Makale / Araştırma

Eklenme Tarihi : 21.12.2016
Okunma Sayısı : 2147
Yorum Sayısı : 0
MAFSAL  AĞRILARININ  ÇARESİ,UĞURSUZ  SAAT  VE  KELLE  
KOLTUKTA  BİR YAŞAM…

En  sondan  başlayalım  bu  sefer. 

Kelle  niçin  koltukta?  Hani  popo  koltukta  olur  da  kellenin  koltukta  ne  işi  var?

Tabii  ki  bu  deyimde  bahsedilen  koltuk,  oturduğumuz  koltuk  değildir. ‘’Kelle  koltuğunda’’ deyimi  de  özellikle  Genç Osman  türküsünden  bildiğimiz bir  deyimdir.

Bağdat  kapısını  Genç  Osman  açtı.
Gören düşmanların  tedbiri  şaştı.
Kelle  koltuğunda  üç  gün  savaştı.
Şehitlere  serdar  oldu  Genç  Osman 

Ancak  işin  esasında  kellesi  koltuğuna  verilen  bir  kişi  şehitlere  serdar  değil,  kafası  kesilerek  idam  edilmiş  suçlulardı.

Osmanlı  Devletinde  idam  cezası  almış  bir  kişi  eğer  kafası  kesilmek  suretiyle  infaz  edilirse, bu  kişi  gayrimüslim  ise  kafası  kesildikten  sonra  ceset yüz  üstü  yatırılır  ve  kesik  kelle  poposunun üzerine  konurdu . ( Darısı  bütün  Haşhaşilerin  ve Pkk lıların  başına )  Kişi  Müslüman  ise  bu  durumca  ceset  sırt  üstü  yatırılır,  kesilen  kelle koltuğunun  altına  konur  ve  infazı  seyreden  insanlara  ‘’  Bakın  da  ibret  alın’’  Denirdi.

İşte  bu  sebeple  sadrazamlar  da  dahil  devlet  görevlileri  kendilerine  ‘’Nasılsınız?’’  diye  sorulduğunda  ‘’  Nasıl  olalım.  Kelle  koltukta  yaşayıp  gidiyoruz’’  derlerdi.  Çünkü mesela  sadrazamlar genelde  boğdurularak  infaz  edilseler  de  zaman  zaman  cellat  baltasına  teslim  edilenler  de  oldukça  fazlaydı.

*******

Bazı  insanlar  vardır  ki  doğuştan  şanslıdırlar.  Ama  bir  kez  de  şansları  döndü  mü  ölüm  bile  onların  kurtuluşu  olamaz.  İşte  bu  konuda  en  güzel  örnek  Tezkereci  Ahmet Paşa’dır.

‘’Osmanlılar  hep  devşirmeleri  sadrazam  yaptılar ‘’  Diyen  cühelaya  inat  öz be  öz  Türk’tü  Ahmet  Paşa  ve  babası  bir  sipahiydi. Ancak  ‘’Osmanlı  Devleti’nin  başına  her  ne  gelmişse  devşirmeler  yüzünden  gelmiştir’’ tezine  inat  bu  zat  öz be öz  Türk  olmasına  rağmen mesela  savaş  meydanlarında  vücudu  kılıç  yaralarıyla  süslenmiş  olan  İtalyan  asıllı  Hekimoğlu  Ali  Paşa’nın  kesip  de  attığı  tırnak  bile  olamazdı. Yani  Türklük, damarda  taşınan  kandan  ziyade  bir  ruh  işiydi  ve  o ruh  Tezkereci  Ahmet  Paşada  yoktu.

Tezkereci Ahmet  Paşa  güzel  ve hızlı  yazı  yazdığı  için  Padişah  İbrahim’in  dikkatini  çekti  ve Divan-ı  Hümayun  katipliğine  getirildi,  ardından  da  yine  padişah  tarafından kendisine  defterdarlık  verildi.  Bu  arada Girit  seferi  başlamıştı.

Girit  seferi  sürerken Padişah  İbrahim bir  gün İstanbul’da  şehri  dolaşırken  önünü  bir  ot arabasının  kesmesi  üzerine  kızıp  sadrazamı  Nevşehirli  Salih  Paşanın  kellesini  aldırdı. Sadaret  mührünü  de  o  sırada  Girit’te  savaşmakta  olan  Kaptan-ı  Derya  Kara  Musa Paşa’ya  verilmek  üzere bir  gemi  ile  Girit’e  gönderdi.  Ancak  gemi  Girit’e  varmadan Musa Paşa  Şehit  olmuştu.  Bunun  üzerine  padişah,  Girit  seferi  sırasında  Sadaret  Kethüdalığına (  Sadrazam  vekili)  getirmiş  olduğu  Tezkereci  Ahmet  Paşaya  verdi  sadaret  mührünü.Bu,  Tezkereci  Ahmet Paşanın  şansıydı.

Tezkereci  Ahmet  Paşa  sadrazam  olduktan  sonra  Padişahın  samur  kürk  ve  amber  merakı  başlamış  ve  onun  bu  harcamalarını  karşılamak  için paşa  vergi üstüne  vergi  koymaya  başladığı  gibi  haraç  almaya,  ayrıca  sarayda  makam  ve  mevkileri  rüşvet  karşılığında  satmaya  da  başlamıştı.

Büyük bir  şans  ile  sadrazam  olan  Ahmet  Paşa  görevini  oldukça  kötüye  kullanıyor,  bu  arada padişahın  masrafları  için  halktan  ve  esnaftan,  tüccardan  topladığı  paraların  önemli  bir  kısmını  cebe  atıp  kendisine  Anadoluhisarı’ndan  Küçükçekmece’ye  kadar  olan  alanda  bir  sürü  köşkler  yaptırıyordu.

Sonunda  yeniçeriler  bir isyan  başlattılar.  Bu  isyanın merkezi   her  zaman  olduğu  gibi  Meydan-ı  Lahm’dı (  Yani  Et Meydanı= Bu  günkü  Sultanahmet Meydanı) İsyancılarla  görüşmek  üzere  gönderilen  tecrübeli  devlet  adamı  Sofu  Mehmet  Paşa yeniçerilerin  karşına  çıkıp  onlarla  konuştuğunda  yeniçeriler  ‘’  Ahmet  Paşayı  istemezük.  Seni  sadrazam  ilan  etdük’’  dediler  ve  bu  kararlarının  padişaha  iletilmesini  istediler.  Padişahın  canına  minnetti  tabii  ki.  İsyanın  kendi  sarayına  sıçramaması  için  Sofu  Mehmet  Paşa’yı  sadrazamlığa  getirdi  ama  sadaret  mührü  hâla  Ahmet  Paşadaydı  ve  Ahmet  Paşa  ortalıkta  yoktu.  Saklanıyordu.

Derken  efendim  Tezkereci  Ahmet  Paşayı  buldular.  Tezkereci Paşa,  Cellat  Kara  Alinin  kemendi  ile  boğularak  idam  edildi.[*]  Ancak  Tezkereci  Ahmet  Paşa’nın  başına  gelenler  öldürülmekle  sınırlı  kalmadı.  Şimdi  diyeceksiniz  ki  ‘’  Hocam !  Adam  öldü  gitti,  daha  ne  gelebilir  ki  başına?’’  Okumaya  devam  o  zaman.

Tezkereci  Ahmet  Paşanın  cesedi  sürüklene  sürüklene  meydanda  bulunan  bir  çınar  ağacının  altına  getirildi.  İşte  o  anda  bir  ses  duyuldu  ‘’
"Şehm-i ademi vecai mefaşika deva’’ Yani  bağıran  kişi  ya  da  kişiler  ‘’  Mafsal  ağrılarına  iyi gelir’’  Diye  bağırıyorlardı.  Peki  neydi  mafsal  ağrılarına  iyi  gelen?

Efendim,  mafsal  ağrılarına  iyi gelen  şey  ölmüş  insanın  etinin  yağlarıydı(!)

Eline  bıçak  ya  da  keskin  bir  şeyler  alan  ve  mafsal  ağrıları  olan  ya  da  olmayan  herkes  oldukça  şişman  bir  insan  olan  Ahmet  Paşanın  cesedinden  pay  kapma  savaşına  girişti. Ahmet  Paşanın  cesedi  parça  parça  doğrandı.  İşte bu  olaydan  sonra  da  Tezkereci  Ahmet  Paşa, ‘’ Hezarpare =  Bin  parça’’ Ahmet  Paşa  olarak  tarihe  geçti.

Ama  bir  şey  daha  var.  ‘’  Dahası  da  mı  var  hocam?’’  Dediğinizi  duyar  gibiyim..Evet,  var  maalesef.

Yeni adıyla  Hezarpare  Ahmet  Paşa  olan Tezkereci  Ahmet  Paşa’nın  cesedinden  bir  parça da  eklem  ağrıları  olan  annesine  para  karşılığı  satıldı.  Zavallı  kadın  dizlerine  sürdüğü  yağlı  ölü insan  etinin  oğlunun  eti  olduğunu  çok  daha  sonra  öğrendi.

*******

Şimdi  de  uğursuz  saatin  ve  yarım saatlik  bir  zamanın  kurtardığı  bir  hayatın  hikayesine  geçelim.

Osmanlı  Devletinde  idam  edilen  bir  kişinin  üzerindeki  değerli  eşyalar (  mesela  yüzük, saat  vb. ) cellatların  malı  oluyor  ve  bu  eşyalar  ‘’ Cellat Mezatı’’ denilen  bir  açık  artırmada  satışa  çıkarılarak  elde  edilen  gelir  cellatların  hepsi  arasında  pay  ediliyordu.

Padişah  III.  Murat  zamanında  kapıağası  olan  Gazanfer  Ağa’nın  idamına  karar  verilmişti.  İdamı  gerçekleştiren  cellat,  ağanın  koynunda  mücevherlerle  süslü  bir   saat  görünce  sevinçle  parlamıştı  gözleri. Çünkü  bu  başlıbaşına  bir  servetti. Ancak,  cellat  mezatında  satılan  nesneler  uğursuz  sayıldığından  öyle  pek  de  alıcı  bulamaz,  dolayısıyla  çok  büyük  bir  serveti  oldukça  ucuza  satmak  zorunda  kalırlardı  çoğu  kez. Nitekim  Gazanfer  Ağa’nın  saati  de  oldukça  ucuza  Tırnakçı  Hasan  Paşa’ya  satıldı.

Bir  müddet  sonra  Tırnakçı  Hasan  Paşa  da  idam  edildi  ve  saat  bir  kez  daha  cellat  mezadına  düştü.

Bu  sefer  saati  Kasım  Paşa  satın  almıştı. Ancak  bir  iki ay  sonra  Kasım  Paşa  da  idam  edilince  saat  bir  kez daha cellat  mezatına  düştü.

Bu  sefer  saati  alan  sadrazam  Derviş  Paşaydı.

Derviş Paşa,  saati  kendinde  alıkoymadı  ve  Eğriboz  adası sancakbeyliğine  tayin  edilmiş  olan  kardeşi  Civan  Bey’e  hediye  etti.

Saat  Civan  Bey’in  elindeyken tarihçi  İbrahim  Peçevi,  Civan  Bey’in  yanına  gitti  ve  karşılıklı  sohbet  ederlerken  söz  döndü  dolaştı  bu  saate  geldi.  Civan  Bey,  saati  getirerek Peçevi’nin  ellerine  bıraktığı  anda  Peçevi  hemen  yere  atarak  ‘’Fesübhanallah..İnsan  böyle   uğursuz  bir  şeyi kardeşine  nasıl  hediye  eder’’  Dedikten  sonra  saatin  hikayesini  anlattı.

Civan  Bey  adeta  buz  kesmişti.  Derhal  bir  bıçakla  saatin  üzerindeki  mücevherleri  söküp  saati  de  iyice  parçaladıktan  sonra  denize  attı.

Tam  saati denize  attığında  bir  atlı  geldi  huzuruna.  Bu  atlı  doğrudan  doğruya  padişah’tan  bir  ferman  getiriyordu.  Fermanda  ise  Civan  Bey’in  Eğriboz  sancak beyliğinden  alındığı  belirtiliyordu.

Civan  Bey  şaşırdı  ve  sordu:

-Niye? Sebep  ne?  Niçin  görevime  son  veriliyor?

Gelen  ulakın  verdiği  cevap  oldukça  ilginçti.

-Beyim!  Buna  da  şükredin.  Padişahımız ,  ağabeyiniz  Derviş Paşa’yı  idam  ettirdi.  Sizin  için  de  idam  hükmü  verilmiş  ve  infaz  için  cellatlar  yola  çıkarılmıştı.  Araya  ricacılar  girip sizin  idam  edilmemenizi  sağladılar.  Af  fermanınızı  cellatlara  ulaştırmak  üzere  de  ben  görevlendirildim.  Cellatlara,  buraya  yarım  saat  mesafede  yetiştim.  Yarım  saat  daha  gecikseydim  siz  de  idam  edilecektiniz. 

Civan  bey yarım  saat  önce  ne  yapmıştı? 

Saati  parçalamasaydı  peki?

Allahu alem… Ancak  Allah  bilir.

--------------------------------------------------------
[*] Cellat  Kara  Ali’ye daha  sonra  Sultan  İbrahim’i  boğma  görevi  de  verildi. Ancak  o  güne  kadar  pek  çok  insanı  gözünü  kırpmadan  infaz  eden  Kara  Ali,  karşısında  ağlayıp  sızlayan  Padişah  İbrahim’in  o  halini  gördüğünde  aslında  çok  sevdiği  bu  insanı  infaz edemeyeceğini  söyledi.  Acımasız  cellat,  hayatında  belki  de  ilk  kez  ağlıyordu.  Bunun  üzerine  infazda  hazır  bulunan   sadrazam   Sofu  Mehmet  PaşaKara  Ali’yi  adeta  sopa  manyağı  yaptı.  Daha  sonra Kara  Ali,  Sofu  Mehmet  Paşa  ve  Kara  Ali’in  yamakları  vasıtasıyla Sultan  İbrahim  boğularak  infaz  edildi. Yani  Sofu  Mehmet  Paşa,  kendisini  sadrazamlık  makamına  getiren  padişaha hiç  acımadı;  infazında  bizzat  bir  cellat  gibi  görev  yaptı.

Bu  arada  hemen  belirteyim: Osmanlı  hanedanının  kanı  kutsal  sayıldığı  infazları  hep  ibrişim  kementle  boğulmak  suretiyle  gerçekleştirilmiştir  ki  kanı  kutsal  olan  bir  insanın  canının  kutsal  olmamasını  ben  hâla  anlamış  değilim.

Görüldüğü  gibi Koskoca  Sultan  Süleyman’a  kalmayan  dünya  Sultan  İbrahim’e  de  kalmıyordu.

Sultan  İbrahim’e  kalmayan  dünya  haliyle  Sofu  Mehmet  Paşa’ya  da  kalmadı.  Kösem  Sultan  ve  Kara  Murat  Paşa’nın  entrikaları  sonucunda  o  da sadarazamlık  makamına  getirilen  Kara  Murat  Paşa  tarafından  1649  yılında  boğduruldu.  Hem  de  seksen  yaşında  bir  ihtiyarcık  iken.

Peki  Kara  Murat  Paşa?

Yok  yok  o  hastalıktan  öldü.  Ama  ironik  bir  şekilde  Hama  yakınlarında  hummadan  öldü  1655 yılında… Mezarını  yaptırmakla görevlendirilen İmamzade  Mehmet  Paşa  ‘’ Hayatımda  hiç  hınzır(  domuz )  defnetmemiştim’’  Demişti…
( Mafsal Ağrılarının Çaresi, Uğursuz Saat Ve Kelle Koltukta Bir Yaşam… başlıklı yazı Sami Biber tarafından 21.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.