4.3-) Allah’ın Ahadiyeti, Mana Alemi ve İdraksel Boyutlar

 

                                 Burada tekrar bu bilgilerin ışığında, Ahadiyet’e dönüş yaparak oradan da mana âlemini açıklamaya çalışalım. Hz. Muhammed, “Zerre küllün aynasıdır” derken varlığın evrenin aslında ayrılmaz, bölünmez, tümel bir yapıya sahip olduğuna ve dolayısıyla Allah’ın Ahadiyet’ine işaret etmektedir. Taoizm’de geçen şu ifadeler de, sanki bu hadisin, geçmişte yapılan açıklamaları gibidir:

 

 

“Engin kainatı oluşturan ufak tanecikler/ Aslında o kadar da küçük değildirler/ Ayrıca o geniş görünen kainat da geniş değildir/ Bunlar/ Onu kavranabilir ve kullanılabilir hale getirmeye çalışarak/ Tao’yu daima yontan bir bıçağa benzeyen/ Aklın düşüncelerinden başka bir şey değildir/ Ancak, biçimin ötesinde olan kavranamaz/ Ve bilmenin ötesindeki de kullanılamazdır/ Buna rağmen şöyle bir teselli vardır/ Bıçağı tutan, parmak uçlarında Tao’yu bulacaktır”

“Benlik/ Dünyanın büyük/ Onu oluşturan parçaların ise küçük olduğunu söyler/ Der ki/ Küçük parçalar birleşir ve büyük dünyayı oluştururlar/ Büyük dünya dağılınca, küçük parçalar ortaya çıkar/ Benlik bu isim ve düşüncelerle büyülenmiştir/ Oysa hakikat odur ki dünya ve parçalar aynı şeydir/ Onlar ne büyük ne de küçüktürler/ Her şey, her şeye eşittir”

“Bütün, bütündür/ Bütün, bütünün herhangi bir parçasıdır da”

 

                                 Mevcudât alemi, varlığını, derûnundaki anlamlar evreninden (Mana alemi, Esma aleminden ef’al alimine geçiş tabakası) alır.Yani Melekût boyutundan. (Ki Meleklerin bulunduğu âlemdir). “Melek" kelimesiyle işaret edilen varlıklar işte bu Mana âleminden doğan şuurlu anlamlardır. Melek; güç, kuvve anlamı veren melk kökünden gelir. Öyleyse melekler âlemi, maddi unsurların özündeki enerjisel katmanlardır. Bu katmanlar Allah  kudretini, yani enerjiyi ilmiyle açığa çıkarmaktadır. İlim de bilincin bir türevi olduğundan, bilinçli katmanlardır.

“Semaların ve ardının melekutuna (melekûtissemâvâti vel ardı) Allah'ın yarattığı her hangi şeye bakmazlar mı?..” (7/185)

ayetinde de insanların idrak edebilecekleri bu mana âlemine, Allah’ın delillerinden biri olarak dikkat çekilir. Dikkat edilirse ayette “melekutissemavati” yani semaların melekutu denmektedir. Bunu göklerin melekleri olarak çevirdiğimizde, bilinci farklı bir manaya kanalize etmiş oluruz.

                                   Hz. İsa’nın  insanları davet ettiği "göklerin krallığı" da aslında “semaların Melekutu”dur. Yani krallık, burada bildiğimiz saltanat makamı değil, hilafet makamıdır.   Her insan, Allah’ın halifesi olma vasfından ötürü, bu hilafet makamıyla yani kulluğuyla vardır. Ve dahi bu özelliğe, yetenek ve kapasiteye sahiptir.

                                   Benzer şekilde Kur’an’da yukarda verdiğimiz bazı ayetlerde de geçen “Her şey semâdan yeryüzüne iner”, “Her şey O’na rücu eder” gibi ifadeler,  bu Melekut yani enerji katmanları boyutu, maddi evrenin kaynağıdır demektir. İniş (nüzul), gökten ya da tavandan yere doğru değil; latif özden, görünene doğrudur. Bilimin henüz ulaşamadığı atom

 

altı düzeyde elbette sayısız enerji katmanları (semalar), sayısız atom altı ve üst madde düzeyleri vardır. Bu nedenle Evren içre evrenler (semalar) sayısızdır. Kur’an’a göre de Allah, âlemin değil, alemlerin Rabbi’dir.

                                    İşte bu Tümel Tekliğin oluşturduğu katmanları en güzel şekilde boyut kavramı ile ifade edebiliyoruz.  Aslında boyut, ‘idrak’ anlamına gelir. İdrakteki farklılıklar, boyut farklarını meydana getirir. Her boyut düzeyinde o idrake göre zahir (açık, görülen) ve batın (gizli, içte, direk görülmeyen) olan şeyler mevcuttur. Zahir ve batın, algı ve idrakin değişmesiyle değişir. Örneğin mikroskop algı kapasitemizi geliştirip, mikropları idrak etmemizi sağlar. Mikroskoptan önce mikroplar âlemi bizim için batın yani gayp (bilinmez) iken, mikroskoptan sonra zahir olmuştur.  Günümüz bilimi de atom ve atom altı boyutları idrakimize açarak, gözlemlediğimiz evrenin derunundaki boyutsal özü kavramamızı ve bu özün de artık bizim için batın olmaktan çıkmasını sağlamıştır. Yani günümüzde, artık semaların kapıları açılmıştır.

 

                                     Bizim kesitsel araçlarımızın tespit ettiği platformda, mesafe ve zaman söz konusu olabilir. Ancak, enerjinin ve bir türevi olan maddenin olmadığı en alt boyutta bu ölçüler söz konusu değildir. Dolayısıyla, “iniş boyutsaldır” denildiğinde, manevi boyutun zaman ve mekânla ilgisi yoktur diye anlaşılmalıdır. Oradaki tüm oluşlar, ancak boyut kavramı ile ifade edilebilir. Mesela Allah’ın dilemesi sonucu oluşan fiilleri,  Esma âleminden fiiller aleminde ortaya çıkar. Ama bu âlemler mekansal olarak birbirinden ayrı alemler değildir. Aynı mekânın boyutsal derinliğini temsil eder. Daha doğrusu efal âlemi için mekan denen şey Esma alemi için mekanın özü demektir. Çünkü Esma âleminde mekan yoktur. Mekan yoksa zaman da olamayacağı için,  efal âleminde fiilin oluşumunun mana âleminden gelişi zamana da bağlı değildir.                                                      

                                      Tasavvuf da ki nefis mertebeleri de insandaki şuur boyutlarını anlatabilmek için oluşturulmuştur. Yani idrakiniz boyutsal öze ne kadar yaklaşmışsa, nefs mertebelerinde de o kadar ileri gitmişsinizdir. Burada hemen ekleyelim ki, Melekut âlemini, maddenin oluşturucusu, enerji alemi olarak tanımladık. Esma âlemi derken ise bu enerji aleminin de özü olan alemi kastediyoruz. Yani Allah’ın ilim sıfatının deyim yerindeyse çıplak olarak olduğu ve kudret sıfatıyla yani enerjiye dönüşerek, herhangi bir unsuru oluşturmadığı boyutu kastediyoruz.

                                       Bu durumda, Meleklerin de birer yaratık olmalarından ötürü, ister istemez zamanla kayıtlı oldukları gerçeği daha net anlaşılacaktır. Ve yine Meleklerin neden Allah’a en yakın varlıklar oldukları da kavranmış olacaktır. Çünkü Meleklerin âlemi, Melekut âlemi, mana âlemi ya da enerji alemi diyebileceğimiz alem, Zat boyutuna en yakın olan Esma aleminin ilk yansımalarının olduğu alemdir.

 

                   

 

 4.4-) Zat Boyutu: Hu’nun Mekanı

 

                                  Miraç mucizesi dikkate alındığında, Peygamberimizin Cebrail’in “Ben o sınırı aşarsam yanarım” dediği sınırı da aştığı anlaşılır. Dolayısıyla Melekler mana âlemi ile sınırlı olup, salt Esma ve Zat boyutuna geçemezler. Çünkü; o boyuta geçmek için varlığın yokluğu, yani izafi bilincin terki gerekir.  Bu da bir nevi yanıp kül olmaktır. Oysa Allah’ın halifesi olan insan Allah’ın zatında yokluğunu algılayabilecek, hatta bu durumu anda yaşayabilecek bir kapasitededir. İşte bundan dolayı Allah’a en yakın varlık olan Melekler değildir. İnsan Allah’ın halifesi konumundadır.

                                  Ancak; bu idraki yaşamak Peygamberlere ve bazı veli kullara nasip olmaktadır. Onlar da bu yaşayışı sürekli tadamamaktadırlar. Çünkü bu idraki sürekli yaşamak, gerçek anlamda yok olmak demektir. Ve bu yok oluş gerçekleşse bile, yok olan şey artık idrak de edemeyeceğinden yine idrak olmamış olur. Bu durumda Zat boyutunu idrak, bilincin anlık bir hali, daha doğrusu kesintiye uğraması durumu gibi bir şey olmaktadır. Ancak bilinç varlığına kavuştuğunda, bu âlemdeki hissi hatırlamaktadır. Bundandır ki bu his de, tatmamışlarca, seraptan öteye bir anlam ifade edememektedir. Kur’an’da “Allah’a döndürüleceksiniz dediğine göre, tüm bilinçler eninde sonunda belki de yok olacak ve Allah’ın Zatında gerçek varlıklarına, yani yokluklarına karışacaktır. Fakat burada bahsedilen, bilincin belki sonunda olacak olan o zaruri yok oluştan önce, yok olma halini tadıp tekrar varlığına dönmesi durumudur.

                                  İşte Allah, Esma eleminde sonsuz manalara sahip olup; her an bunları seyir halindedir. Bu seyir, hem yaratılanların bilincinden hem de Yaradan’ın bilincinden tek kaynağa, Yaradan’a yönelir. Seyir mahallinin, örneğin bize göre gözlemlediğimiz evrenin, ya da genel olarak ef’al âleminin orjinali boyutsal; özü ise Esma yani Sıfat alemidir. Allah, zatı itibariyle Vahid-ül Ahad yani Tümel teklik, sıfatları itibariyle  Alim, Semi, Basir, Hayy, Kerim, v.b. dir. Âlemler ve tüm bilinçler (insan dahil) Allah’ın indinde birer ilmi surettir. Bu yüzden de Allah indinde her şey helâk olmuş, ‘yok’ durumdadır.Daha doğrusu Allah indinde Allah’tan gayrı varlık var olamaz. Çünkü Allah indi, fiiliyattan münezzehtir. Oluşların başka oluşlara dayanarak tahakkuku , (yani değişimin değişmezliği ilkesi) ister istemez bizi değişimin ve zamanın ötesinde bir değişmezin olması gerektiği fikrine götürür. Felsefi olarak, üzerinde durduğumuz gibi, değişimin ezelden ebede olması imkansızdır.  Bir ilk neden ve değişimi sürekli gerçekleştirecek potansiyel zaruridir. Her şey sonsuz başlangıçtan sonsuz sona nasıl sadece kendileri gibi değişen şeylere dayanıp sürekli değişerek hep var olabilir?

                                Varlık; varlık bulduğu anda değişim yani efal alemindedir. Ama değişimden münezzeh Öz’de, yani Allah indinde her şey yok hükmündedir. Değişmeyen Öz’de kendinden gayrı hiçbir şey var olamaz. Aksi halde bu, değişmeyen Öz’ün değişmesi, dolayısıyla tüm

 

âlemin yine değişime mahkum bir öze dayanıyor olması demektir. O nedenle ezelden ebede hep değişmeden var olan Allah’ın zatıdır. Onun dışındaki tüm oluşlar, oldukları anda bu Zat boyutundan gelen kudretle olmakta olsalar da, ister istemez Zat boyutunda değil, mana ve efal âleminde oluyorlar demektir. Tek gerçek değişmez varlık Allah’ın zatıdır. Yani Vechullah’tır. İşte bu âlem de Zat boyutu olarak adlandırılır.

                                  Baki olan ancak Vechullah, yani Allah’ın vechidir.  

Vech’den gayrı (illâ Veche) tüm şeyler helak olucudur” (28-88)

ayetiyle anlatılan şey, hiçbir şeyin kendine ait bir varlığı olmadığı, çünkü hiçbir şeyin kendi kendine kaim olamadığı, başka bir şeye ve zincirin son halkasında Allah’ın kudretine dayanarak var oluşta olduğudur.Nitekim :

 Allah, bu varoluşu sürekli gerçekleştirir, ayakta tutar.” Ve bunu her an yeni bir şanda olarak” (55/29) yapar. Öyleyse her şeyde baki olan, vechi ilahidir. Benzer şekilde ;

Bâkî olan Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechidir (vechi rabbike)” (55-27)  denir. Öyleyse

“Başını ne yana döndürürsen Allah’ın vechini (vechullah) görürsün.” (2-115)  ve

“O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur; O’na döndürüleceksiniz.” (22/88) dir.

                                    Niyaz-i Mısri de,Alan lezzeti birlikten/ Halas olur (kurtulur) ikilikten/ Niyazi kanda (an-ı daim) baksa/ Hemen ol didar (yüz) olur peyda” diyerek izafi zamanın ötesindeki gerçek anda, yani sadece Allah’ın zatının müşahade edilebileceği An-ı daimde Allah’ın Yüzü’nden başka mevcudun bulunamayacağını belirtir. Bu durumda, helak olma’  ifadesi ile anlatılan mânâ, esasen içinde yaşadığımız şu anda ve her anda geçerlidir. Dolayısıyla Her şey helak olucudur ayeti, Peygamberimizin, “Arabın söylediği en doğru söz Lebid’in sözüdür diyerek okuduğu Allahtan gayrı ne varsa batıldır, hiçtir” mısrasıyla paralel düşünülmelidir.

                                  Tasavvufa göre; helaki yarına bırakmak mahcup olanlara göredir. Zaman ve mekânın dar çerçevesinden kurtulan basiret ehli görüşünde Allah’tan gayrı her ne varsa, ezelden ebede helaktir. Her şeyin vechi, bu helakiyet üzerine kurulmuştur. Vecih bir şeyin hakikati, iç yüzü anlamına alındığında, eşyanın hakikati ve iç yüzü, sadece ezeli ilahi bilgide eşyanın malum oluşudur. Bu eşyanın gerçek mahiyetidir. Tasavvufta buna Ayan-ı sabite denir.  Yüz, ancak bir yüzdür. Ona tutulan aynaların sayısı arttıkça görülen yüzlerin sayısı da artar. Ve görüntü olan yüzler, belirdikleri aynaların özelliklerine göre ve özellikleri kadar gerçek yüzü yansıtır. Zira buna tecelli denir ve tecelli kelimesi ciladan gelir. Cila ise parlak ve parlatmak anlamlarına da gelir. Yani aynayı ayna yapan özelliktir.

                                    

 

                                     Yine tasavvufa göre Tecellide tekerrür yoktur. Daima değişmektedir. Aksi hal, değişmezlik olur ve tecellinin Zat olmasını gerekli kılar. Ebu Talip Mekki(27), Allah bir surette iki kere tecelli etmeyeceği gibi, bir surette iki şahsa dahi tecelli etmez” diyerek bunu anlatır. Yunan filozofu Heraklitos da “Bir nehre iki kere giremezsiniz” derken, hem nehrin, hem de gizil olarak, girenin her an değiştiğinden bahseder. Bu durum, sayıların aslının bir olması ve bütün sayılarda bulunması ama bir sayının başka bir sayıyla aynı olmaması gibidir. Cüneydi Bağdadi’nin(28) deyişiyle, “suyun rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir.” Yukarda bahsettiğimiz ayette de dendiği gibi,

“Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler. O, her an yeni bir şandadır (haldedir).” (55/29).

                                  Evrende, doğada sürekli bir şekilde değişim hüküm sürer.  Bunun sonucu olarak, (küçük bir örnek olarak söyleyebileceğimiz,) hayatımızdaki anların geçiciliği, helakiyetin en büyük kanıtıdır. Zira değişim, yok olmaya dayanır.Yok olmak ise, varken yok olma değil, aslen yok oluş hali üzerinde  olmaktır. Ve bu helak olma hali, keşif ve fetih sahibi basîret ehli zâtlar tarafından daimi olarak müşahede edilebilmektedir. Kişilerin basiretleri perdeli olduğu için, varlık sûretlerinin hakikatı olan Allah ismiyle işaret edilenin vechi müşahede edilememektedir. Vechin perdesi olan yegâne şey ise, o şeye ait olan isimdir. O isim, sonradan, ef’al âlemine Esma aleminden yansıyan, Vech’in bir manâsı üzerine konmuş bir perdedir. Perdenin ardındaki varlık ve onu meydana getiren mânâlar ise Allah’ın isimlerinden varlıklarını alırlar.

“Onlar ki, gözleri benim zikrimden perdeli ve ses duyamaz halde idiler ..” (18/101),

“Onlar, iyi bir şey yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatındaki çalışmaları boşa gidenlerdir ..” (18/104).

 

( Ya Hu Ve Adem -- 16 -- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 19.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.