Makale / Tarihsel Makaleler

Eklenme Tarihi : 7.07.2020
Okunma Sayısı : 1495
Yorum Sayısı : 7

 

MUSTAFA KEMAL’DEN PADİŞAH VAHDETİN’E GEÇMİŞ OLSUN TELGRAFI---OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE HABERLERLE, KARİKATÜRLERLE PANDEMİ VE EPİDEMİ.

Lafı hiç uzatmadan Osmanlı Devletinin son yıllarından başlayalım.

1911 yılında Türkiye'de ve dünyanın bazı ülkelerinde bir kolera salgını vardır. Basın bir taraftan olayla ilgili haberleri paylaşırken bir taraftan da karikatürler yapılıyor.

İlk iki karikatürümüz 1911 yılına ait. Bu karikatürün tam tarihi 5 Ocak 1911. Yayınlandığı derginin adı Kalem...

1. Resmin üzerinde yazan o zamanki alfabeyle: ŞÜPHELİ ARAZ, KOMEDİ İKİ PERDE

Resimde de görüldüğü gibi iki kişi bir tabutu taşıyor, insanlar korku ve telaş içinde kaçışıyorlar ve bu arada bir kadın sancılanmış, karnını tutuyor. Kadının bu şüpheli hali üzerine sokakları dezenfekte eden görevli elindeki pülverizatör ile kadına dezenfekte sıkıyor.

Evet bu resimden de anlaşıldığı gibi kolera ciddiye alınmış ve devlet elinden gelen tedbirleri uyguluyor.

2. Resme baktığımızda kadının rahatsızlığının sebebinin kolera değil doğum sancılarının tutması olduğunu görüyoruz. Hatta kadın doğum yapmış gördüğünüz gibi. Ama bir şey daha görüyoruz: Osmanlı Devletinde öyle çok bildiğimiz ( daha doğrusu bildiğimizi zannettiğimiz ) gibi kaç göç olayı yok. Kadının doğumunu yaptıran doktor bir erkek olduğu gibi odasında bir sürü erkek var.

3. Resmin tarihi 4 Eylül 1911. Bu karikatür Falaka adlı bir mizah dergisinde yayınlanmış.

Resimdeki iki kişiden zenci olanı uşak, diğeri de padişah II. Abdülhamit.

Bilindiği gibi 2. Abdülhamit 1909 yılında tahttan indirilmişti. Zaten karikatürde bu husus da belirtilmiş ve karikatürün sağ üst köşesine  ‘’Alatini Köşkünde’’ Yazıyor. Yani karikatür II. Abdülhamitin Selanik’teki Alatini Köşkünde sürgün hayatı yaşadığı yıllara ait.

Resmin altında sağ köşede yazan yazı işe şu:

II. Abdülhamit - Dışarıdan geliyorsun... iyice dezenfekte edeyim de öyle gir...

Zenci uşak-Aman efendim.. O kadar gürültüden, patırtıdan kurtulduk da şimdi bir kötü koleradan mı korkacağız?

1918 Yılında ülkemiz bu sefer çok daha büyük bir bela ile karşı karşıya. Evet, bir taraftan ülkemiz işgal altında, öte taraftan İspanyol Gribi tüm dünyayı kasıp kavurduğu gibi ülkemizi de ksıp kavurmakta...

14 Aralık 1918 tarihli Karagöz Dergisinde yer alan imzasız bir dörtlükte okuyucular İspanyol gribine (nezlesine) karşı uyarılırken bu hastalık “engerek” yılanına benzetiliyor.

İspanyol nezlesi bu da bir belâ
Şu pis nezleden sakınmak gerek
Olma hiç bu sârî derde müptelâ
Gizlice saldırır bu bir engerek


 15 Mart 1919 tarihli Karagöz gazetesinde yer alan karikatürde, eve doktor getirmenin külfeti ilginç bir karşılaştırmayla verilir: İspanyol gribi sırasında doktor bulmak zarurî ihtiyaçları karaborsadan temin etmekten daha zordur!

Hacivat- Aman abla Karagöz’e ne oldu?
Karagöz’ün bacısı- Kırk derece hararet soğuk mu aldı, ne oldu bilmem ki!
Hacivat- Bari bir doktor çağırsak!
Karagöz- Aman sus! Sus Hacivat Çelebi! İki kazan dört teneşir, yetmiş arşın kefen, bir çuval sabun almak kabil olur da komşu doktoru beş liraya getirebilmek kabil olmaz!( 4. Resim )


Hastalık 1919’ yılı başlarında hız kestiği için hayat normal akışına dönmeye başlamış, okullar açılmış, sinema ve tiyatro salonlarının faaliyetlerine izin verilmiştir. İspanyol gribinin hız kesmesi ve yavaş yavaş İstanbul’u terk etmeye başlaması Karagöz gazetesinde sevinçle karşılanır. Gazetede neşredilen bir karikatürde hastalığın İstanbul’a bir daha uğramaması yönünde bir temenni söz konusudur.

Karagöz- Defol git! Bir daha bu semtlere uğrama!
Hacivat- Karagöz’üm bu belâ başımızdan defolup gidiyor. Allah bizi diğer belâlardan da kurtarsın! (Karagöz, 11 Ocak 1919).( 5. Resim )


17 Ocak 1920 de Mustafa Kemal, Padişah Vahdettin’e bir ‘’ Geçmiş Olsun’’ Telgrafı gönderiyor. Neden? Çünkü Padişah Vahdettin de İspanyol Gribine yakalanmış ve bu hastalıktan kurtulmuştur.

Telgrafında şunları diyor:


Atebe-i Seniyye-i Hazret-i Şehriyarîye


Meclis-i Millîyi teşrif-i şahanelerinden mahrum bırakan rahatsızlık bütün tebaa-i hümayunları meyanında heyet-i temsiliyemizi de pek ziyade düçâr-ı teessür etti. Cenâb-ı Hak vücud-ı hümayunlarını âfât-ı kevniyye ve semaviyyeden masûn buyursun amin.

17 Kanunusani 1336 (17 Ocak 1920)
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Heyet-i Temsiliyesi Namına
Mustafa Kemal


[Mustafa Kemal kendisini müfettişlik görevinden alan, hain ilan eden, hakkında ölüm fermanı çıkarmış bir kişiye hiç bir mecburiyeti olmadığı ve böyle bir telgraftan hiç kimsenin haberi olmadığı halde niçin geçmiş olsun dileklerinde buluyor dersiniz? Bana ilginç geldi. Biraz da siz düşünün bakalım.]

Peki bu İspanyol Gribi nasıl bir şey?

Onu da bize bu hastalığa yakalanıp sonrasında iyileşen Refik Halit Karay anlatıyor oldukça mizahi bir dille:


“İspanyol kadınlarının ateşli olduğunu duyardık. Meğerse nezlesi de öyleymiş. Bize nezleden kısmet çıktı… Ben böyle ateş görmedim, sanki Cibali yangınından bir yanar kütük fırlamış da balkonun açık kapısından dosdoğru bizim yatağa düşmüş......Âşık Kerem’in döne döne yanıp tutuşması keyfiyetini şimdi pek akıldan aykırı görmüyorum. Bana da uzaktan bir kibrit gösterseler benzin tenekesi gibi an-ı vahide parlayacağıma hiç şüphe yoktu.

‘’Bir tutuşmuş âteşim kurb u civarımdan sakın.’’ Diyen Fuzulî de acaba vaktiyle böyle yakıcı bir illete, meselâ Acem nezlesine mi tutulmuştu?

Evet muhakkak bu hastalık İspanyol nezlesi. Engizisyonun bütün işkenceleri mikroplarında yer tutmuş, ha insan vücudunu bir defa bu illete kaptırmış, ha engizisyon sergerdelerinden Turkomad ile İksimenez’e… Ateşte yakmaktan örste döğmekten başlayarak beyne çivi mıhlamağa, damarlara mil sokmağa kadar işkencenin her türlüsü tamam olmadan yakayı sıyırmak kabil değil! Herhâlde bu hastalık İspanya’da gelip geçmiş bütün boğaların, bütün esirlerin intikamını çıkarmıştır zannediyorum’’


1920 lerden sonra İspanyol Gribi de artık etkisini kaybetmişti.

1930 lu yıllarda öyle görülüyor ki herhangi bir salgın yoktu çünkü 1 Nisan 1930 tarihli Akşam Gazetesinde şöyle bir karikatür vardı:

Eczacı- İşler çok fena monşer
Doktor-Evet..Ortalıkta ne veba var ne tifo( 6. Resim)


1930 dan sonra başka bir salgın yaşadık mı bilmiyorum her ne kadar babalarımız sıtma, dizanteri, trahom gibi hastalıklardan bahsetseler de..Ben çocuk felci geçirmiş olsam da  ya da ne bileyim Aşık Veysel- Çaresini ta 1730 lu yıllarda ilk olarak Türklerin bulduğu- Çiçek hastalığı sebebiyle gözlerini kaybetmiş olsa da...

Bunları bilmiyorum ama 1970 Yılının Kolera salgınını gayet iyi hatırlıyorum.


İstanbul’da Kolera salgını 13.10.1970 de on üç hastanın gıda zehirlenmesi teşhisiyle hastaneye yatması bunlardan birinin ölmesiyle başlamıştı.

15.10.1970 de hasta sayısı yüze yaklaşmıştı, ölüm ikiydi ve teşhis gasrtoeternit idi.

16.10.1970 de Cerrahpaşa, Gureba, Haseki ve SSK Eyüp Hastanelerine 500 hasta yatırılmış, bunlardan 4 ü çocuk 14 ü ölmüştü ve teşhis yine gastroeternit idi.

17.10.1970 de 400 hasta çeşitli hastanelere yatırılmıştı ve ölüm sayısı 50 idi. İlk kez bu tarihte hastalığa Para Kolera dendi. ( Yani Koleranın yumuşağı.)

18.10.1970 de 560 Hastadan 25 i ölmüştü ve hastalık halen para koleraydı.

19.10. 1970 de Hasta sayısı 936, ölüm sayısı 30 olunca hastalığın adı da konmuş oldu: Kolera.

Daha sonra Sakarya, Kocaeli, Düzce ve Balıkesir’de de ölümler olmaya başlamıştı. Hastalık tüm yurda yayılıyordu.

İstanbul Valisi Vefa Poyraz ‘’ Merak etmeyin, bu salgını en fazla beş yıl içinde tamamen yok ederiz ‘ Diyordu ki bu durum derhal karikatürlere yansıdı.( 7. Resim )

Zamanın sağlık Bakanı ‘’ Kolera bulaşmaz ama yenir, içilir.’’ Diyerek suçu tamamen açıkta satılan gıdalara yüklüyordu

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrenci temsilcileri hastaneye yatan hastaların %60 ının aşılı olduğunu ancak bayat aşı yapıldığı için bunun bir etkisinin olmadığını söylüyorlardı.

İl Hıfzıssıhha Meclisi damacana ve bidonlarda su satışını, kalıp buz ve dondurma satışını, açıkta balık, köfte ve lahmacun satışını yasakladı ancak bazı ilçelerde henüz su bile yoktu evlerde. Suyun nereden ve nasıl temin edileceğini hiç kimse söylemiyordu.

28 Ekimde gazeteler ‘’Türkiye karantinaya alındı manşetiyle çıkmıştı.’’

İstanbul, bugün olduğu gibi o günlerde de salgının merkeziydi ve özellikle Sağmalcılar ( Bayrampaşa) Esenler, Bakırköy, Zeytinburnu, Habipler, Küçük ve Büyükçekmece, Eyüp ilçeleri koleradan ve onunla aynı anda başlayan tifodan inim inim inliyordu.

Zamanın başbakanı Süleyman Demirel bu salgından dolayı hiç kimsenin sorumlu olamayacağını şu sözlerle ifade ediyordu: ‘’ “Yangın, sel, salgın hastalık gibi afetler Cenabı Allah'ın takdiridir. Takdire bir şey denemez. Size geçmiş olsun ve Allah beterinden saklasın diyorum… Hastalığın söndürülmeye yüz tutmuş olması sevindiricidir. İnşallah konuşulur olmaktan da çıkacaktır.”( 28 Ekim 1970 Milliyet Gazetesi )( 8. Resim)

Demirel’in zamanın Esenler belediye Başkanı Nadi Bayır ile olan diyalogu ise özellikle günümüzün genç neslinin mutlaka okuması ve bilmesi gereken bir diyalogdur? Neden derseniz? Günümüz ile geçmişin kıyaslanması açısından...

Belediye Başkanı Nadir Bayır:

“Hükümetimizin yoklamadığı, gelmediği, yardım etmediği beldemizde tifo, tifüs, kolera gibi hastalıklar gelip yerleşmiş ve diğer bulaşıcı hastalıklar da sıraya girmiştir. Devlet yönetiminde sorumlu kişilerin tarafsız olmaları ve hizmetlerin politik mülahazalardan ziyade gerçek ihtiyaçlara göre yapılması gerektiği inancındayım. 18 Belediye Başkanı Esenler bölgesindeki Cicoz ve Cincin derelerinin kapatılmasını istemiş ve vatandaşın perişan halini belirtmiştir. Ama maalesef devlet bu konuda kılını bile kıpırdatmamıştır.’’

Bunun üzerine, Demirel, Belediye Başbakanına “Esenler Belediye olalı ne kadar oldu? Sen, bana yüz yıllık dertleri sayıyorsun. Sefalet edebiyatıyla bir şey yürümez. Senin durumunda binlerce köy var. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de de lağımlar açıkta akıyor. Ankara’nın ortasından lağım geçiyor. Bunların hepsi kapatılmış da bir tek Esenlerinki mi kapatılmamış?’’

Evet, devletin başı bizzat kendi ağzından ülkenin hal-i perişanını itiraf ediyordu. Aynen şacaat arz eden merd-i Kıptî’nin sirkatini arz etmesi gibi...

Milliyet Gazetesinin 4 Kasım 1970 tarihli haberine göre bölgede( Biraz önce bahsettiğim Esenler ve çevresi ) tifo salgını başlamış olup, 45 kişi hastaneye kaldırılmıştı. Haberde İstanbul’da lağım sularının açıkta aktığı, 170 kilometrelik toplayıcı ana kanala ve 3112 kilometrelik boru kanala ihtiyaç olduğu belirtilmekteydi. Bu iş içinde ciddi paraya ihtiyaç bulunmaktaydı. Kanalizasyon şehrin ancak %10’na hizmet vermekteydi.

Yapılan incelemeler sonucunda, eski İstanbul suyollarının başlangıcı ve suların kaynağı olan ve çöp merkezi olarak kullanılan Habibler köyünden çıkan Kırk Çeşme adı verilen suların yol boyunca kanalizasyonlara; Habipler köyü, Karadeniz Mahallesi, Sağmalcılar, Esenler, Küçükköy, Askeri kışlalar, Zeytinburnu ve Bakırköy semtlerine su veren artezyen kuyularına sızarak kontamine ettiği anlaşılmıştı.

Askeri tesislerin sularında yapılan incelemeler sonucunda kolera dışında da patojen ajanlar da bulunmuştu. Ancak bölgede alınan tedbirler yetersiz olup, hem askerler hem de halk risk altında yaşamaya devam etmekteydi. Öncelikle Habipler Köyündeki çöp merkezinin ortadan kaldırılması ve sonra da bölgede içme suları ile kanalizasyonların ayrılması gerekmekteydi.

Gazete haberinde devamla ‘’Habibler Köyü, Sağmalcılar’dan 18 km uzakta ve 214 rakımla bölgenin yüksek yeridir. Eski İstanbul’un suyolları burada bulunmaktadır. Çöp alanının bulunduğu tepenin yamaçlarında, Taşkırma mevkii suyu, Pirinç, Alibey, Küçükkemer ve Dut Dereleri bulunmaktadır. Bu bölgedeki su kaynaklarında kolera saptanmış olup bölgede yaşayanlar bu kaynakları kullanmaktadır. Ayrıca bölgede kontrolsüz bir şekilde gecekondulaşmaya oy kaygısıyla izin verilmektedir. Aynı mahallelerin tuvalet alt yapısı olmadığından, fosseptikler yapılmıştır. Bu foseptiklerden eski su yollarına atık su karışmaktadır.’’ Diyordu.

1970 deki bu Kolere ve Tifo salgınına niçin bu kadar geniş yer verdim: Çünkü şu yukarıda okuduğunuz satırları bire bir yaşadım 16 yaşında bir delikanlı olarak da ondan... ‘’ Geçmişte her şeyin daha iyi olduğunu söyleyenlerin geçmişi bir kez daha değerlendirmelerini sağlamak için yazdım.

Evet bu salgın aslında çok uzun sürmemiş olsa da tamamen yok olmamıştı. Bununla birlikte 1994 yılında Kocaeli ve Ankara’da toplam 21 kişinin Koleradan ölmesi olayından sonra ülkemizde bir daha Kolera salgını görülmemiştir.

Yakın zamanda ( 2016 Yılında ) Ülkemizde de görülen Kuş Gribi vakası da tabii ki yine karikatürlerin konusu olmuştur. ( 9. Resim)

Günümüzde de maalesef Korona Virüs ( Covid 19 ) Can almaktadır. Alınan her türlü önleme karşın can almaya devam etmektedir. Ve yine tabii ki karikatürün konusu olmuştur Korna Virüs de... Hatta öyle ki korona virüsle voleybol bile oynuyoruz (!) ( 10-11-12. Resim )

Bir gün Korona Virüsle gerçekten de voleybol oynar mıyız bilemiyorum ama o zamana kadar temizlik, hijyen, sosyal mesafe ve dengeli beslenmeye dikkat etmek, maskesiz sokağa çıkmama mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmayalım.
( Mustafa Kemal’den Padişah Vahdetin’e Geçmiş Olsun Telgrafı---osmanlıdan Günümüze başlıklı yazı Sami Biber tarafından 7.07.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.