Mafsal Ağrılarının Çaresi, Uğursuz Saat Ve Kelle Koltukta Bir Yaşam…
MAFSAL AĞRILARININ ÇARESİ,UĞURSUZ SAAT VE KELLE
KOLTUKTA BİR YAŞAM…
En sondan başlayalım
bu sefer.
Kelle niçin koltukta?
Hani popo koltukta
olur da kellenin
koltukta ne işi
var?
Tabii ki
bu deyimde bahsedilen
koltuk, oturduğumuz koltuk
değildir. ‘’Kelle koltuğunda’’
deyimi de özellikle
Genç Osman türküsünden bildiğimiz bir deyimdir.
Bağdat kapısını Genç
Osman açtı.
Gören düşmanların tedbiri şaştı.
Kelle koltuğunda üç
gün savaştı.
Şehitlere serdar oldu
Genç Osman
Ancak işin esasında
kellesi koltuğuna verilen
bir kişi şehitlere
serdar değil, kafası
kesilerek idam edilmiş
suçlulardı.
Osmanlı Devletinde idam
cezası almış bir
kişi eğer kafası
kesilmek suretiyle infaz
edilirse, bu kişi gayrimüslim
ise kafası kesildikten
sonra ceset yüz üstü
yatırılır ve kesik
kelle poposunun üzerine konurdu .
( Darısı bütün Haşhaşilerin
ve Pkk lıların başına ) Kişi
Müslüman ise bu
durumca ceset sırt üstü
yatırılır, kesilen kelle koltuğunun altına
konur ve infazı
seyreden insanlara ‘’
Bakın da ibret
alın’’ Denirdi.
İşte bu
sebeple sadrazamlar da
dahil devlet görevlileri
kendilerine ‘’Nasılsınız?’’ diye
sorulduğunda ‘’ Nasıl
olalım. Kelle koltukta
yaşayıp gidiyoruz’’ derlerdi.
Çünkü mesela sadrazamlar
genelde boğdurularak infaz
edilseler de zaman
zaman cellat baltasına
teslim edilenler de
oldukça fazlaydı.
*******
Bazı insanlar vardır
ki doğuştan şanslıdırlar.
Ama bir kez
de şansları döndü
mü ölüm bile
onların kurtuluşu olamaz.
İşte bu konuda
en güzel örnek
Tezkereci Ahmet Paşa’dır.
‘’Osmanlılar hep devşirmeleri
sadrazam yaptılar ‘’ Diyen
cühelaya inat öz be öz
Türk’tü Ahmet Paşa
ve babası bir
sipahiydi. Ancak ‘’Osmanlı Devleti’nin
başına her ne
gelmişse devşirmeler yüzünden
gelmiştir’’ tezine inat bu
zat öz be öz Türk olmasına
rağmen mesela savaş meydanlarında
vücudu kılıç yaralarıyla
süslenmiş olan İtalyan
asıllı Hekimoğlu Ali
Paşa’nın kesip de
attığı tırnak bile
olamazdı. Yani Türklük, damarda taşınan
kandan ziyade bir ruh işiydi
ve o ruh Tezkereci
Ahmet Paşada yoktu.
Tezkereci Ahmet Paşa güzel
ve hızlı yazı yazdığı
için Padişah İbrahim’in
dikkatini çekti ve Divan-ı
Hümayun katipliğine getirildi,
ardından da yine
padişah tarafından kendisine defterdarlık
verildi. Bu arada Girit
seferi başlamıştı.
Girit seferi sürerken Padişah İbrahim bir
gün İstanbul’da şehri dolaşırken
önünü bir ot arabasının
kesmesi üzerine kızıp
sadrazamı Nevşehirli Salih
Paşanın kellesini aldırdı. Sadaret mührünü
de o sırada
Girit’te savaşmakta olan
Kaptan-ı Derya Kara
Musa Paşa’ya verilmek üzere bir
gemi ile Girit’e
gönderdi. Ancak gemi
Girit’e varmadan Musa Paşa Şehit
olmuştu. Bunun üzerine
padişah, Girit seferi
sırasında Sadaret Kethüdalığına ( Sadrazam
vekili) getirmiş olduğu
Tezkereci Ahmet Paşaya
verdi sadaret mührünü.Bu,
Tezkereci Ahmet Paşanın şansıydı.
Tezkereci Ahmet Paşa
sadrazam olduktan sonra
Padişahın samur kürk
ve amber merakı
başlamış ve onun
bu harcamalarını karşılamak
için paşa vergi üstüne vergi
koymaya başladığı gibi
haraç almaya, ayrıca
sarayda makam ve
mevkileri rüşvet karşılığında
satmaya da başlamıştı.
Büyük bir şans ile
sadrazam olan Ahmet
Paşa görevini oldukça
kötüye kullanıyor, bu
arada padişahın masrafları için
halktan ve esnaftan,
tüccardan topladığı paraların
önemli bir kısmını
cebe atıp kendisine
Anadoluhisarı’ndan Küçükçekmece’ye kadar
olan alanda bir
sürü köşkler yaptırıyordu.
Sonunda yeniçeriler bir isyan
başlattılar. Bu isyanın merkezi her
zaman olduğu gibi
Meydan-ı Lahm’dı ( Yani
Et Meydanı= Bu günkü Sultanahmet Meydanı) İsyancılarla görüşmek üzere
gönderilen tecrübeli devlet
adamı Sofu Mehmet
Paşa yeniçerilerin karşına çıkıp
onlarla konuştuğunda yeniçeriler
‘’ Ahmet Paşayı
istemezük. Seni sadrazam
ilan etdük’’ dediler
ve bu kararlarının
padişaha iletilmesini istediler.
Padişahın canına minnetti
tabii ki. İsyanın
kendi sarayına sıçramaması
için Sofu Mehmet
Paşa’yı sadrazamlığa getirdi
ama sadaret mührü
hâla Ahmet Paşadaydı
ve Ahmet Paşa
ortalıkta yoktu. Saklanıyordu.
Derken efendim Tezkereci
Ahmet Paşayı buldular.
Tezkereci Paşa, Cellat Kara Alinin kemendi
ile boğularak idam
edildi.[*] Ancak Tezkereci
Ahmet Paşa’nın başına
gelenler öldürülmekle sınırlı
kalmadı. Şimdi diyeceksiniz
ki ‘’ Hocam !
Adam öldü gitti,
daha ne gelebilir
ki başına?’’ Okumaya
devam o zaman.
Tezkereci Ahmet Paşanın
cesedi sürüklene sürüklene
meydanda bulunan bir
çınar ağacının altına
getirildi. İşte o
anda bir ses
duyuldu ‘’ "Şehm-i ademi
vecai mefaşika deva’’ Yani bağıran kişi
ya da kişiler
‘’ Mafsal ağrılarına
iyi gelir’’ Diye bağırıyorlardı. Peki
neydi mafsal ağrılarına
iyi gelen?
Efendim, mafsal ağrılarına
iyi gelen şey ölmüş
insanın etinin yağlarıydı(!)
Eline bıçak ya
da keskin bir
şeyler alan ve
mafsal ağrıları olan
ya da olmayan
herkes oldukça şişman
bir insan olan
Ahmet Paşanın cesedinden
pay kapma savaşına
girişti. Ahmet Paşanın cesedi
parça parça doğrandı.
İşte bu olaydan sonra
da Tezkereci Ahmet
Paşa, ‘’ Hezarpare = Bin parça’’ Ahmet
Paşa olarak tarihe
geçti.
Ama bir
şey daha var.
‘’ Dahası da
mı var hocam?’’
Dediğinizi duyar gibiyim..Evet, var
maalesef.
Yeni adıyla Hezarpare Ahmet
Paşa olan Tezkereci Ahmet
Paşa’nın cesedinden bir
parça da eklem ağrıları
olan annesine para
karşılığı satıldı. Zavallı
kadın dizlerine sürdüğü
yağlı ölü insan etinin
oğlunun eti olduğunu
çok daha sonra
öğrendi.
*******
Şimdi de
uğursuz saatin ve
yarım saatlik bir zamanın
kurtardığı bir hayatın
hikayesine geçelim.
Osmanlı Devletinde idam
edilen bir kişinin
üzerindeki değerli eşyalar (
mesela yüzük, saat vb. ) cellatların malı
oluyor ve bu
eşyalar ‘’ Cellat Mezatı’’
denilen bir açık
artırmada satışa çıkarılarak
elde edilen gelir
cellatların hepsi arasında
pay ediliyordu.
Padişah III. Murat
zamanında kapıağası olan
Gazanfer Ağa’nın idamına
karar verilmişti. İdamı
gerçekleştiren cellat, ağanın
koynunda mücevherlerle süslü
bir saat görünce
sevinçle parlamıştı gözleri. Çünkü bu
başlıbaşına bir servetti. Ancak, cellat
mezatında satılan nesneler
uğursuz sayıldığından öyle
pek de alıcı
bulamaz, dolayısıyla çok
büyük bir serveti
oldukça ucuza satmak
zorunda kalırlardı çoğu
kez. Nitekim Gazanfer Ağa’nın
saati de oldukça
ucuza Tırnakçı Hasan
Paşa’ya satıldı.
Bir müddet sonra Tırnakçı Hasan
Paşa da idam
edildi ve saat
bir kez daha
cellat mezadına düştü.
Bu sefer
saati Kasım Paşa
satın almıştı. Ancak bir
iki ay sonra Kasım
Paşa da idam
edilince saat bir
kez daha cellat mezatına düştü.
Bu sefer
saati alan sadrazam
Derviş Paşaydı.
Derviş Paşa, saati kendinde
alıkoymadı ve Eğriboz
adası sancakbeyliğine tayin edilmiş
olan kardeşi Civan
Bey’e hediye etti.
Saat Civan Bey’in
elindeyken tarihçi İbrahim Peçevi,
Civan Bey’in yanına
gitti ve karşılıklı
sohbet ederlerken söz
döndü dolaştı bu
saate geldi. Civan
Bey, saati getirerek Peçevi’nin ellerine
bıraktığı anda Peçevi
hemen yere atarak
‘’Fesübhanallah..İnsan böyle uğursuz
bir şeyi kardeşine nasıl
hediye eder’’ Dedikten
sonra saatin hikayesini
anlattı.
Civan Bey adeta
buz kesmişti. Derhal
bir bıçakla saatin
üzerindeki mücevherleri söküp
saati de iyice
parçaladıktan sonra denize
attı.
Tam saati denize attığında
bir atlı geldi
huzuruna. Bu atlı
doğrudan doğruya padişah’tan
bir ferman getiriyordu.
Fermanda ise Civan
Bey’in Eğriboz sancak beyliğinden alındığı
belirtiliyordu.
Civan Bey şaşırdı
ve sordu:
-Niye? Sebep ne? Niçin
görevime son veriliyor?
Gelen ulakın verdiği
cevap oldukça ilginçti.
-Beyim! Buna da
şükredin. Padişahımız , ağabeyiniz
Derviş Paşa’yı idam ettirdi.
Sizin için de
idam hükmü verilmiş
ve infaz için
cellatlar yola çıkarılmıştı.
Araya ricacılar girip sizin
idam edilmemenizi sağladılar.
Af fermanınızı cellatlara
ulaştırmak üzere de
ben görevlendirildim. Cellatlara,
buraya yarım saat
mesafede yetiştim. Yarım
saat daha gecikseydim
siz de idam
edilecektiniz.
Civan bey yarım saat
önce ne yapmıştı?
Saati parçalamasaydı peki?
Allahu alem… Ancak Allah bilir.
--------------------------------------------------------
[*] Cellat Kara Ali’ye daha
sonra Sultan İbrahim’i
boğma görevi de
verildi. Ancak o güne
kadar pek çok
insanı gözünü kırpmadan
infaz eden Kara
Ali, karşısında ağlayıp
sızlayan Padişah İbrahim’in o
halini gördüğünde aslında
çok sevdiği bu
insanı infaz edemeyeceğini söyledi.
Acımasız cellat, hayatında
belki de ilk
kez ağlıyordu.
Bunun üzerine infazda
hazır bulunan sadrazam
Sofu Mehmet Paşa, Kara
Ali’yi adeta sopa
manyağı yaptı. Daha sonra
Kara Ali, Sofu
Mehmet Paşa ve
Kara Ali’in yamakları
vasıtasıyla Sultan İbrahim boğularak
infaz edildi. Yani Sofu
Mehmet Paşa, kendisini
sadrazamlık makamına getiren
padişaha hiç acımadı; infazında
bizzat bir cellat
gibi görev yaptı.
Bu arada
hemen belirteyim: Osmanlı hanedanının
kanı kutsal sayıldığı
infazları hep ibrişim
kementle boğulmak suretiyle
gerçekleştirilmiştir ki kanı
kutsal olan bir
insanın canının kutsal
olmamasını ben hâla
anlamış değilim.
Görüldüğü gibi Koskoca Sultan
Süleyman’a kalmayan dünya
Sultan İbrahim’e de
kalmıyordu.
Sultan İbrahim’e kalmayan
dünya haliyle Sofu
Mehmet Paşa’ya da
kalmadı. Kösem Sultan
ve Kara Murat
Paşa’nın entrikaları sonucunda o da
sadarazamlık makamına getirilen
Kara Murat Paşa tarafından 1649
yılında boğduruldu. Hem
de seksen yaşında
bir ihtiyarcık iken.
Peki Kara Murat
Paşa?
Yok yok
o hastalıktan öldü.
Ama ironik bir
şekilde Hama yakınlarında
hummadan öldü 1655 yılında… Mezarını yaptırmakla görevlendirilen İmamzade Mehmet
Paşa ‘’ Hayatımda hiç
hınzır( domuz ) defnetmemiştim’’ Demişti…
(
Mafsal Ağrılarının Çaresi, Uğursuz Saat Ve Kelle Koltukta Bir Yaşam… başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
21.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.