Makale / Toplumsal Makaleler

Eklenme Tarihi : 14.11.2019
Okunma Sayısı : 725
Yorum Sayısı : 0

Aşağıdaki yazı Derin Düşünce.org sitesi tarafından yayınlanan Derin Luget 10.0 isimli eserden alınmıştır.





İman / Faith / Foi / Bilgi / Knowledge / الإيمان

Ne değildir?

Yanılgı şurada: Maddeyi biliyoruz, mânâya inanıyoruz.Beyin / akıl / zekâ biliyor, kalp iman ediyor. Bilim bilgi veriyor; din ise iman istiyor. Güya bilmek ve inanmak iki farklı fiil, iki farklı sahanın eylemi, organları bile farklı. Peki “biliyorum” derken gerçekte bir inancı kastetmiyor muyuz?Ya “inanıyorum” derken bir bilgi değil mi söz konusu olan?

Nedir?

Gerçek şu ki “bilgi” birçok dogmatik ve/veya indî/sübjektif kabule hatta imanî temellere dayanıyor. İnanmak ise güven kaynağı, referansı açıkça belli olan bir bilgiden ibaret. Emin olmak, iman etmek, aman dilemek, emniyet, emanet … Sadece Arapça mı böyle? Değil.İngilizce (veya Fransızca) örneklere bakın: Faith (Foi),Confidence, Trust (Confiance), Believe (Croire)… Bu kelimelerin dinsel veya ticarî/teknik sahalardaki mânâları tıpkı Arapça ve Türkçe örneklerdeki gibi.Bu tekabüliyet dahi meselenin fıtrî oluşuna hem de ifsadın çaresinin lisan/mantık/nutuk/tasavvur ile düzelebileceğine işaret etmiyor mu? Evet… Gerçekten yaşadığımız dünya ile zihnimizde temsil ettiğimiz dünya arasında bir uçurum var ve bu hastalığın tedavisi doğru kelimelerle konuşmakla başlayabilir. Ludwig Wittgenstein’ın işaret ettiği meseleye dikkat:

“… ‘Biliyorum’ demenin ‘görüyorum’ demeye benzer ve ona yakın, ilkel bir anlamı vardır.‘Odada olduğunu biliyordum, ama odada değildi’ ifadesi şuna benzer: ‘Onu odada gördüm,ama orada değildi.’ ‘Biliyorum’ sözü benim ile önermenin anlamı arasındaki münasebeti değil, benimle bir olgu arasındaki ilişkiyi ifade etmesi gerekir. Böylece benim bilincim

olguyu özümser. (Dış dünyada olup bitenleri değil, yalnızca hislerin aktardıklarını bildiğimizi söyleriz.) Dıştaki bir olayın bilgisinin resmi göze ve bilince yansıyan ışınlar yoluyla algılanır.Ancak o zaman, insanın bu yansıtmadan emin olup olamayacağı sorusu hemen ortaya çıkar. Ve bu resim gerçekte ne olduğunu değil bizim o bilgiyi nasıl tasavvur ettiğimizi

gösterir …” (Kesinlik Üstüne, 1949-1951)

Neden böyle?

İnanmayı reddederek “sadece” bilmek isteyen aslında daha dogmatik bir biçimde iman etmiş oluyor. Gözüne, kulağına, mikroskobuna, kitabına, okuldaki hocasına… Ama hepsinden evvel bunlara kefil olan aklına iman ediyor. Yalnız bu “akıl” artık akıl değil bir put. Çünkü inanmaksızın bilmek istediğimizde iki ihtimal var:

Bilici aklın varlığını bir yaratılışla açıklamak:“Ben biliyorum” diyen insanın aklı kendini yaratan Tanrı’yı ya da tanrıları ihata etmek,kavrayıp kuşatmak zorunda.

Bilici aklın yaratılmaya muhtaç olmadığına,ezelden beri var olduğuna iman etmek.Tanrıları gölgeleyen bu “akıl” tanım icabı evvel ve ahir olduğu gibi ebediyet, kudret, tasavvur, vs ilâhî vasıfları da haiz olma iddiasında; kısacası bu akıl ulûhiyet iddiasında. Oysa vazifesi hak ile batılı ayırmaya yarayan bir nûr olan gerçek aklın böyle bir iddiada bulunması muhal. Demek ki bu, aklın sesini taklid eden nefsin telkini olabilir. Gazâlî Hazretleri’nin sözleriyle ifade edersek:“…Temel yaklaşım olarak, akılla ortaya konulan delillerin yalanlanmaması gerekir. Aynı şekilde akıl da dini yalanlamaz. Fakat akıl dinle ilgili bir yalanlama yoluna girmişse, bu

ancak dinin ispatı alanında söz konusu olabilir. […] . Çünkü dini akılla biliriz. Hal böyle olunca akılla dini birbiriyle çelişen olgularmış gibi göstermenin hiç bir anlamı yoktur. Yalancı bir müzekkî (şahitlik yapacak kişi hakkında mahkemeye bilgi veren) ile şahidin doğru sözlü olduğu nasıl bilinebilir ki! Din birçok konunun şahidi, akılda onun müzekkîsidir. Yani dinin düzenlediği meselelerin hakikatlerini ancak akılla biliyoruz…”( İman Kitabı)

Bilgi son tahlilde imandır zira David Hume, Ludwig Wittgenstein ve Heraklitos’un kimlik / identity /

sameness sorgulamaları bize göstermiştir ki insan “biliyorum” demek için en az iki şeye iman etmek zorundadır:

Bilen özne Ben’in varlığına ve bilici vasıflarına iman etmek,

Bilinecek mevhum ve nesnelere zaman ve mekândan bağımsız hüviyet atfetmek için onların zaman içinde değişmez / aynı / id-entic kaldığına iman etmek.

İman ise en kâmil noktada bilgidir. Çocuk evvelâ babasına yahut imama güvendiği için onları taklid ederek “iman” eder. Fakat büyüdükçe ALLAH’a güvenir,emniyeti O’nda bulur. Sorgulayarak, hissederek,yaşayarak öyle bir iman sahibi olur ki ateşten yahut yılandan uzak durmakla günahtan uzak durmak arasında fark görmez.

Netice

İman ile bilgiyi apayrı şeylermiş gibi tasavvur etmek ideolojik bir tercih. Aklı putlaştıran bu tercih haliyle İslâm’a aykırı. Bu yol pozitivistlerin yolu. Ne var ki Hristiyanlıktan kopup şirk üzere yaşayan Batılıların bilgi teorisi de bilimi ve teknolojisi gibi İslamistan’a sirayet etti. Müslümanlar şirk üzere bina edilen bilim ve ticaret lisanını kullanır oldular. Bu lisanı, bu tasavvuru kabullenmek, onların teknik, ticarî, siyasî ve beynelmilel kurumlara tâbi olmak ise İslamistan’ı yıpratan faktörlerden biri.İngiliz mühtedi, yazar ve diplomat Gai Eaton – Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid, Tanrı’yı Hatırlamak isimli kitabında şöyle diyor:

Müslümanlar Batı’nın bilimini, teknolojisini ve yönetim biçimlerini alırken, tüm bu gelişmelerin arkasında yatan ideolojilerden ve değerler sisteminden kendilerini koruyabileceklerini sandılar […] Dolayısıyla İslam bilimi, yani fizik kozmolojiden veya metafizikten bağımsız düşünülemez; çünkü bilimin daha aşağı formları, daha yüksek

formlarına bağlıdır […] Bilimsellik denen şey, bugün Batı’da ve gittikçe artan bir hızla tüm dünyada hâkim sistem olmak durumundadır ve vahye dayanan hakikatle hiçbir şekilde bağdaşmadığından İslam toplumu için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır […] Bilimselcilik ise dogmatiktir, teorileri değişmez doğrular olarak görür ve bilimin ispatladığını veya daha sıkça olarak, çürüttüğünü iddia ettiği şeyleri varabilecek en son nokta kabul eder. Bu,bilimsel fundamentalizm’dir, uzağı görememedir, yetersizliktir, gerçekliğe ait kısmi doğruların şişirilip gerçekliğin ta kendisi olarak sunulmasıdır.”

Tefekküre vesile: Gözlemle bilinen ve iman ile bilinen “gerçeklerden” hangisi daha gerçek?

1) Ayet: “… Allah şehadet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar …”

Münâfıklar sana geldikleri zaman “Biz şehâdet ederiz ki sen mutlaka Allah’ın Resûlüsün” derler.

Ve Allah da bilir ki elbette sen, O’nun peygamberisin. Ve Allah şehadet eder ki,münâfıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar yeminlerini kalkan edindiler de insanları Allah yolundan alıkoydular, gerçekten işledikleri ne kötüdür” (Münafikûn 1,2)

2) Hadis: Kullu müneccimun kezzâb, velev sadakû! (Bütün müneccimler yalancıdır! Söyledikleri doğru çıksa-isabet etseler bile!)

Bir gün Mekke’de büyük bir yağmur yağacağına dair bir müneccim falı çıkmış ortaya; ve Allahın Resulü (sav) bu muazzam hadisi buyurmuşlar. Tesadüf veya hikmet, ertesi günü yağmur yağmış..Yani müneccimin dediği çıkmış.. O kadar yağmış ki, Allah Resulü elleriyle ve maşrapalarla suları dökerken yine: “Kullu müneccimun kezzâb velev sadakû” derlermiş. Yani müneccimlerin dediği olduğu halde Resûlullah(sav) ısrar ediyor: Müneccimler yalancıdır! İsabet etseler bile!

( İman / Faith / Foi / Bilgi / Knowledge / الإيما başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 14.11.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.