1
AYŞE
ÖĞRETMEN
Zifiri
karanlıkta gerçeğin acı sillesi… Oysaki destansı bir aşkla nasıl da sevmişlerdi
birbirlerini…
Doğunun en ücra köşesinde yolsuz, susuz, elektriksiz, sağlık
evinden yoksun bir ova köyü. Köyün en yakın ilçeyle uzaklığı altı km, tek
bağlantısı da patika yolu... Kırk beş metrekare, kibrit kutusu misali
büyüklüğündeki öğretmen lojmanında Ali ve Ayşe öğretmenler, aşklarının meyvesi beş aylık Ozan
bebekleriyle sosyal yaşantıdan uzak, üçüncü derecede mahrumiyet bir bölgede
ülke şartlarında öğretmenlere, özellikle köy öğretmenlerine sunulan öylesine
bir hayat yaşıyorlardı olumsuzluklar içinde…
Kasım aynın ikinci cumartesi günüydü. Komşu köyde ayda bir
yapılan öğretmenler toplantısına gitmek üzere hazırlanıyorlardı. Ayşe öğretmen,
köy yaşantısını pek bilmiyordu. Kent usulü, öğleden sonra ev gezmesine gider
gibi giyindi. Çok heyecanlıydı. Köye geleli iki ay olmuştu. Bu süreçte maaşını
almaya bile gidememişti. Gidemeyeceğini, bu coğrafyada kadının üçüncü sınıf
vatandaş olduğunu, köle gibi çalıştırılacağını, sömürüleceğini çok sonraları
öğrenecekti. Basit ve küçük mutluluklardan büyük paylar çıkarmakla yetiniyordu
şimdilik... Nereden bilebilirdi ki yoluna ömrünü vereceği, sevdiği erkeği
tarafından yıllar yılı ezileceğini... Tek sosyalliği ayda bir yapılan bu
toplantılardı. Bir kaç saat de olsa dili çözülüp konuşacaktı. Az tanıdığı ya da
hiç tanımadığı, doğulu, batılı, kuzeyli, güneyli her biri ayrı bir diyarlı
öğretmenlerle. Buna çok ihtiyacı vardı. Zira görev yaptığı köyde Türkçe bilen
tek kadın yoktu. O köyde görev yapan ilk kadın öğretmendi. Özellikle köyün
kadınları daha önce bir kadın öğretmenle hiç karşılaşmamıştı. İşi çok zordu.
Giyim tarzıyla, konuşmasıyla, başının örtülü olmamasıyla köylü kadınların
alışık olmadığı bir kadındı. Bu yüzden ilk zamanlar iletişim kurmakta epey
zorlanmıştı, genç ve idealist Ayşe öğretmen... Ali öğretmen için aynı durum söz
konusu değildi. Köylünün anadili olan Zazacayı biliyor olması büyük bir
avantajdı. Ayrıca köy yaşantısının da yabancısı değildi, zira çocukluğu
dedesinin köyünde geçmişti.
Hazırlıklar tamamlandı. Bir kaç tane tavukları vardı.
Gidecekleri köyden tavuklara yem için darı alınacaktı. Bu nedenle köy
muhtarından merkebini alıp, bayır yukarı yola koyuldular. Daha ilk dakikada
nakavt olmuştu Ayşe öğretmen ama şikâyet etme gibi bir lüksü yoktu. Çünkü şikâyet
ettiği anda kocasının, ‘Evde otursaydın olmaz mıydı?’ diye bağıracağını çok iyi
biliyordu. Yapacak bir şey yoktu.
Susmalı ve tırmanmalıydı yokuşu, geçmeliydi derin vadilerde çağlayan buz gibi
dereleri ayağındaki apartman topuklu ayakkabısına rağmen.
İki saatlik zorlu bir tırmanışın ardından nihayet varmıştı
toplantının yapılacağı köy okuluna. Tanışma faslından sonra bölge ilköğretim
müfettişinin başkanlığında toplantıya başlandı. Devamsız öğrenciler, kız
öğrencilerin okula gönderilmeyişi, öğretmenlerin sorunları toplantının ana
temasıydı. Toplantı sonrası öğretmen lojmanına geçildi. Ev sahipliği yapan öğretmen arkadaşlar köy
şartlarına göre çok bir güzel sofra hazırlamışlardı. Bu güzel yer sofrasında
sohbet de güzeldi. Her öğretmen kendi sorununu anlatmaya başladı. Sohbet
koyulaşmıştı. Konuşuldukça dağ gibi sorunlar yığıldı idealist, pırıl pırıl genç
öğretmenlerin önüne. Tüm sorunlara rağmen görevlerini yapmaya çalışıyordu, her
biri ayrı bir diyardan savrulup görev aşkıyla bir araya gelen bu küçük topluluk,
haşin atmosferde yıldızlara daha yakın olarak. Bir de müfettişleri memnun
edebilseler!
Muhabbettin derinliklerinde zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamamışlardı. Eve dönüş vakti gelip geçmişti bile. Tavuklara yem için alelacele yarım torba darı alınarak merkebe yüklendi ve bir sonraki toplantıda buluşulmak üzere yola koyuldular. Ev sahibinin tüm ısrarlarına rağmen ‘Bayır aşağıdır, yarım saat sürmez eve varırız.’ dedi Ali öğretmen. On dakika sonra köy çıkışındaki çeşmeye varmışlardı. Çeşme başında akşam suyunu evlerine taşımak için toplanan kızlardan biri tüm sevimliliğiyle önlerini keserek ‘Bizim m’elimler (öğretmen) sizi misafir etmediler? Ben sizi bırakmam, bizim eve gideriz. Bu karanlıkta gidemezsiniz, yol çok bozuktur. Dün akşam bizim sürüye kurt girdi, koyunlarımızı parçaladı. Kurtları vurmak için dereye leş bırakmışlar. Oy Allah korusun, kurtlar sizi parçalar Vallah! Gitmeyin ne olur ha? Koşarak gideyim anama haber vereyim, siz arkamdan gelin, he?’ dedi ve ardına bakmadan koşmaya başladı, tüm içtenliği ve misafirperverliğiyle ırkının en güzeli, çakır gözlü, sarı saçlı yüreği kocaman kız. Kim dinler ki? Ali öğretmenin inadıyla yola devam ettiler. Beş ya da on dakika sonra bir karanlık bastı ki tarifi imkânsız. Aysız, karanlık bir gecede yıldızların bu denli uzakta olduğunu gözlemlerken her hücresinde hissettiği bir korkuyla ürperdi Ayşe öğretmen. Gözlerini karanlığa alıştırmaya çalıştı ama nafile, yarım metre ötesini görmeye olanak yoktu. Merkep önde, darı sırtında, Ozan bebek babasının kucağında, merkebin ipi Ali öğretmenin elinde ‘Ço, ço...’ diye diye geride kalanı yok sayarak yoluna devam ediyordu. Karanlık vız geliyordu Ali öğretmene sanki yarasalardan bir çift göz ödünç almıştı... Ayşe öğretmenin tüm yalvarmalarına, haykırışlarına duyarsız bir şekilde koşarcasına ilerliyordu. Arada bir ‘Qızılkurt, zıkkımın kökî (yöresel beddua), ne işin vardı da geldin? Sanki sen gelmeseydin o toplantı olmayacaktı. Gözün kördür, yürü işte!’ diye bağırıyordu hayvana bağırırcasına. Yürü işte! Bu muydu sevdiği erkek, bu muydu ölesiye seven? Sevdiğini gecenin karanlığında dağın başında bırakıp gitmek var mıydı sevgide? Kafasında bu sorularla, korku ve panik halindeydi Ayşe öğretmen. Çaresizlik içinde ço ço seslerini takip etmeye çalışıyordu. Yaşam maratonunda çok zorlu bir etapla karşı karşıyaydı. Taşlık ve çamurlu patikada ilerlemek çok zordu. Mesafe iyice açılmıştı. Sesi duymakta zorlanıyordu. İlk iş olarak çamura batıp çıkmayan, o anda fazla gelen çok da sevdiği bordo renkli, apartman topuklu ayakkabılarını çıkarıp uçurumun derinliklerine bıraktı, sanki kurtlara ‘Alın size ha! Yem diye buna saldırın! Birazdan ben önünüze yuvarlanıverirsem saldırmayın sakın! Yalvarıyorum size, iştahınızı başka yeme saklayın zira ben anayım, yavruma bağışlayın beni!’ dercesine... Ayağı yalındı, sanki hafiflemişti, bu hafiflikle biraz yol aldı ama nafile, arayı kapatamıyordu. Zira taşlar keskin bıçak gibi kesiyordu ayak tabanlarını. Soğuk çamurlara bata çıka, acıyı da hissedemez olmuştu. Çok tehlikeli bir yoldaydı. Giderken bu yolu görmüş, aydınlık olmasına rağmen korkmuştu. Yolun bir tarafı meşe ormanı, diğer tarafı ise derin bir uçurumdu. Üstelik bir değil tam üç tane derin vadi geçilecekti. Yanlış bir adım atsa uçurumun dibini boylayacağını bildiğinden acı macı hissetmiyordu. Tek hissettiği deli gibi çarpan kalbinin sesiydi. Kendi haykırışlarını saymazsa. Ço ço sesi kesildiği zaman can havliyle seslendiği eşinin bağrışlarıyla yolunu bulmaya çalışıyordu. Ne kadar ilerlediklerini bilmiyordu, birden bir karartıyla karşılaştı. Bu bir ağıldı. Kocası ağılın önündeydi. Merkebin ipi elinde hiç bir şey olmamışçasına gülüyordu. Ne söylesindi Ayşe öğretmen? Nutku tutulmuştu adeta. Yorgunluk, korku ve şaşkınlıktan bir şey söyleyecek mecali de yoktu zaten. Kapının tahtadan kilidini açtılar ki, bu da ne? Sanki bin tane çakmak birden çakılmıştı. Koyunların gözlerinin karanlıkta bu şekilde parladığını da orada o anda öğrenmişti Ayşe öğretmen. Tüm korkusuna rağmen yalvardı eşine ‘Aliciğim bak yarım biberon mamamız var, çocuğumuza yeter. N'olursun burada sabahlayalım, günün ilk ışıklarıyla yolumuza devam ederiz.’ dediyse de fayda etmedi. ‘İşte kadın aklınla bu kadar düşünebiliyorsun. Olur mu hiç? Burada kalamayız. Kurtlar kokumuzu alırsa, toprak damı eşeleyerek bizi parçalar.’ dedi. Yapacak bir şey yoktu. Köy kanunlarını, yaşantısını bilmiyordu ki. Kanacaktı kolayca. Bugünkü aklı da yoktu. Zorlu gece yolculuğunun ilk etabı bu şekilde tamamlandı...
İkinci etap için start almışlardı aynı şekilde. İdmanlı
vicdansız öndeydi. Arkadaki bata çıka, ağlaya sızlaya, bildiği tüm duaları
okuya okuya sona doğru yürüdüğünü düşünürken Ozan bebeğin ağlama sesiyle durdu.
Dereye inmişlerdi farkına varmadan. Şansını bir kez daha denemek istedi ve
bitkin bir şekilde; ‘N'olursun buna da olmaz deme! Şu darıyı yere indir. Sen
çocukla birlikte merkebe otur, ipi de ben tutayım, yola bu şekilde devam
edelim.’ dedi ve dediğiyle kaldı. O an,
zifiri karanlıkta gerçeğin acı sillesini
yemişti hem de en acısından. O AN/I
ömrünce unutamayacaktı. Sille değil gülle yemişti sol yanı. Kurt korkusu bile
bu acının yanında bir hiçti. Yarım torba darıya değişilmişti. Artık mecali de
kalmamıştı. Takipte zorlanıyordu. Derenin buz gibi sularında kesik ayak
tabanlarını iyice hissedemez olmuştu. Gidiyordu ama nereye? Ne kadar gidilmişti? Bunu da bilmiyordu. Meşe dalları bıçak gibi
her bir yerini yaralıyordu. Sanki kurt saldırısına uğramıştı. Tenine değen her
dalın bıraktığı acıyı, kurt dişiyle teninden koparılan parçanın bıraktığı acı
gibi algılıyordu. Tümden kopmuştu öndekilerden, zaten yüreğinde de
kopukluklardan dolayı kanamalar başlamıştı. Umurunda değildi hiç bir şey.
Sadece Ozan'ı vardı karanlığa alışan gözlerinin önünde. Minik avuçlarıyla gel
gel ediyor gibiydi.
Her şeyin bittiğini, sona yaklaştığını düşünüyorken sanki
bir kaç km ötede ışık görür gibi olmuştu. Hayal olduğunu düşündü, dua etmek
istedi, bildiği tüm duaları da
unutmuştu. Boşa adım atar gibiydi. Kulaklarına bir takım sesler geldi sanki.
Köpekler havlıyordu. Ha tamam, ben ölmüşüm diye geçirdi içinden. Büyüklerinden
duymuştu; bir insan öldüğü zaman ölenin kendisi olduğunu bilmezmiş. Hatta ölü
için hizmet edermiş ki bir an önce defnedilsin. Ta ki yalnız kalıp başı musalla
taşına değinceye kadar. O zaman dermiş ki ‘Eyvah ölen benmişim!’- İyice
dalmıştı ki birden ‘Xocê (öğretmen) ne olmuştu size, gecenin bu zifiri karanlığında yola düştüz?
Sizi misafir edecek kimse yoktu? Vallah, bu merkepten olmasaydı kim bilir
ucunuz nerede çıkardı? Ya bir uçurumun dibinde ya da Murat’ın suyunda.’