bunların İstanbul’a gelmelerine izin verildi. Bu
dönemin sonlarına doğru da bu aileden olanlara Galatasaray Sultanisinde okuma
ayrıcalığı tanındı. Böylece bu aile içinden pek çok devlet adamı – paşa çıktı.
Ali Şamil Paşa da bunlardan biriydi.
Ali Şamil Paşa 93 Harbinde oldukça önemli yararlılıklar göstermiş ancak bu
savaşta ayağından yaralanarak topal kalmış olduğundan padişah onu geri hizmete
çekip Selimiye kışlası komutanı yapmıştı.
İşte bundan sonra Ali Şamil Paşa artık işi babalığa döktü. Polisin veya
belediyenin yetkisinde olan işlere karıştı. Çevresinde korkulan nefret edilen
biri haline geldi. En son olarak İstanbul belediye Başkanı Rıdvan Paşa,
Bedirhanilerden dört fedai tarafından öldürülünce ve bu fedailere ait silahlar
Ali Şamil Paşa’nın kökünden çıkınca Ali Şamil Paşa ve tüm Bedirhaniler
İstanbul’dan sürüldüler. Bedirhani aşireti Taif’e sürülürken Ali Şamil Paşa Trablusgarp’a sürüldü ve 1908 yılında
orada öldü.
ARNAVUT TAHİR PAŞA
Hamallıktan paşalığa hatta ‘’Sertüfeng-i hazret-i Şehriyarî müşîr
devletlû( Padişahın baş tüfekçisi mareşal) Tahir Paşalığa yükselmiştir.’’ Evet,
mareşal. Hiç bir savaşa girmeden, bir tek savaş kazanmadan mareşal...
Sultan Abdülaziz döneminde Debre’den İstanbul’a gelen genç Tahir, bir müddet
Üsküdar’da kayıkçılık, hamallık yapmıştı. Bir gün Üsküdar’da bir Hırvat’ın
namını duydu. Bu Hırvat, kimsenin sırtını yere getiremediği bir kabadayı idi.
Sokak ortasına bir iskemle, iskemle üzerine de elma koyuyor, bu iskeleye her
kim dokunursa, hele de elmayı düşürürse ağız burun girişiyordu.
Tahir, Hırvatlara oldum olası gıcıktı zaten. Geldi, iskemleye kasten çarpıp
elmayı yere düşürdü, sonra yerden aldığı elmayı ısırdı ve akabinde Hırvat’ın
suratına fırlattı.
Tabii ki kızılca kıyamet koptu. Hırvat Kabadayı ile birbirlerine girdiler. Birkaç
dakika sonra Hırvat kabadayı ağzı burnu darmadağın bir şekilde sırt üstü yerde
yatıyordu.
Efendim, bu hadise, ayaklı gazeteler vasıtasıyla o sıralarda şehzade olan II.
Abdülhamit’in kulağına kadar gitti. Abdülhamit emir verdi ‘’ O yiğidi bana
getirin.’’
Tahir, şehzadenin adamlarına ‘’ Ben okuma yazması bile olmayan bir adamım. Şehzade huzurunda ne işim var.’’ Diyerek gitmedi bu davete. Şehzade Abdülhamit bir kez daha çağırdı, Tahir bir kez daha gitmedi. Üçüncü kez gelen ulak ‘’ Adam
gibi gitmezsen zorla götüreceğiz’’ Deyince gitti.
II. Abdülhamit bu yaman delikanlıyı çok sevmişti. Ona hediyeler, ihsanlarda
bulundu.
II. Abdülhamit Padişah olduktan iki yıl sonra 20 Mayıs 1878 de gerçekleşen ve abisi
V. Murat’ı tekrar tahta geçirme girişimi olan Çırağan Baskınından sonra artık
çevresinde gözü kara, attığını vuran keskin nişancılardan oluşan bir koruma
birliği oluşturmasının şart olduğunu düşündü. Bu konuda öncelikle ‘’ Öz
kardeşlerim’’ dediği Söğüt’lü Karakeçili Türkmenlerine güveniyordu ki onlardan 200
kişilik bir maiyet bölüğü oluşturdu. Ayrıca ta şehzadeliğinden tanıdığı Tahir’i
de yanına aldı aldı ve Tahir’in emri altında tamamı Arnavutlardan oluşan 3000 kişilik bir ordu oluşturdu. Söğüt Bölüğü
direkt padişahı, artık Sertüfeng-i Hazret-i Şehriyari Müşir Tahir Paşa olmuş
olan Tahir ve adamları da Padişah’a ve
yakın çevresine ait ne varsa her şeyin korunması görevini yapacaklardı. ( Mesela Topkapı sarayı, Yıldız Saraı, Dolmabahçe Sarayı ve kutsal emanetleri, Hırka-i Saadeti vb. korumak da onların görevleri arasındaydı.)
Arnavut Tahir Paşa, aralıksız 30 sene tam bir sadakatle hizmet etti Sultan II.
Abdülhamit’e.
II. Abdülhamit tahttan indirildikten sonra yargılandı, önce idam cezasına
çarptırılsa da sonra Trablusgarp’a sürgüne gönderildi ve orada öldü.
Evet, buna her ne kadar baba dediysek de pis işlere hiç bulaşmadı. Hatta
Padişah’a çok sadık olmasına karşın tek bir jurnal bile vermedi. Ama adamlarının kabadayılıklarına, haraç toplama
işlerine, diğer kabadayılarla, hatta Fehim Paşa ile bile dalaşmalarına ses
çıkarmadı ‘’ ne yapıyorsunuz ulan. Biz kabadayı değil askeriz’’ Demedi. Velhasılıkelam
bence pek de ‘’ Pis Herif’’ diyemeyeceğimiz bir insandı Arnavut Tahir Paşa.
Şimdi de gelelim işgal yıllarının kabadayılarına.
Bu kabadayılar içinde benim en gıcık olduğum ve hakkında daha önce daha uzun
bir makale yazdığım Hrisantos ile başlayalım.
HRİSANTOS ANASTADİYADİS
1898 de İstanbul- Beyoğlu’nda dünyaya gelmiş bir Rum idi. Babasının adı Ahilya,
anasının adı Andernohin’di.
Babası bunları küçük yaşta terk etmişti. Annesi bir genelev patroniçesiydi.
Hrisantos, çok küçük yaşlarda işe tramvaylarda kapkaç yaparak başladı. Sonra
işleri büyüttü ve zorla haraç toplamaya başladı. İlk cinayetini Boğazkesen
taraflarında 65 Yaşındaki muhallebici Recep Efendiyi öldürerek işledi. Yakalandı,
15 sene kürek cezasıyla hapse atıldı ama hapisten tünel kazarak kaçtı.
Hapisten kaçtıktan sonra çetesiyle birlikte İstanbul’u haraca kesti. Polis
tabii ki peşine düştü ama bu genelev çocuğu diğer tüm Rum kabadayıları gibi
İngilizlerin kolları kanatları altındaydı. Bir taraftan da onlara casusluk ve
muhbirlik yapmaktaydı. O sebeple adeta dokunulmazlığı vardı.
Bu rahatlık içinde çalışan Hrisantos, Türk polisi tarafından defalarca kıstırıldı
ama her seferinde bir ya da bir kaç polis öldürerek kaçtı.
Son kez 7 Eylül 1920 de kayınpederinin ihbarıyla Kurtuluş’ta ( O günkü adıyla
Tatavla ) kıstırılana kadar on üçü polis sekizi sivil olmak üzere yirmi bir
kişi öldürmüştü.
Son kıstırıldığı evde aniden iki polis birden pencereden içeri daldılar. Hrisantos, bu polislerden Komiser Tahsin Bey’e
silahını doğrulttuğu anda diğer polis Komiser Muavini Muharrem Bey, toplu
tabancasındaki altı kurşunun altısını da Hrisantos’un üzerine boşaltarak onu
gebertti.
Komiser Muavini Muharrem Alkor, hepimizin tanıdığı ünlü sinema sanatçısı Selda
Alkor’un babasıdır.
Selda Alkor dedik madem hemen Hanımağa ifadesi ile devam edelim.
Efendim, bizde ‘’ Hanımağa’’ diye bir kavram da yoktu aslında ve işin komik
tarafı Türkiye’nin ilk Hanım Ağası, babası Hrisantos gibi bir o. çocuğunu gebertmiş
olan Komiser Muavini Muharrem Beyin kızı Selda Alkor’dur.
Yok yok yanlış anlaşılmasın rol icabı tabii ki.
Bizler Selda Alkor’un baş rolünde oynadığı 1983 Yılı yapımı Kartallar Yüksek
Uçar dizisinde ilk kez ‘’ Hanımağa’’ diye bir kavramla karşılaştık. ( En
azından ben o yıla kadar ‘’Hanımağa’’ diye bir kavram duymamıştım kabadayılık
ya da Mafya aleminde. )
Bu bağlamda Türkiye’ de en meşhur hanımağa elbette ki Matild Manukyan’dır. Ancak onu Cumhuriyet
Dönemi Babaları içinde ele alacağımız için biz işgal yıllarında ortaya çıkan
bir başka Hanımağa ile devam edelim
BALTALI HANO
Bu hatunun adı da geçti Payitaht Abdülhamit dizisinde...
Bir kabadayının kapatması idi. Bir gün 12 yaşındaki oğlu ve sevgilisi ikisi
birden ortadan kayboldu. Asıl adı Hanzade olan Hano, uzun araştırmaları
sonucunda her ikisinin de bir hamamda olduğunu öğrendi.
Hışımla hamama giren Hano, gördükleri karşısında dondu adeta zira sevgilisi,
oğluna cinsel istismarda bulunuyordu. Hamamın külhanından kaptığı baltayla
tekrar içeri daldı ve sevgilisi dahil yirmi bir kişiyi balta ile doğradı
rivayetlere göre. Daha sonra bir hanım ağa oldu ve cinayetlerini hep balta ile
işledi.
Rivayetlere göre on yedi ay boyunca etrafına kan kusturdu. Yani hanımağalığı
çok uzun sürmedi.
Yine rivayetlere göre daha sonra yakalandı ve kurşuna dizilerek öldürüldü.
Velhasılıkelam bir fotoğrafı bile olduğu halde hakkında efsaneler dışında bir
bilgi yoktur. Mesela nerelidir, annesi babası kimdir, kapatması olduğu kabadayı
kimdir, kendisi infaz edildikten sonra oğluna ne olmuştur hiç bir şey yok.
Hakkındaki bilgiler masal gibi anlatımlardır.
Bu kategorideki kabadayılarla yani İşgal yıllarının kabadayıları ile devam
edeceğiz.
(
Babalara Geldik Yine—2. Bölüm-- başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
19.06.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.