Severdim
babaannemi.
Nur
yüzlüydü. Topacık, minik; ama sevimli bir yüzü vardı. Yüzünün yuvarlaklığına
inat, bedeni bir deri bir kemikti. Dişleri yoktu, yemeği damağıyla ezerek
yerdi. Zaten en çok çorba ve şekerli demsiz çay içerdi. Bizde kaldığında onu
yıkarken acırdım haline. Biz ne olacağız diye düşünmekten alamazdım kendimi.
Kar gibi beyazdı. Doksanlarda iki büklüm olmuş beline rağmen yine de hiç
oturmaz, o haliyle yapabileceği her şeyi yapardı. Oturduğu yerden birçok işin
yapılabileceğini kardeşlerimle ondan öğrendik.
Severdim,
temiz kadındı. Abdest almaya giderken şalvarını çıkarır “Elbiseye su sıçrarsa
mekruh olur” diye kendince önlem alırdı. Namazlarını hiç kaçırmazdı ve ben
çocuk aklımla dünyaya namaz kılmaya geldiğini düşünürdüm. Annem iki gelin
sahibi olduğunda bile, o bizimle kalıyordu ve annem ona hep gelinlik yaptı.
Kaynanaydı. İyi bir şey söylese de bazen yanlış anlaşılırdı; ama annem hep
susardı. Hatta onu önemsediğini bilsin diye ona akıl danışırdı. Tatlıydı dili,
dili döndüğünce anlatırdı. Ramazanlar, ıramazan, lifler ilif, leğenler
ileğendi.
O bizim
bazen Polyanna’mızdı. Kimi görse ona “Ne mutlu canına!”derdi. Karşındakinin
hayatında mutlaka iyi bir şey vardı. O zaman ortaokula giden benim bile ne
mutlu canımaydı ona göre. Evden çıkıp okula gidecek dermanım vardı, ev
geçindirme sorumluluğum yoktu ve ne mutlu canımaydı ki okula gidiyordum. Keşke
kendi de okuma yazma bilseydi. Gazete resimlerinin altında neler yazdığını
sorar, okuturdu bize. Kendinden başka herkesin hayatı ona cazip gelirdi.
Belki de haklıydı ya da bize öyle gösteriyordu. Herkes gibi o da yaşlandıkça
ölümden korkmaya başlamıştı, bunu hissediyordum.
Babam sık sık onu doktora götürürdü ve bunu o isterdi. Doktor beğenmezdi bazen. “Bu doktor hiçbir şey bilmiyor.” derdi. Şikâyetini anlatırken film gibi anlatır, bazen çok uzatırdı; sıkılarak dinlerdik. “Ah, şuramdan bir ağrı giriyor sabahları, şöyle dolanıyor, dolanıyor, işte tam buraya bir kılıç gibi saplanıyor, ardından şu yana geçiyor…” Anlatırken yüzünü buruşturur, gözlerini büzerdi. Bazen ölmek isterdi; ama bunu anneme ve babama yük olduğunu düşündüğünden söylerdi, bilirdik. Oysa annem bir kere bile of demedi, hep sustu. “Eşimin anası anamdır” diyerek baktı ona. Her şeyiyle ilgilenir, her nazını çekerdi. Annem de şeker hastasıydı; ama hastalığını bile unuturdu. Aslında anneme de bakacak biri lazımdı; ama ne yapacaktı ki kadın? Beş çocuk, bir eş ve annesi. Küçük dar bir salona gündüzleri yemek, akşamları yatak taşımaktan harap olurdu gün boyu. Sobalıydı evimiz. Babam memurdu. Önceleri peyniri, zeytini tenekeyle alırken biz büyüdükçe kalıpla, kiloyla almaya başlamıştı. Zor yetiştiriyordu. Beş çocuktan dördümüz okuyorduk. Nedense bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarımız olurdu. Şimdi o boş yere yırtıp attığım kâğıtlara öyle içim yanar ki.
Severdim
babaannemi. Masal anlatırdı bize. Çatallı değneklere bez sarar bebek yapardı
ablamla bana. Ablam çocukluğunu erken noktalayıp sorumluluğa atılmıştı fakat
ben iyice oynardım onlarla. Saatlerce oynardım; ama şimdi ona da akıl
erdiremiyorum. Tasarruflu kadındı, bir çorabı en az dört kez yamar, en ufak bir
israf yapmamak için çok dikkat ederdi. Bize hep ocak yanarken boş yere kibrit
yakıp harcadığı için eşinin boşadığı kadını anlatırdı. Babaannemin evini
hatırlıyorum. Dedemin vefatından sonra bile birkaç yıl yalnız yaşadı o evde.
Köy eviydi; ahırı, kileri, ambarı vardı. İki katlı geniş avluluydu. Eskiden
inekleri, koyunları, tavukları da vardı, onu da hatırlar gibiyim; ama
yaşlandıkça her şeyi bırakmak zorunda kaldı. İneği sağdıktan sonra koca bir
bakır leğene kaynattığı sütü döker, içine birkaç dal parçasını ufak ufak kırıp
atardı. O sütün nasıl kaymak tuttuğunu pencere önünde nasıl soğuduğunu ve
kaymaktan gizli gizli nasıl yediğimi hiç unutmuyorum. Ne kadar lezzetliydi o
bir parmak kalınlığındaki kaymak. Hele kaymak ve unla yaptığı üzerine pekmez
dökerek yufkayla yediğimiz o dolaz yok mu? Şimdi hiçbir baklavayı, hiçbir
tatlıyı değişmem ona. Melamin tabakları, toprak testileri, koyunyünlerini
eğirip iç yapmak için kullandığı kermenleri, onlarca oklavaları, her boy bakır
leğeni, toprak küpleri, çeşit çeşit elek ve kevgirleri vardı. Kendi evindeyken
biz yanına gider ve yumuşu olup olmadığını sorardık. Yumuş -yapılacak iş-
demekti. Her zaman olurdu. Su taşıtırdı, avlu süpürürdük. Bize yaptığı
yemeklerden yedirirdi ve bütün torunlarına da ayırmış olurdu. “Bu da Mehmet’ime
kalsın, Bu da İrabiyem’e kalsın,” diyerek ayırırdı. O zaman kızardık işte.
Doymayız zannederdik belki de; ama hiç aç kalkmadık sofrasından. Bereketliydi
yemekleri. Sobanın fırınına atarak közlediği patateslere tuz, nane, kırmızı toz
biber atar yedirirdi bize. Ağzımızda dağılırdı. Turşusunu sirkesini, kendi
yapardı. Bütün tanıyanlar ondan sirke almaya gelirlerdi. Bazen babaannem
söylenmeyecek şeyleri güya ağzından kaçırır, ortalığı karıştırırdı. Ardından
önce inkâr eder sonra güya hatırlar ve bir türlü dilinin dönmediği “tövbe”yi
hızlı hızlı söyleyerek dudağına hafif hafif vururdu. “Töbe, töbe, töbe…” Gülerdik.
Bilirdik yine yapacağını. Şimdilerde kardeşler arasında bu hareketi espri
olarak yapıyoruz. Ardından ağlamaya hazır gözlerimiz doluyor yine.
Annemin akrabalarından
pek hoşlanmazdı. Anneannemi kıskanırdı, buna çok gülerdik. Çocuk gibilerdi yan
yana geldiklerinde. Aynı sedirde otururken metrelerce yere sığmadıkları olurdu.
O yumuşak yere oturdu, benim kemiklerim batıyor diyerek her tarafı aynı olan
sedirde bile laf çıkarır, anneannemi sıkıştırırdı. Kız tarafı olarak onu
analıkızlı idare ettikleri çok olurdu. Bir ara babaanneme sırayla bakılmasını
önerdi annem. Çok yoruluyordu çünkü. Beş çocuk ve babaannemi ziyarete gelen
ardı arkası kesilmeyen misafirler. Her akşam muhakkak gelirdi birileri. Gençken
onlara hizmet etmekten ders çalışamaz, dinlenemez ve erken uyuyamazdık. Annem
de genç değildi ki. Kimse oralı olmadı akrabalardan. Rahmetli amcamın eşi ve
çocukları Ankara’daydı ve babaanneme bakacak kimse olmadığını söylüyorlardı.
Evde kimse kalmıyordu, biliyorduk. Bakkal ve tuhafiye çalıştırdıkları için
yoğundular. O zamanlar çocuk aklımla zaten oğlu erkenden ölmüş, ne diye ölen
eşinin annesine baksın ki diye düşünürdüm, belki de haklıydım bilemiyorum. Aynı
şehirde yaşadığımız amcamın eşi babaannemi hiç sevmezdi. O da onu. “Ayşe çok
bağırıyor bana, çok suratsız” derdi. Bu yüzden nerdeyse oğlundan bile vazgeçti.
Ayşe yenge babaannemden önce öldüğünde de amcam zaten tek başına anasına
bakamayacağı için yollamadı annem.
Bir de kızı
vardı babaannemin. Babaannemi ara sıra alıp evine götürürdü. Evleri kalabalık
olmadığı için orada sıkılır, bize dönerdi. Velhasıl babaannem hep bizde kaldı.
Geceleri televizyon ışığında film seyrederken onun konuşmasından bir şey
anlayamazdık çünkü yönetmenden daha çok karışırdı oyunculara. “Oradan gitme,
sana tuzak kurdular, hadi yat artık geç oldu, bu ne kadar açık giyinmiş”
diyerek her şeyine karışırdı ekrandakilerin. Bazen gittiği misafirliklerde
izlediği filmlerle bizim televizyondakileri kıyaslar, onların televizyonunda
daha güzel şeyler gösterildiğini iddia ederdi; ama biz biliyorduk aynı
olduğunu. Zaten tek kanal vardı o zamanlar. Ramazan aylarında
televizyondakilere daha çok kızardı, oruç tutmadıkları için. Bir türlü
anlatamazdık, sonra vazgeçerdik uğraş- maktan. Ya da biz cevap vermeyince
susardı.
Severdim
babaannemi de bazen de hayattan bezdirirdi bizi. Geceleri öksürük tutardı ve biz
uyanırdık her seferinde. Hem üzülür hem kızardık. Kendisi gündüzleri biz
okuldayken kestirdiği için geceleri uyumak zorunda da değildi. Üstelik her
öksürük krizinden sonra bir saat lüzumsuz konuşurdu, bazen iniltili sesler
çıkarırdı ve biz o üzülecek diye “sus, biz uyuyacağız, sabah okula gideceğiz”
diyemezdik. Aslında diğer torunları bu konuda şanslıydılar. Biz küçükken
geceleri hiç deliksiz uyumadık. Severdim babaannemi. Her zaman dua ederdi bize.
“Allah zihin açıklığı versin, iyi yerlere gelin inşallah ” derdi. Önemsemezdik
o zamanlar; ama şimdi bakıyorum da belki de onu dualarıydı ailemizi ayakta
tutan. Bütün kardeşlerimizin okumasında, etrafın bize gıpta ile bakmasında
elbette onun dualarının payı büyüktü.
Abdest
suyunu dökerek yardım ettiğim zamanlarda bana hep takılırdı. “Allah sana
karakaşlı, kara gözlü nişanlılar versin” derdi. Ben de espriyle takılırdım,
“mümkünse sarışın alabilir miyim”? Ah babaanne, bilseydin şakalarımın gerçek
olduğunu. Arkadaşlarımı eve getiremezdim o varken. “Çok sevimli; ama konuşunca
ders çalışamıyoruz, çok soru soruyor,” derlerdi. O zamanlar üzülürdüm; ama
sonradan öğrendim ki geçici arkadaşlıklar için aileni yıpratmaya hiç değmezmiş.
Severdim,
gençliğin kıymetini “Ne mutlu canına” diyerek sık sık hatırlattı için. Beni en
çok ölümünde yanında olmamak üzdü. Bir gece iyice ağırlaşınca hastaneye
kaldırmışlar. O aylarda da babamlar hac hazırlıkları içindelerdi. On gün kadar
hastanede yatmış. Hep annem ve babam dönüşümlü beklemişler. Ben tabi iş
dolayısıyla başka ilde olduğum için bunlardan habersizdim. Ölümünden iki gün
önce babama “Bir adam geldi oğlum,” demiş, “Azrail olduğunu ve iki gün sonra
gelip canımı alacağını söyledi”. Esprilidir babam, moral vermek için “Biz öyle
adamları çok gördük,” diyerek gülümsemiş.
Bir gece refakatçi
kalması için halamdan rica etmişler. Halamın yanında kaldığı gece babaannem,
babamın ne zaman geleceğini sora sora vefat etmiş. Azrail’in gelişinden tam iki
gün sonra... Babaannemin öldüğünü dört ay sonra söylediler bana. Eniştem
ağzından kaçırdı. Gurbetteyiz diye söylememişler. Babaannemin ölümünden bir
hafta sonra, annem ve babam hac yolundaydılar ve babam “Anam, anam” diyerek
ağlamış yine. Babaannemi severdim. Onu herkes severdi. Sevimli, temiz, dindar
bir kadındı. Anaydı, o yüzden biz ona hiç babaanne dememiştik. Baştan beri Hacı
anne diye hitap ettik. O bizim ikinci annemizdi. Ölümünden sonra eşyalarının
her birisi bir yerlere savruldu. Artık eskimekten tel tel olmuş yorganları,
kimsenin giyemeyeceği çiçekli elbiseleri, kırk yama örtüleri, şalvarları
yakıldı. Bakır leğenlerinden, eleklerinden, küplerinden almak isteyen aldı.
Tarlaları, bağları paylaştırıldı.
Babam,
annesinin evine bakım yaptırdı ve kışları annemle orada kalmaya başladı.
Babaannemin elleriyle sıvadığı, dağdan getirdiği kili sulandırarak boyadığı o
duvarlar sürekli dökülüyormuş. Alt kattaki ahır, kiler artık gerek olmadığı
için kullanılmıyormuş. Fakat avlunun kullanılmayan bölümünü, babam damı çöken
samanlıklarla birleştirip bahçe haline getirmiş. Oraya ağaçlar, asmalar,
güller, çeşitli sebzeler dikerek diplerine de hortum döşemiş. Güzel bir damlama
sulama icat etmiş. Gelen giden hayret içinde o üç dört katlı bahçeye hayran
kalıyormuş. Babam yaşlandığı için tarlaları ve köy evlerini paylaştırırken
kurada bu evin bana düştüğünü söylediğinde şaşkındım. Ben babaanneme ait o iki
katlı sarayda oturamayacağımı biliyorum. Evime getirdiğim kermenlerini,
ortasında büyük bir kırmızı gül olan kahvaltı tabağını özenle saklamaya devam
ediyorum. Geçen yaz babam mezarına götürdü ilk kez. Köyün bağlı olduğu ilçede
mezarlık. Dört yıl olmuş babaannem öleli. Daha dün gibi vefat haberini alışım.
Babam mezarlık çeşmesinin yanından aldığı su şişelerine doldurduğu suyla
mezarını suladı. Otları yoldu. Kupkuru mezarını görünce içim parçalandı.
Rahmetli anasının yanındaki mezara gömmüşler onu. Dua okurken ağladım, ağladım,
ağladım. İnanamadım öldüğüne. Sahiden yalanmış bu dünya. “Babaannem bile öldü,”
dedim. O ki yaşamayı severdi, yaşamak için hep olumlu şeyler bulurdu insanlara.
Belki şimdi
beni görse dedim, “Ne mutlu sana bak iki çocuğun olmuş, sağlıklılar, yuvanda
mutlusun,” derdi. “Bir işin var, elin ekmek tutuyor” derdi. “Gençsin, kıymetini
bil” derdi. “Annen, baban, bacın hayatta, kardeşlerin mutlu” derdi. Ah hacı
annem ah…
Asıl sana ne
mutlu. Arkanda o kadar seven kişi bırakabildiğin için. Ne mutlu sana ki bu
kadar doğru yaşayabildiğin için ve ne mutlu sana babaanne… Allah’a iyi bir kul
olabildiğin için…
Mekanın cennet olsun...
Ne Mutlu Canına Öykü Kitabımdan...