MUSTAFA KEMAL’DEN PADİŞAH VAHDETİN’E
GEÇMİŞ OLSUN TELGRAFI---OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE HABERLERLE, KARİKATÜRLERLE PANDEMİ
VE EPİDEMİ.
Lafı hiç uzatmadan Osmanlı Devletinin son yıllarından başlayalım.
1911 yılında Türkiye'de ve dünyanın bazı ülkelerinde bir kolera salgını vardır. Basın
bir taraftan olayla ilgili haberleri paylaşırken bir taraftan da karikatürler
yapılıyor.
İlk iki karikatürümüz 1911 yılına ait. Bu karikatürün tam tarihi 5 Ocak 1911.
Yayınlandığı derginin adı Kalem...
1. Resmin üzerinde yazan o zamanki alfabeyle: ŞÜPHELİ ARAZ, KOMEDİ İKİ PERDE
Resimde de görüldüğü gibi iki kişi bir tabutu taşıyor, insanlar korku ve telaş
içinde kaçışıyorlar ve bu arada bir kadın sancılanmış, karnını tutuyor. Kadının
bu şüpheli hali üzerine sokakları dezenfekte eden görevli elindeki pülverizatör
ile kadına dezenfekte sıkıyor.
Evet bu resimden de anlaşıldığı gibi kolera ciddiye alınmış ve devlet elinden
gelen tedbirleri uyguluyor.
2. Resme baktığımızda kadının rahatsızlığının sebebinin kolera değil doğum
sancılarının tutması olduğunu görüyoruz. Hatta kadın doğum yapmış gördüğünüz
gibi. Ama bir şey daha görüyoruz: Osmanlı Devletinde öyle çok bildiğimiz ( daha
doğrusu bildiğimizi zannettiğimiz ) gibi kaç göç olayı yok. Kadının doğumunu
yaptıran doktor bir erkek olduğu gibi odasında bir sürü erkek var.
3. Resmin tarihi 4 Eylül 1911. Bu karikatür Falaka adlı bir mizah dergisinde
yayınlanmış.
Resimdeki iki kişiden zenci olanı uşak, diğeri de padişah II. Abdülhamit.
Bilindiği gibi 2. Abdülhamit 1909 yılında tahttan indirilmişti. Zaten karikatürde
bu husus da belirtilmiş ve karikatürün sağ üst köşesine ‘’Alatini Köşkünde’’ Yazıyor. Yani karikatür
II. Abdülhamitin Selanik’teki Alatini Köşkünde sürgün hayatı yaşadığı yıllara
ait.
Resmin altında sağ köşede yazan yazı işe şu:
II. Abdülhamit - Dışarıdan geliyorsun... iyice dezenfekte edeyim de öyle gir...
Zenci uşak-Aman efendim.. O kadar gürültüden, patırtıdan kurtulduk da şimdi bir
kötü koleradan mı korkacağız?
1918 Yılında ülkemiz bu sefer çok daha büyük bir bela ile karşı karşıya. Evet,
bir taraftan ülkemiz işgal altında, öte taraftan İspanyol Gribi tüm dünyayı
kasıp kavurduğu gibi ülkemizi de ksıp kavurmakta...
14 Aralık 1918 tarihli Karagöz Dergisinde yer alan imzasız bir dörtlükte
okuyucular İspanyol gribine (nezlesine) karşı uyarılırken bu hastalık “engerek”
yılanına benzetiliyor.
İspanyol nezlesi bu da bir belâ
Şu pis nezleden sakınmak gerek
Olma hiç bu sârî derde müptelâ
Gizlice saldırır bu bir engerek
15 Mart 1919 tarihli Karagöz gazetesinde yer alan karikatürde, eve doktor
getirmenin külfeti ilginç bir karşılaştırmayla verilir: İspanyol gribi
sırasında doktor bulmak zarurî ihtiyaçları karaborsadan temin etmekten daha
zordur!
Hacivat- Aman abla Karagöz’e ne oldu?
Karagöz’ün bacısı- Kırk derece hararet soğuk mu aldı, ne oldu bilmem ki!
Hacivat- Bari bir doktor çağırsak!
Karagöz- Aman sus! Sus Hacivat Çelebi! İki kazan dört teneşir, yetmiş arşın
kefen, bir çuval sabun almak kabil olur da komşu doktoru beş liraya
getirebilmek kabil olmaz!( 4. Resim )
Hastalık 1919’ yılı başlarında hız kestiği için hayat normal akışına dönmeye
başlamış, okullar açılmış, sinema ve tiyatro salonlarının faaliyetlerine izin
verilmiştir. İspanyol gribinin hız kesmesi ve yavaş yavaş İstanbul’u terk
etmeye başlaması Karagöz gazetesinde sevinçle karşılanır. Gazetede neşredilen
bir karikatürde hastalığın İstanbul’a bir daha uğramaması yönünde bir temenni
söz konusudur.
Karagöz- Defol git! Bir daha bu semtlere
uğrama!
Hacivat- Karagöz’üm bu belâ başımızdan defolup gidiyor. Allah bizi diğer
belâlardan da kurtarsın! (Karagöz, 11 Ocak 1919).( 5. Resim )
17 Ocak 1920 de Mustafa Kemal, Padişah Vahdettin’e bir ‘’ Geçmiş Olsun’’
Telgrafı gönderiyor. Neden? Çünkü Padişah Vahdettin de İspanyol Gribine
yakalanmış ve bu hastalıktan kurtulmuştur.
Telgrafında şunları diyor:
Atebe-i Seniyye-i Hazret-i Şehriyarîye
Meclis-i Millîyi teşrif-i şahanelerinden mahrum bırakan rahatsızlık bütün
tebaa-i hümayunları meyanında heyet-i temsiliyemizi de pek ziyade düçâr-ı
teessür etti. Cenâb-ı Hak vücud-ı hümayunlarını âfât-ı kevniyye ve semaviyyeden
masûn buyursun amin.
17 Kanunusani 1336 (17 Ocak 1920)
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Heyet-i Temsiliyesi Namına
Mustafa Kemal
[Mustafa Kemal kendisini müfettişlik görevinden alan, hain ilan eden, hakkında
ölüm fermanı çıkarmış bir kişiye hiç bir mecburiyeti olmadığı ve böyle bir
telgraftan hiç kimsenin haberi olmadığı halde niçin geçmiş olsun dileklerinde
buluyor dersiniz? Bana ilginç geldi. Biraz da siz düşünün bakalım.]
Peki bu İspanyol Gribi nasıl bir şey?
Onu da bize bu hastalığa yakalanıp sonrasında iyileşen Refik Halit Karay
anlatıyor oldukça mizahi bir dille:
“İspanyol kadınlarının ateşli olduğunu duyardık. Meğerse nezlesi de öyleymiş.
Bize nezleden kısmet çıktı… Ben böyle ateş görmedim, sanki Cibali yangınından
bir yanar kütük fırlamış da balkonun açık kapısından dosdoğru bizim yatağa
düşmüş......Âşık Kerem’in döne döne yanıp tutuşması keyfiyetini şimdi pek
akıldan aykırı görmüyorum. Bana da uzaktan bir kibrit gösterseler benzin
tenekesi gibi an-ı vahide parlayacağıma hiç şüphe yoktu.
‘’Bir tutuşmuş âteşim kurb u civarımdan
sakın.’’ Diyen Fuzulî de acaba vaktiyle böyle yakıcı bir illete, meselâ Acem
nezlesine mi tutulmuştu?
Evet muhakkak bu hastalık İspanyol nezlesi. Engizisyonun bütün işkenceleri
mikroplarında yer tutmuş, ha insan vücudunu bir defa bu illete kaptırmış, ha
engizisyon sergerdelerinden Turkomad ile İksimenez’e… Ateşte yakmaktan örste
döğmekten başlayarak beyne çivi mıhlamağa, damarlara mil sokmağa kadar
işkencenin her türlüsü tamam olmadan yakayı sıyırmak kabil değil! Herhâlde bu
hastalık İspanya’da gelip geçmiş bütün boğaların, bütün esirlerin intikamını
çıkarmıştır zannediyorum’’
1920 lerden sonra İspanyol Gribi de artık etkisini kaybetmişti.
1930 lu yıllarda öyle görülüyor ki herhangi bir salgın yoktu çünkü 1 Nisan 1930
tarihli Akşam Gazetesinde şöyle bir karikatür vardı:
Eczacı- İşler çok fena monşer
Doktor-Evet..Ortalıkta ne veba var ne tifo( 6. Resim)
1930 dan sonra başka bir salgın yaşadık mı bilmiyorum her ne kadar babalarımız
sıtma, dizanteri, trahom gibi hastalıklardan bahsetseler de..Ben çocuk felci
geçirmiş olsam da ya da ne bileyim Aşık
Veysel- Çaresini ta 1730 lu yıllarda ilk olarak Türklerin bulduğu- Çiçek
hastalığı sebebiyle gözlerini kaybetmiş olsa da...
Bunları bilmiyorum ama 1970 Yılının Kolera salgınını gayet iyi hatırlıyorum.
İstanbul’da Kolera salgını 13.10.1970 de on üç hastanın gıda zehirlenmesi
teşhisiyle hastaneye yatması bunlardan birinin ölmesiyle başlamıştı.
15.10.1970 de hasta sayısı yüze yaklaşmıştı, ölüm ikiydi ve teşhis
gasrtoeternit idi.
16.10.1970 de Cerrahpaşa, Gureba, Haseki ve SSK Eyüp Hastanelerine 500 hasta
yatırılmış, bunlardan 4 ü çocuk 14 ü ölmüştü ve teşhis yine gastroeternit idi.
17.10.1970 de 400 hasta çeşitli hastanelere yatırılmıştı ve ölüm sayısı 50 idi.
İlk kez bu tarihte hastalığa Para Kolera dendi. ( Yani Koleranın yumuşağı.)
18.10.1970 de 560 Hastadan 25 i ölmüştü ve hastalık halen para koleraydı.
19.10. 1970 de Hasta sayısı 936, ölüm sayısı 30 olunca hastalığın adı da konmuş
oldu: Kolera.
Daha sonra Sakarya, Kocaeli, Düzce ve Balıkesir’de de ölümler olmaya
başlamıştı. Hastalık tüm yurda yayılıyordu.
İstanbul Valisi Vefa Poyraz ‘’ Merak etmeyin, bu salgını en fazla beş yıl
içinde tamamen yok ederiz ‘ Diyordu ki bu durum derhal karikatürlere yansıdı.(
7. Resim )
Zamanın sağlık Bakanı ‘’ Kolera bulaşmaz ama yenir, içilir.’’ Diyerek suçu
tamamen açıkta satılan gıdalara yüklüyordu
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrenci temsilcileri hastaneye yatan hastaların %60
ının aşılı olduğunu ancak bayat aşı yapıldığı için bunun bir etkisinin
olmadığını söylüyorlardı.
İl Hıfzıssıhha Meclisi damacana ve bidonlarda su satışını, kalıp buz ve
dondurma satışını, açıkta balık, köfte ve lahmacun satışını yasakladı ancak
bazı ilçelerde henüz su bile yoktu evlerde. Suyun nereden ve nasıl temin
edileceğini hiç kimse söylemiyordu.
28 Ekimde gazeteler ‘’Türkiye karantinaya alındı manşetiyle çıkmıştı.’’
İstanbul, bugün olduğu gibi o günlerde de salgının merkeziydi ve özellikle
Sağmalcılar ( Bayrampaşa) Esenler, Bakırköy, Zeytinburnu, Habipler, Küçük ve
Büyükçekmece, Eyüp ilçeleri koleradan ve onunla aynı anda başlayan tifodan inim
inim inliyordu.
Zamanın başbakanı Süleyman Demirel bu salgından dolayı hiç kimsenin sorumlu
olamayacağını şu sözlerle ifade ediyordu: ‘’ “Yangın, sel, salgın hastalık gibi
afetler Cenabı Allah'ın takdiridir. Takdire bir şey denemez. Size geçmiş olsun
ve Allah beterinden saklasın diyorum… Hastalığın söndürülmeye yüz tutmuş olması
sevindiricidir. İnşallah konuşulur olmaktan da çıkacaktır.”( 28 Ekim 1970
Milliyet Gazetesi )( 8. Resim)
Demirel’in zamanın Esenler belediye Başkanı Nadi Bayır ile olan diyalogu ise
özellikle günümüzün genç neslinin mutlaka okuması ve bilmesi gereken bir
diyalogdur? Neden derseniz? Günümüz ile geçmişin kıyaslanması açısından...
Belediye Başkanı Nadir Bayır:
“Hükümetimizin yoklamadığı, gelmediği, yardım etmediği beldemizde tifo, tifüs,
kolera gibi hastalıklar gelip yerleşmiş ve diğer bulaşıcı hastalıklar da sıraya
girmiştir. Devlet yönetiminde sorumlu kişilerin tarafsız olmaları ve
hizmetlerin politik mülahazalardan ziyade gerçek ihtiyaçlara göre yapılması
gerektiği inancındayım. 18 Belediye Başkanı Esenler bölgesindeki Cicoz ve
Cincin derelerinin kapatılmasını istemiş ve vatandaşın perişan halini
belirtmiştir. Ama maalesef devlet bu konuda kılını bile kıpırdatmamıştır.’’
Bunun üzerine, Demirel, Belediye Başbakanına “Esenler Belediye olalı ne kadar
oldu? Sen, bana yüz yıllık dertleri sayıyorsun. Sefalet edebiyatıyla bir şey
yürümez. Senin durumunda binlerce köy var. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de de
lağımlar açıkta akıyor. Ankara’nın ortasından lağım geçiyor. Bunların hepsi
kapatılmış da bir tek Esenlerinki mi kapatılmamış?’’
Evet, devletin başı bizzat kendi ağzından ülkenin hal-i perişanını itiraf
ediyordu. Aynen şacaat arz eden merd-i Kıptî’nin sirkatini arz etmesi gibi...
Milliyet Gazetesinin 4 Kasım 1970 tarihli haberine göre bölgede( Biraz önce
bahsettiğim Esenler ve çevresi ) tifo salgını başlamış olup, 45 kişi hastaneye
kaldırılmıştı. Haberde İstanbul’da lağım sularının açıkta aktığı, 170
kilometrelik toplayıcı ana kanala ve 3112 kilometrelik boru kanala ihtiyaç
olduğu belirtilmekteydi. Bu iş içinde ciddi paraya ihtiyaç bulunmaktaydı.
Kanalizasyon şehrin ancak %10’na hizmet vermekteydi.
Yapılan incelemeler sonucunda, eski İstanbul suyollarının başlangıcı ve suların
kaynağı olan ve çöp merkezi olarak kullanılan Habibler köyünden çıkan Kırk
Çeşme adı verilen suların yol boyunca kanalizasyonlara; Habipler köyü,
Karadeniz Mahallesi, Sağmalcılar, Esenler, Küçükköy, Askeri kışlalar,
Zeytinburnu ve Bakırköy semtlerine su veren artezyen kuyularına sızarak
kontamine ettiği anlaşılmıştı.
Askeri tesislerin sularında yapılan incelemeler sonucunda kolera dışında da
patojen ajanlar da bulunmuştu. Ancak bölgede alınan tedbirler yetersiz olup,
hem askerler hem de halk risk altında yaşamaya devam etmekteydi. Öncelikle
Habipler Köyündeki çöp merkezinin ortadan kaldırılması ve sonra da bölgede içme
suları ile kanalizasyonların ayrılması gerekmekteydi.
Gazete haberinde devamla ‘’Habibler Köyü, Sağmalcılar’dan 18 km uzakta ve 214
rakımla bölgenin yüksek yeridir. Eski İstanbul’un suyolları burada
bulunmaktadır. Çöp alanının bulunduğu tepenin yamaçlarında, Taşkırma mevkii
suyu, Pirinç, Alibey, Küçükkemer ve Dut Dereleri bulunmaktadır. Bu bölgedeki su
kaynaklarında kolera saptanmış olup bölgede yaşayanlar bu kaynakları
kullanmaktadır. Ayrıca bölgede kontrolsüz bir şekilde gecekondulaşmaya oy
kaygısıyla izin verilmektedir. Aynı mahallelerin tuvalet alt yapısı olmadığından,
fosseptikler yapılmıştır. Bu foseptiklerden eski su yollarına atık su
karışmaktadır.’’ Diyordu.
1970 deki bu Kolere ve Tifo salgınına niçin bu kadar geniş yer verdim: Çünkü şu
yukarıda okuduğunuz satırları bire bir yaşadım 16 yaşında bir delikanlı olarak
da ondan... ‘’ Geçmişte her şeyin daha iyi olduğunu söyleyenlerin geçmişi bir
kez daha değerlendirmelerini sağlamak için yazdım.
Evet bu salgın aslında çok uzun sürmemiş olsa da tamamen yok olmamıştı. Bununla
birlikte 1994 yılında Kocaeli ve Ankara’da toplam 21 kişinin Koleradan ölmesi
olayından sonra ülkemizde bir daha Kolera salgını görülmemiştir.
Yakın zamanda ( 2016 Yılında ) Ülkemizde de görülen Kuş Gribi vakası da tabii
ki yine karikatürlerin konusu olmuştur. ( 9. Resim)
Günümüzde de maalesef Korona Virüs ( Covid 19 ) Can almaktadır. Alınan her
türlü önleme karşın can almaya devam etmektedir. Ve yine tabii ki karikatürün
konusu olmuştur Korna Virüs de... Hatta öyle ki korona virüsle voleybol bile
oynuyoruz (!) ( 10-11-12. Resim )
Bir gün Korona Virüsle gerçekten de voleybol oynar mıyız bilemiyorum ama o
zamana kadar temizlik, hijyen, sosyal mesafe ve dengeli beslenmeye dikkat
etmek, maskesiz sokağa çıkmama mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmayalım.
(
Mustafa Kemal’den Padişah Vahdetin’e Geçmiş Olsun Telgrafı---osmanlıdan Günümüze başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
7.07.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.