KIZÇEM  VE SAMİ  HOCANIN  HAZİN  SONU

Erzurum  İlinin  Pasinler  ilçesinde  Nef’i  İlkokulunu  bitirdikten  sonra tekrar  İstanbul’a  dönüyorduk. Yani dört  yıllık  bir  ayrılıktan  sonra damdan  dama  atlarken  havada  donup  kalan,  ancak  yazın  buzu  çözüldüğünde  tekrar yere  inen  ve canlanan  kedilerin  diyarından ayrılıp tekrar  martılarına  simit  atacağımız yedi  tepeli  şehre  dönüyorduk.

Geride  kalanlar  tabii  ki  sadece donmuş  kediler  değildi. Camışlarla ( manda )  birlikte girdiğimiz herkese  açık  çermikler, ( kaplıca) kova  kova  evimize  taşıdığımız  acı  su, (  doğal  maden  suyu )samanın  içine  pislemesin  diye  kıçına  teneke  kutu  tuttuğumuz  öküzlerle döğen  sürdüğümüz harmanlar,  o  karda  kışta eksi  bilmem  kaç  derecede  insanları  meydanlara  toplayan  cirit  müsabakaları,  yağlı  pehlivan  güreşleri,  koyunların  aşık  kemiği  ile oynadığımız  aşık  oyunları,  dam  kürümek,  sık  sık  buzda  kayıp ayak  kemiğimi  çatlatmalarım, hızek( kızak) kayma, evlerin  duvarına – kurumaları  için-  yapıştırılmış  tezekler, tandır  eppeği, (  ekmek), gaz  lambasının şişesi  içinde  taktakurusu  çıtlatmalar,kış  gecelerinde  okuduğumuz  Kerem ile  aslı  hikayeleri  eşliğinde  yediğimiz  kavurga,  pestil,  köme,  kartol(  patateş), sımışka, (  ay  çekirdeği) bütün  ailesi  Ermeniler  tarafından  katledildiği  için daha  beş  altı yaşında  bir  çocukken deliren  ve o  yüzden  ‘’  Deli  Yusuf’’ diye  anılan o  yaşlı  veli… Hepsi  geride  kalıyordu  artık.  Ama  hepsinden  önemlisi  ‘’Sami  sen  öğretmen  olmalısın’’  Diyerek  bana  öğretmenliği  aşılayan  ilkokul  öğretmenim  Remzi  Bey de  geride  kalıyordu.

Bütün  bunları  geride  bırakarak dört sene  önce  ayrıldığımız İstanbul’a  dönüyorduk  tekrar.

İşin  doğrusu  ben  İstanbul’a  dönerken  yine  ‘’  Papaz,  papaz  g.tünü  ykamaz ‘’ diye  kızdırdığımız Patrikhane’nin  Ortodoks  din  adamlarına  ve bize  gerek  kendi  bayramları  olan  paskalyada  gerek  bizim  bayramlarımız  olan  Ramazan  ve Kurban  bayramlarında  para  ve  hediyeler  veren  Rum  komşularımız  Paraşko  Amca  ve  Evniki  Teyzeye  kavuşacağımızı  sanıyordum. Özellikle  Evniki  Teyze’nin gözyaşları  içinde  bizi  Haydarpaşa’dan  uğurlayışı  hiç  gözümün  önünden  ayrılmıyordu.  Çok  özlemiştim  onları...

Sonunda  İstanbul’a  gelmiştik. Lakin  Fener’den  bayağı  uzak  bir  yerdeydik  ve  bu  semte  Beykoz diyorlardı.

Beykoz  tek  kelimeyle  bir  cennetti. ( Halen  de  öyledir )

Paraşko  Amca  ve  Evniki  teyzeye  kavuşamamıştık  ama burada  da  Ermeni  Agavni  Teyzemiz,  Rum  Eleftria  Teyzemiz  vardı. Ayrıca  çok  fazla  sayıda  Karadenizli  vardı.  Yani  Trabzonlu  olan  annemin  hemşerileri...  Hiç  de  yabancılık  çekmeyecektik. ( Çekmedik  de  zaten )  

Her  neyse…Artık  bir  orta okul  öğrencisiydim. Koruya  yakın olan  Beykoz  Ortaokulunun  bir  öğrencisi  oldum  ve  yukarıdaki  başlıkta  belirttiğim  hazin  sonumun  başlangıç  noktası işte burasıydı.

Efendim  aslında  hiç  de  parlak  bir  öğrenci  değildim,  hatta  bırakın  parlak  olmayı  bayağı  bayağı  gazı  tükenmiş  bir  gaz  lambası  gibiydim.  İlle  velakin  yine  de  Türkçe  dersim  fena  sayılmazdı. Zayıf  not  almadığım  nadir  derslerden  biriydi  Türkçe…Taa  ki  Mustafa  Bey’le  tanışana  kadar.

Orta  üçücü  sınıfta  dersimize  Mustafa  Bey  girdi.  Nasıl  biriydi,  huyu  nasıldı,  suyu  nasıldı  bilmediğimiz  için  sevinsek  mi  üzülsek  mi  pek  anlayamadık.

Derken  efendim  tabii  ki  bir  iki  aylık bir  Mustafa  Bey  eğitim öğretiminden  sonra  yazılı  sınav  günü  geldi  çattı  ve  Mustafa  Bey  o malum  cümleyi  söyledi ‘’  Çıkarın  kağıtlarınızı  yazılı yoklama  yapacağım’’  Her  ne  kadar ‘’Sınav  günü  geldi  çattı’’ Desem  de o  günlerde  öyle  sınav  gününü  on  beş  gün  önceden  haber  verme  diye  bir  olay  yoktu  tabii  ki. Öğretmen  evde  hanımıyla /  ya  da  kocasıyla kavga  eder,  ertesi  gün  tüm  öfkesini  öğrenciden  çıkarmak  için ‘’  Çıkarın  kağıtları  yazılı  yapacağım’’diyebilirdi.  Ya  da  canı  ders  işlemek  istemez, yazılı  sınav  yapabilirdi.

Kağıtları  çıkardık.  Sorular  tabii  ki  şimdiki  gibi  basılı  gelmiyor.  Dersin  neredeyse  yarısını  soruları  yazarak  geçiriyoruz  zira  öğretmen  sınıfı  üç  gruba  ayırıp  her  gruba  ayrı  soru  soruyor. Maksat  birbirimizden  kopya  çekmeyelim. Bir  sırada  üç  kişi  oturduğumuz  için  de  sınıf  üç  gruba  ayrılıyor.

Sorular  gelmeye  başladı.  Aman  Allahım.  Bunlar  fındık  fıstık  benim  için.  Hani  kolay  soru  olur  da  ancak  bu  kadar  olur.

Mustafa  Bey’in  tüm  soruları  yazdırıp  ‘’İmtihan  başladı. ‘’ Hocam  istediğimiz  dorudan  başlayabilirmiyiz’’  şeklindeki  o  saçma  soruyu  sormamanız  için  hemen  baştan  söyleyeyim.  İstediğiniz  sorudan  başlayabilirsiniz.’’  Demesi  üzerine  her  sınavda  ‘’  Hocam  istediğimiz  sorudan  başlayabilir  miyiz?’’  diye  soran  fakat  ne  hikmetse  hiç  bir  sorudan  başlayamayıp boş  kağıt  veren  Celal’in  hevesi  kursağında  kalsa  da  başaladım  hemen  cevapları  yazmaya.  Onbeş  dakika  ya  sürdü  ya  sürmedi  cevapların  tamamını  yazmam.  Kesin  olarak  100  üzerinden  yüz  puan (  nota  dönüşmüş  haliyle  10 )  bekliyorum.

Kalktım,  kağıdı  Mustafa  Bey’e  uzattım.  Niyetim  sınıftan  çıkıp  bahçede  yeni  doğmuş  oğlak  gibi  sıçramak.

Mustafa  Bey  kağıda  baktı  şöyle  bir  ve  sordu:

-Senin  adın  Sami  mi  yoksa  Samiiiii  mi?

Şaşırmıştım.

-Sami  Hocam.

Mustafa  Bey  sanki  cinayet  işlemişim  gibi  bakıyor  suratıma.

-Madem  adın  Sami,  o  halde  niçin  Samiiii  diye  yazıyorsun?

Allah  Allah…Yahu  bayağı  Sami  diye  yazmışım.  Şimdi  nereden  çıkardı  bu  ‘’Samiiii’’yi ?

-Hocam  ben  Sami  yazdım.

Birden  gözümde  şimşekler  çaktı.  Resmen  yıldızları  sayıyorum.  Hemen  peşinden  bir  daha…Her  iki  yanağıma  da öylesine  iki  felaket  sille  indi  ki  anlatmak  mümkün  değil.

İki  sillenin  acısıyla  gözlerimden  yaşlar  boşalırken  yazılı  kağıdımı  burnumun  dibine  soktu  Mustafa Bey.

-Bak..Burada  Sami’nin  i  harfinin  noktasını  inceltme  işareti  gibi  yapmışsın.

Baktım  evet  i  nin noktası  inceltme  işareti  gibi  olmuş.

-Hocam…Haklısınız  da bu  mudur  yani?  Şu  kadarcık  bir  şey  için  mi  beni  dövdünüz?

Hiç  unutmayacağım  ve  kendisinin de belirttiği  gibi  asla  unutamayacağım  cevabı  verdi:

-O  tokatlar  işte  bu  günü  asla unutma  diye.  Bu  günü  asla  unutma  ki  Türkçe  konuşurken  ve  yazarken  daha  dikkatli  ol.

O  günü  gerçekten  de  hayatım  boyunca  unutmadım.        Hele  hele  de  yüz  puan  beklediğim  o  yazılı  sınavdan  sırf  i  nin  noktasını  inceltme  işareti  gibi  yazdığım  için  kırk  puan  alışımı  asla  unutmadım.

*************************

Yıllar  sonra  ben  de  öğretmen  oldum. Eeee  Mustafa  Bey’in  öğrencisiydim  ne  de  olsa..Bu  sefer  de  ben  başladım  ‘’  Evladım  bu  i  nin  noktası  niçin  inceltme  işareti  gibi  olmuş’’  Demeye  ama  tabii  ki  tokat  yok,  bu  sebeple  not  kırma  yok.( Hatayı tekrarlamadıkları  müddetçe  tabii  ki.) Ama  yine  de illallah  ettiriyordum  öğrencilere.

Sonunda  Milli  Eğitim  Bakanlığı  ‘’ Ulan  Sami  yeter  bee.  Yeter  ulan  senin  yüzünden  velilerden  gelen  şikayetler.  Hay  sı.ayım  senin  noktana  da  inceltme  işaretine de. Kaldırıyorum  ulan  inceltme işaretini.’’  Diyerekten  inceltme  işaretini  tamamen  kaldırdı.  Yani  evet..İtiraf  ediyorum.  İnceltme  işaretinin  kaldırılmasının  müsebbibi  benim. Hatta  eskiden  T.B.M.M yazardık  yani  her  büyük harfin  yanında  bir  nokta  olurdu.  İşte  o  noktaları  da  benim  yüzümden  kaldırdılar.  Şimdi  TBMM  ya  da  TC  diye  yazıyoruz.  Nokta  yok.

Lakin…

Lakin  mesele  sadece  inceltme  işareti  değil. Şu  ‘’De,  da  ve  ‘’ki ‘’ ekleri  de var  mesela…

Bağırıyorum,  mâbâdımı yırtıyorum  ‘’ Çocuklar,  ‘’dahi’’  anlamındaki de,  da  lar  ayrı  yazılır’’  Diye.İllevelakin  çocukların  pek  çoğunda  dehadan  eser  olmadığı  için   bahsettiğim  ‘’dahi’’  nin  deha  sahibi  olan  ‘’dahi’’ ile  hiç  bir  ilgisi  omadığını  kavrayamıyorlar  bir  türlü.

Neyse..Neticede  Edebiyat  öğretmeni  değilim. Ben  de  bıkıyor  ve yeni  meslektaşlarımın  pek  çoğunun  - bizim  daha  ortaokul  sıralarında  öğrendiğimiz-  bir  dilekçeyi bile  yazamadıklarını  görünce  öğrencileri  sıkıştırmaktan  vazgeçiyorum  artık.

Veee  sonunda  emekliyim…Yani  öğrenci  milleti  derin  bir  ‘’Ohhhh’’ Çekiyor.

Emekli  adam  ne  yapar?  Ya  kahveye  gider  ya  da  işte  böyle  edebiyat  sitelerinde  anılarını  yazarak  son  tayin  yeri  olacak  olan  Tahtalıköy’e  gideceği  günleri  bekler.  Ben  de  öyle  yaptım.  Öyle  yapmasına  yaptım  ya  eski  hastalık  burada  da  nüksetti.  Başladım  milletin  yazılarına  burnumu  sokmaya..

-Arkadaşım..Orada  ‘’da’’  eki  ayrı olacak

-Bak  arkadaşım!  Burada  ‘’ki’’  eki  bitişik  yazılır.

-Güzel  kardeşim bak !  Burada  ‘’Saçımı  başımı  yol  asım  gelir’’ demişsin.  Hangi  Asım  bu  gelen?

+Ha?

-Asım  diyorum.  Hangi Asım  gelir?

+ Ula  sen  ne  karişirsen.  Sen  bu  sitenin  prefesöri misen? Sen  sanki  çoh  mi  bilirsen?

Ya  da…

+Hocam  lütfen…Ben  yüreğimden  dökülenleri  yazıyorum.

-Yahu  yine  yüreğinden  dökülenleri  yaz.  Hem  ben  sana kıçından  dökülenleri  yazmışsın  demiyorum.  Sadece  ‘’Daha  kurallı  yaz’’ diyorum.

+Ben  kurala,  kalıba  sığmam  hocam.

Bir nokta  yerine  inceltme  işreti  koyduğum  için  yediğim  tokada,  bir  şu  hiç  bir kalıba  sığmayanlara  bakıyorum…Neyse…Boşverin…

Sonunda  sadece  nazımın  geçtiği  insanlara  ‘’  Şurada  şöyle olacak,  burada  böyle  olacak’’  demeye  başladım.

İşte  bu  nazımın  geçtiği  insanlardan  birisi  de  bu  siteden  tanıdığım  ‘’ Nurefşan ‘’  Mahlaslı arkadaşımdır.  Yıllara  dayanan  bu  arkadaşlık  ve  dostluk en  sonunda  şahsen  tanışmaya  da  vesile oldu.  Ben  ona  ‘’Kızçem’’  derim  o  da  bana  ‘’Babacuğum.’’

Nurefşan’ı  sık  sık  uyarırım  ‘’ Kızçem  orada  ‘’de’’  eki  bitişik  olacak,  ‘’ki’’  eki  ayrı  olacak’’  Diye…Sağolsun  hiç  kızmaz,  alınmaz,  gücenmez. Akıllı  telefonu  ile  yazdığı  için  istemeden  klavye  hatası  yaptığını  yedirmeye  çalışır  kibarca.  Ben  de  yemiş  numarasına  yatar  ‘’Ah  bu akıllı  diye  geçinen  cahil  cep  telefonları  ahh.’’  Diyerek  tüm  suçu  cep  telefonuna  yüklerim  güya.

Pardon…Bu  yazıyı  nereden  mi  yazıyorum?

Anlatayım  efendim.

En  son  yazdığı  bir  şiirde  yine  bu  eklerle  ilgili  ‘’ Şurası  yanlış  olmuş’’ Uyarımdan  sonra  kızçem  ‘’  Babacuğum.  Çok  teşekkürler.  Bu  iyiliklerinin  karşılığı  olarak  seninle  şöyle  bir  piknik  yapalım.  Hem  böylece  temiz  havada  beynine  az  oksijen  gider’’  deyince  sevinçle  ‘’Tamam’’  dedim.

Hani  uyanık  geçinirim  ya  ‘’  Kızçem,  bu  havada  ne  pikniği’’  Diye  sormak  hiç  mi  hiç  aklıma  gelmiyor.

Aslında  kolumdan  tutup  havaalanına  getirdiğinde  bu  işte  bir  bit  yeniği var  diye  düşünmeliydim.  Öyle  ya  pikniğe  uçakla  mı  gidilirdi? Ama  öte  taraftan  hayatımda  ilk  kez  uçağa  bineceğim. O  bakımdan  üzerinde  durmadım pek. Zaten  uçakta  söylüyör  Güney  Yarımkürede oldukça pikniğe  uygun bir  yerlere  gideceğimizi.

Neyse  Efendim…  Uçak,  oldukça  uzun  bir  yolculuktan  sonra Avustralya’ya  indi.  Sonra  bir  baktım  piknik diye  beni  getirdiği  yer  bir  yamyam  kabilesinin  tam  ortası.

Yamyam  reisine beni  gösterip  ‘’Eti  senin.  Kemiği  de  senin.  Hatta işine  yararsa tırnakları,  dişleri, kafa  derisi  de  senin.’’ Dedi. Hemen  atıldım.  ‘’  Öğretmen  olan  benim.  Bana  demen  lazım  ‘’Eti  senin  kemiği  benim’’  diye… Bak  yine  kural  hatası  yaptın.  Demek  bunları  eğiteceğim  ha?’’  Deyince  yüzünde  o  güne  kadar  görmediğim  hain  bir  tebessüm  gördüm.  Kısaca  beni  yamyamlarla  başbaşa bırakıp  gitti.

Efendim..Yamyamlar  oldukça  nazik  insanlar.  Onlara  okuma  yazma,  imla  kuralları,  güzel  konuşma  filan  öğretmeye  başladım.  Bu  arada  internet  üzerinden  Nurefşan’a  da  halen  ‘’ De  ayrı olacak’’  ‘’ Ki  bitişik  olacak’’  demeye devam  ediyordum tabii  ki.

Sonunda dün Nurefşan’dan  bir  mesaj  geldi.  Gayet  kısa:  ‘’  Eh..Günah  benden  gitti.’’  Hemen  akabinde  yamyam  reisinin  hanımına  da  bir  mesaj  geldi. Anladığım  kadarıyla  ona  da  patatesli Sami  tarifi  veriyordu.  Ondan  sonra  kendimi  -altında  ateş  yanan-  bu  kazanın  içinde  buldum.

Sonrası  mı?

Sonrasını  resim  yeterince  anlatmıyor  mu?

Ne  yani  yamyam  kazanına  düştük  diye  öğretmenliğimizi  unutacak  mıyız?  Öğretmen  her yerde  öğretmendir.  Yamyam  kazanında  olsa  bile…
( Kızçem Ve Sami Hocanın Hazin Sonu başlıklı yazı Sami Biber tarafından 8.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.