6.1) Tasavvuf Düşüncesi

                         

                       Genelde kafamızda taklit yollu oluşturduğumuz tanrı fikrini Allah adıyla etiketleyip, bunu din anlayışımızın temeline yerleştirince, inkara ve isyana ya da körü körüne bir boyun eğişe düşüncelerimizi mahkum ederiz. Kur’an’da:

Hevâsını TANRI edineni gördün mü!?..” (25/43)

 denerek buna işaret edilir. Oysa Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar: “Tasavvuftan gaye Vücud bahsidir” diyerek, tek ve en önemli şeyin Allah’ı bilmek olduğunu anlatır.

                                Hz. Muhammed’den gelen bilgiler, özellikle Hz. Ebu Bekir ve Hz. Âli gibi sahabelerle gelecek kuşaklara iletilmiştir. Uzakdoğu dinleri, Yunan felsefeleri, Zerdüştlük, Türklerin eski Gök Tanrı dinleri ve Şamanizm gibi Orta Asya dinleri ve benzeri birçok felsefi, düşünsel ve dini bilgilerle de harmanlanarak tasavvuf görüşlerini oluşturmuştur.3-4-5 O yüzden tasavvufun özde bir olmasına rağmen bir çok farklı, doğru ve yanlış uygulama ve düşüncelerle dolu ekolleri vardır.

                                 Sof, yunanca sofya kelimesinden gelir ve hikmet manasına kullanılır. Sofiye ya da sufizm de hikmet ilmi demektir. Aynı şekilde feylezof  da hikmeti arayan kişidir. Arap dilinde kullanılan tasavvuf kelimesi de yunanca sofos’dan gelir.9

                                 Tasavvufi düşüncede; dönüm noktaları ya da toplayıcı, sistematize edici düşünceler bir çok alim tarafından gerçekleştirilmiştir. Vahdeti vücut, Vahdeti Şuhut fikirlerinde; İmam Gazali, Muhiddin Arabi, İmam Rabbani gibi âlimleri köşe taşları olarak sayabiliriz. Ancak bunlarda ve benzeri tasavvuf düşüncelerinde, ahadiyetin ve vahadiyetin yanlış yorumlarına da çok sık rastlayabiliriz. Örneğin sadece mevcudatın Allah oluşu, Allah’ın varlıkta ne görüyorsan hepsinin toplamı olduğu düşüncesi. Yani Maddeci ve Panteist fikirler. Ama bu düşüncelerde birçok doğru yoruma da rastlarız. Mevcut olan sadece Allah’tır. Her şey O'nun ancak gölgesidir. Hiç bir şeyin kendine has vücudu yoktur, gibi…

                                  Örneğin İmam Rabbani’ye göre ; Vücûd Tek'tir. Bizim müşahade ettiğimiz görünen, bilinen vücûd yani varlık âlemi ise zıll ( gölge) dir. Burada ifade edilen şey görünen vücudun, Zat'a nisbetle bir gölge veya hayâl olduğudur. Zat, vücûd’dan münezzeh ve

 

müberrâ olmak durumundadır. Ancak, bu tek vücut, her an yeni bir şan olarak her an yeni bir oluş hâlinde çeşitli özelliklerini ortaya koymaktadır.5

                                    Muhiddin Arabi’nin müridi ve oğulluğu olan, Mevlana ile aynı dönem ve yerde yaşayan ve onunla sık sık görüşüp fikir alışverişlerinde bulunan Konevi’ye (1203-1273- Konya) göre de : Tasavvuf ehli varlığını hava boşluğunda bilir. Mevcut değil ama yokta değildirler. Kendilerini Allah katında bir bilgiden ibaret görür. Bu bilinci elden geldiğince sürekli yaşayabilmek için de kalplerini dünya dertlerinden (yani Allah’ın zatından başka) her şeyden arındırırlar. Bunun için de zikir anahtarını kullanırlar. Allah, kendini Gayb hali tekliğinde, şanına yakışır bir gizlilikte gizlemiş, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi  istedim, halkı bilinmem için yarattım kutsi hadisinde belirttiği üzere, mevcudatı bilinmek için yaratmıştır.10

 

        6.2-) Alemler Hayal mi?

 

                                    İkilik görüşünün sebebi, var oluşun tahakkuku için varlıkların özlerinden perdeli olarak meydana getirilmeleridir. Eğer akıllarda, böyle bir perdelenme olmasaydı her akıllı varlık, Tümel Teklik bilincinde olurdu.(ki, bu durum muhaldir). Çünkü bu halde, ayrı ayrı izafi bilinçler zaten olamazdı. Varlığın varlığını idraki, haliyle ikilik temelinde kurulur. Aksi halde, bizim şu anda var dediğimiz, kendimiz dahil tüm varlıkların var olması mümkün olmazdı. Elbette tüm bu kâinat ve unsurları yok değildir. Ama gölge hükmünde, yok hükmünde vardır. Gerçek anlamda var olmaları muhaldir ve mutlak anlamda da yok değildirler. Yani gözlemlediğimiz her şey mutlak anlamda ne vardır ne de yoktur. İşte bu yüzden Ahad olan Allah, kendisinin dışında hiçbir varlık mevcut olmadığına, gene kendisi şehâdet eder :

 

Şehîd AllaHu enne Hu, lâ ilâhe illâ Hu...” (3/18) “Şahittir Allah, kendi hüviyetine ki; kendinden gayrı Tanrı yoktur.”

 

                              Tasavvuf düşüncesinde, Muhyiddin Arabî(2), Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahiptir. İmam Rabbânî(13), yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu ifade etmektedir. İmam Rabbânî’ nin tevhidi, vücuda değil, şuhuda dayanan bir tevhiddir ki Vahdet-i şuhud adıyla anılır.

                                                

                              İmam Rabbânî bunu şu şekilde açıklamaktadır: “Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. Güneş

 

 

 

doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.” (Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar,İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997,s.296-6) İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor: “Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır. Onlar gölge varlığın ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.” (Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, Nesil Yayınları, 1992, s. 265).3

 

                                  Kur’an’da da birçok ayette, âlemlerin hak üzere yaratıldığı vurgulanır. Bu durumda Allah’ın hayali hak üzere yarattığından söz edilemez:

“Allah, semaları ve yeri Hak olarak yarattı.” (16/3),

“Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.” (14/19)

Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı diğer âyetler için, bk. 6:73; 15/85; 16/3; 30/8; 39/5; 46/3; 64/3).3

“Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden de O’dur. Allah bütün bunları başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.” (10/5).

 “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik!” (21/16- 7),

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.” (44/38- 9)

“Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.” (3/191),

“Allah,semaları ve yeri Hak olarak yarattı. Bunda mü'minler için ibret vardır.” (29/44),

“Biz, semaları, yeri ve aralarında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık.” (44/38),

“Onları ancak Hak olarak yarattık. Ancak çoğunluğunuz bunu bilmezsiniz.” (44/39),

 

 

“Ve Allah, semaları ve yeri Hak olarak yarattı. Tüm nefsler yaptıklarının karşılığını alırlar. Onlara asla zulmedilmez.” (45/22).

                                       Bir kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Onları göklerin ve yerin ayetleri olarak göstermektedir. Varlıkları insanın hizmetine sunduğunu, her şeyin bilerek veya bilmeyerek Allah’ı tesbih ve hamd ettiğini belirtmektedir. Bu durumda Allah’ın hayal ürünü şeyler üzerine yemin etmesi veya onları varlığının ispatı olan ayetler olarak sunması, “hizmetinize sundum” diyerek hayal ürünü şeylerle insanları avutması, Allah’ı hamd ve tesbih eden varlıkların kendilerinin ve yaptığı şeylerin yani Allah’ı hamd ve tesbihin birer hayal olduğunu söylemesi asla düşünülemez. Herşeyin hayal olduğu bir hayali âlemde, yaratıcı hayallerin yaratıcısı olan illizyonist bir yaratıcı olmaktan öteye gidemez. Âlemler hayal ise, Alemlerin Rabbi nedir?5

                                  Ama yine aynı Kur’an’da   :

"...onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır" (8/ 30);

“Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yok ettik.” (27/ 50- 51)  

ayetleri, kimi alimlerce “Kur’an’da Allah, hile yapanların, göz bağlayanların en büyüğü olarak da tanımlanmıştır” diyerek yorumlanmakta, tüm alemlerin gerçek olmadığı halde bize gerçek olarak gösterildiği söylenmektedir. Bu acaba illizyonist bir yaratıcıya yapılan gönderme midir? Ve yine Kur’an’da  

“Allah, bizatihi Hak'tır.”(22/62)  denilerek tek gerçeğin, ya da hak üzere olanın bizatihi yani kendi zatıyla Allah, diğer her şeyin yalan, boş olduğu söylenmez mi?

“Onlar kendi kendilerine; Allah'ın, semâları, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak, Hak olarak ve belli bir süre için yarattığını, hiç düşünmediler mi?” (30/8),

“Semâları, yeri ve aralarındakileri Hak olarak, belli bir ecel ile yarattık.” (46/3)  

ayetlerinde vurgulandığı gibi bu hak olarak yaradılış, geçicicilikse yani belli bir süreliğine ve belli bir ecel ile yaradılış olduğuna göre, tam anlamıyla mutlak gerçeklik yani sürekli Hak üzere olma hali demek değildir. Yani bir yönüyle, gerçekten hayaldir.

                                              

 

 

                                  Öyleyse İmam Rabbani ve Muhiddin Arabi gibi, daha saymadığımız bir çok tasavvuf âliminin ve Kur’an’ı yorumlayarak her şeye hayal yada hak üzere gerçek diyebilen tesfircilerin bu tamamen birbirine zıt yorumlara girmelerinin nedeni sadece Kur’an’ın bu tür yorumlara açık olmasıdır. Bu zıt fikirler, felsefi bazda tüm felsefe tarihinde ya da diğer dinlerin öze ermiş erenlerinin ifadelerinde de kendini gösterir. Öyleyse hangi fikir doğrudur?

 

                                    İşin doğrusu, maddenin gerçekliği ya da hayal oluş hallerini efal ve esma âlemlerinden bakarak yorumlamaktır.  Bu takdirde bu iki zıt fikrin de doğru olduğunu görürüz. Zıtların birliğinden var olan evren, bu evren içre düşünen insan beyninin, felsefi temelde zıtlardan biri üzerine yoğunlaşan fikriyle, diğerini yanlış varsaymasına neden olmaktadır.  Bu aslında belki geniş bir idrakle bakabildiğimiz tüm fikir ve oluşumların haklılığını kavramamızda, tüm sebep ve sonuçların zincirleme reaksiyonlarına biçtiğimiz biçimleri algılamamızda da kendini gösterebilecek bir ince fikirliliktir. Varlık âlemi, bu âlemin

yapı taşlarından olan elektronun hem dalga hem parçacık hareketi göstermesine benzer bir biçimde vardır. Varlık âlemi yok değildir ama yok hükmündedir. Dikkat edelim ki; yok olmak yani hiç olmamakla yok hükmünde olmak farklı şeylerdir. Yok hükmünde derken, efal âleminde vardır. Hatta varlık köken olarak esma ve mana aleminde de vardır. Ama Zat’a göre yoktur demektir. Tüm boyutlara hitap eden Kur’an’daki ayetlerde, hangi idrakten bakarsak o boyutta doğrudur. Ama bu diğer idrakten bakıldığında doğru olacak diğer bir ayetin, yanlış olduğunu ve mutlak doğrunun sadece bir boyut açısından bakılarak kavranabileceğini göstermez.

 

                                      Kur’an’da kitap kelimesi, kainat için de kullanılır. Kur’an’a göre kâinat (kitap), Rabbin sözüdür ve bunun için, La Raybe fih”  (Onda Şüphe Yok) olarak gerçektir. Raybe Fih kelimesi, Kuran’da bir kitap-kâinat için bir de ahiret için kullanılmıştır. Bu da konunun önemini belirtir. Ve yine Allah’ın sözü gibi, vaadi de gerçektir ki buda ahiretin gerçekliğini vurgular.6

Fasbir inne va'dellâhi hakkum vestağfir lizenbike ve sebbih bihamdi rabbike bil aşiyyi vel ibkâr.” (40/55) “(resulüm,) Sabret!.. Muhakkak ki, Allah'ın vâ'di Hak'tır. Günahların için istiğfar et ve sabah-akşam Rabbini, hamdiyle tesbih et!..”

ayetinde de vaadi ahiret olarak düşünmemiz, ya da Kur’an’da birçok yerde ahiretten vaad olarak bahsedilmesi, bizim boyutumuzda ve zamana bağlı birimler için ahiretin ancak gelecek bir zamanda açık hale geleceğini anlatmak içindir.

                                    Esasen, şüphesiz gerçek olan Allah’tır. Fakat kainat ve ahiret, Allah’tan olduğu için gerçektir. Yani Rabb ile varlık arasında bağlantı ve hatta birlik vardır. Rabb, terbiye edici demektir. Allah’ın tüm âlemleri çekip çevirmesini, halden hale sokmasını, hükmünü varlık üzerinden yürütmesini anlatır.

“Hâzâ min fadli Rabbî.” (27/40) “Bu, Rabbimin fazlındandır”

 

ayetinde de, “bu” diyebileceğimiz her şeyin Rabbi terbiyeyle var olduğu, kainatta gözlemlediğimiz canlı ve cansız varlıklardaki tüm bu hassas denge ve düzenin bir Rab tarafından ve fazl olarak (iyilik, bahşetme) yaratıldığı söylenir.5 Öyleyse kainat yok değil vardır. Hayal değil gerçektir.  Ama Rabbin fazlıyla vardır, kendinden bir varlığı yoktur.

                               Burada bir orta yol olan İslamın dünyayı tamamen hayali bir yaşantı olarak görmediği için, insanı dünyadan el ayak çekmeye değil, çalışmaya yönlendirdiği aşikardır. Ama yine dünyayı mutlak gerçekliği olan bir yer olarak da kabul etmediğinden, insanın, çalışıp kazandıklarına da tüm varlığıyla bağlanmaması gerektiğidir. Her şeyi Rabbin bir fazlı olarak kabul etmesi gerektiğinin önemle üstünde durduğunu söyleyelim. Orta yolun gerçeği tam anlamıyla yaşamamızı sağladığı ve Kur’an’da bu nedenle doğru yol olarak da tanımlanması dikkat çekicidir. Bu tabir, sadece Müslümanlık için değil; Taoizm, Budizm, Hinduzim gibi uzak doğu dinleri içinde bu dinlerin kutsal kaynakları ve inanırları tarafından kullanılmıştır. Bu konudaki Fatiha süresinin ayetleri başta olmak üzere diğer bazı ayetler şunlardır:

“Allah, istediğini sırat-ı müstakıyme hidayet eder.” (24/46),

“Kur'an hikmettir. Kesinlikledir ki, sen gönderilen Resullerdensin. Sırat-el müstakim üzeresin.” (36/1-4).

                                Tekrar belirtirsek, Allah yine Kur’an’ın deyimiyle, tüm âlemlerin Rabbidir. Allah’la âlemler arasında ilka - alaka (kavuşturma – bağlantı) vardır.5 Kâinat, yani Allah’ın sözü olan gerçek kitap, Allah’tan ayrı bir şey olmadığı için mutlaka Rabbe ve ahirete kavuşulur (Lika-i Rab, Lika-i ahiret). ‘Kavuşulur’ denirken de, gelecek zamandan bahsedilmesi, yine bize göredir; zira aslında zaten her şey her an Rabb’e kavuşmuş haldedir.

 

                                Ayrıca; kâinat yani Allah’ın sözü olan gerçek kitap, Allah’tan ayrı bir şey olmasa da, elbette ki Allah, aynı zamanda bu kitap’tan ayrıdır. Belki basit bir izahla, Allah’ın tüm âlemleri kapsadığını, âlemlerin de Allah’ın alt kümeleri olduğunu, dolayısıyla alemlerin ayrı bir şey olmadığını; ama Allah’ın aynı zamanda alemlerden deyim yerindeyse daha geniş olduğunu söyleyebiliriz.

 

( Ya Hu Ve Adem- 22- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 21.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.