Bugünlerde bir başka kentin havasını soluyorum. Yalnızlık da şimdiye dek hiç olmadığı kadar hoş geliyor gözüme. Şikayet etmek bir yana, memnunum bu hâlimden.

Hemen hemen her gün alıp başımı çıkıyorum dışarıya. Amacım bu şehri içime sindire sindire, daha yakından tanımak.Bir yerden bir yere yürüyerek gitmek hiç bu kadar kolay olmamıştı benim için.

Sokakları adımlamak, o şehrin ruhuna karışmak, onunla bütünleşmek. Eskişehir’in kendine has melodisini dinlemek inanılmaz keyifli.

Tabii ki farklı fikirler de mevcuttur. Cansız, ruhsuz yapı yığınından başka hiçbir şey görmeyenler de olabilir. Ancak gözlerindeki çekilmiş mili, kulaklarındaki o kiri temizleyip yeniden baksalar çevrelerine fena mı olur?

Eskişehir de diğer kentler gibi sonbaharın kendine has güzelliğini yaşıyor.
Adeta iki yaramaz çocuk edasıyla güneş ve bulutlar köşe kapmaca oynuyor. Kimi zaman yağmur ve rüzgar da katılıyor bu oyuna. Ben de bu tatlı çekişmeye ayak uydurmaya çalışıyorum. Hep temkinli olup üzerime bir hırka, bir şal almadan dışarıya çıkmıyorum . Bütün mevsimlerin kendine has güzellikleri var ama hüzün ayı olan hazan mevsiminin de bende ayrı bir yeri var. Belki de eylül çocuğu olduğum içindir.

Zaman su gibi akıp geçiyor Eskişehir’de. Yeni bir güne daha uyanıyorum, pencereyi açıyor, başımı dışarıya çıkarıp, sisler içinden sıyrılıp, yeniden hayat bulup canlanan şehre günaydın diyorum derin bir nefes alarak. İç içe girmiş binalar, sırt sırta vermiş kadim dostları hatırlatıyor bana. Sırtını dayadığı, güvendiği arkadaşı olmasa yıkılıverecekmiş gibi. Aceleyle apartmanlarından çıkan gençleri görüyorum, sanıyorum okula yetişmek için bu telaşarı. Arabasına binip, kontağını çevirip, işine gücüne gidenler de pek çok. Benim gibi perdeyi sıyırıp ardı sıra baybay yapan anne ve eşler görüyorum. Kim bilir evlatlarının ardından hangi hayır dualarını yapıyorlardır. 

Günlük işlerimi halledip yatak odasına geçiyor, bir çırpıda hazırlanıyorum. Aynanın karşısına geçip vazgeçemediğim kırmızı rujumu sürüp, işte tamamdır dercesine gülümsüyorum. Çantamın içine bir şişe suyumu ve şu sıralar okuduğum kitabı da ihmal etmeden yerleştiriyorum. Buraya geldiğimden beri yalayıp yuttuğum kitap sayısı hiç de küçümsenir gibi değil. Neyse, sokağa çıkıyorum, adımlarım aceleci değil, yetişecek bir yerim de yok. Nereye gideceğime onlar karar verir gibi yürüyorum. 

Bu şehre geldiğimden beri sıkça uğrayıp alışveriş yaptığım manav çoktan güne başlamış, hemen yanında bulunan diğer esnaflar da. Yolumun üzerindeki dolmuş durağına bakıyorum her geçişimde. Çünkü merak ediyorum Eskişehir’in hangi bölgesine gider diye. Durağın karşısında bulunan kahvede sıralarını bekleyen şoförler sabah çaylarını içip bir de sigaralarını tellendiriyor. Gazeteleri karıştırıp günlük haberleri okuyanlar kadar koyu sohbete girişenler de var aralarında.

Yola devam etmeli diyorum kendi iç sesimle. Şu sıralar fark ettim ki zihnimin içinde hep yazma düşüncesi olunca sanki zaman da farklı işliyor ya da ben mi öyle hissediyorum?

Artık ilk geldiğim günlerdeki şaşkoloz halimden eser yok. Farklı yolları keşfederek dolaşmak kendime karşı güvenimi de pekiştiriyor açıkcası. Anadolu Üniversitesi’nin tramvay durağını belledim ya o tarafa yönümü çeviriyorum, ondan sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Bağlar’ı hayranlıkla gözlemliyorum, o hareketlilik hoşuma gidiyor. Alışveriş yapma çabasında değilim ama dayanamayıp bir bijuteriden iki üç parça bir şey alıp çıkıyorum. 

Güneşin kendini daha da hissettirdiği şu saatlerde bir kahve iyi gider doğrusu. Açlığımı biraz önce büyük alışveriş merkezi olan Espark’ta gidermiştim. Eskişehir’de pek çok olan kafelerden birine giriyorum. Boş masalardan birine geçip garsona az şekerli kahve siparişimi veriyorum.

Dünyayı alacakmış gibi duran çantamın fermuarını açıp Andrey Platonov’un Can adlı eserini okumaya devam ediyorum. Yalnız olmadığımı hatırlatan tek şey kitabım. İki zaman diliminde yaşıyormuşçasına gizli bir yoldan geçip sessizce yolculuk yapıyorum. Bir tarafta açlık ve sefillik varken, yaşayan ölülerin arasında dolaşırken içim burkuluyor. Sonra birden tramvayın sesiyle kendime gelip günümüze dönüyorum. Ama bu çok sürmüyor sanki üçüncü bir yol daha açılıyor. Kendimi eski İstanbul’da buluyorum, Sabahattin Ali’nin İçimdeki Şeytan kitabından tanıyıp öğrendiğim yerlerde geziniyorum tramvaya binip heyecanla.

Kahvemi getiren pıtı pıtı garsonun tiz sesiyle kendime geliyorum ışınlanmış gibi.
Bahsettiğim gibi, zaman farklı işliyor benim için. Birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra bu mekandan kalkıp hayran olduğum Adalar’a doğru adımlarımı sıklaştırarak yürüyorum.

Arnavut kaldırımlı yolları adımlarken hepsi benim için yabancı olan insanlara bakıyorum. Gözler beni her zaman çok etkilemiştir, o bakışlar güven veriyor bana nedense. Sıkça çekik gözler görüyorum, sanki Eskişehir’le bütünleşmiş Tatarlar bu şehrin vazgeçilmezi gibi.

Hani diyorum bu güzel şiir gibi şehre bir dörtlük de ben mi yazsam. Ama birden aklıma Cemal Süreya’nın bir şiiri geliyor:

NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM

Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere rastladım en azdan
Umustsuz sevdalara tutulmak onlarda
Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
Verdi mi adama her şeylerini verirler 
Ben gördüm ne gördümse kadınlarda 
Porsuk nehrinin geçtiği

Kızılırmak parça parça olasın 
Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
Taş toprak arasında türküler arasında
Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını

Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git 
Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu

Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
Siz de görürsünüz bunları kadınlarda
Ödevleri yenilmek olan hep
Bıçakla kemik arasında
Susmakla ağlamak arasında
Yenilmek
Kadınlar

(1955)
(Üvercinka) 
Cemal SÜREYA

Bu şehre 1954 yılında gelip de vergi dairesinde çalıştığını öğrendiğim büyük şairi Eskişehirliler sahiplenmişler.

Büyük şairin de adım adım dolaştığı Porsuk Çayı’na hele şükür ulaştım. Gençler gruplar hâlinde çimenliklere oturmuş kitap okuyup gitar çalıyor, bu güzel günün tadını çıkarıyor. Kafelerde insan kalabalığı... Brunch yapanlar mı ararsın ya da iki laf edip kahvesini yudumlayanlar mı... Birkaç kafa dengi beyefendi ise günümüz politikası üzerine koyu ve hiddetli bir konuşma içerisine girmiş. Kulak kabartmamak mümkün mü? Biraz ilerleyince ortalığa yayılan ve herkesin hissedemeyeceği o büyülü kitap kokusunu duyuyorum. Araya sıkışmış kırtasiyenin varlığını farkediyorum. Sonra suyun gökyüzüne göre renk değiştirişine şahit oluyorum. Aniden büyük bir gürültüyle geçen uçak sesi beni şaşırtmıyor artık, hatta pek memnun oluyorum. Özgürlüğümü bir kez daha hatırlatıyor çünkü bana.

Çayın diğer tarafına geçebilmek için köprüye doğru yöneliyorum. Birkaç poz fotoğraf çekiyorum, anılar pek bir önemli benim için. Zaten birçok kişi de benim yaptığımdan farklı bir şey yapmıyor. Sevgilisine sarılıp selfie yapanlar, ailecek gülümseyip o günü ölümsüzleştirenler. 

İnsan kendini bir anda İtalya’nın Venedik şehrinde gibi hissediyor... Gondol sefasına çıkanları kıskanmamak elde değil. Eh bir dahaki sefere deyip yutkunuyorum.

Eskişehir’e geldiğim günden beri gezdiğim ve gördüğüm tüm yerler ayrıntılarıyla canlanıyor. Odunpazarı evleri bölgesine büyük emekler harcadığını düşünüyorum. Eski evler restore edilip turistik bir yer hâline getirilmiş. Cam işleme sanatı gözler önüne seriliyor. Hatta seyretme imkanı buluyorsun bu işçiliği. Gerek şehrin kendisiyle, gerekse insanlarıyla medeniyetin ta kendisine tanık oluyorsunuz. Hayran olmamak mümkün mü? Oltu taşları tarih kokan alanlarda seyre çıkmış, almadan geçmek mümkün mü? Buraya biraz şişkince bir keseyle gelmek gerekli. 

Sayın Büyükerşen’i anmadan geçemiyorum. Kulakların çınlasın, sana dualar gönderiyorum. Bu milletin senin gibi adamlara ihtiyacı var. Kurmuş olduğu balmumu müzesi ise tanıdık simaların heykelleriyle dolu.


Sıkça duyduğum bir söz geliyor hemen bu yazdıklarımı tanımlarcasına. Lafın kısası Eskişehir anlatılmaz, ancak yaşanır. Geldim, gördüm ve yaşadım, hatta buraya yerleşmeyi bile düşünüyorum artık. Sanıyorum size de tanımanız için bir fırsat vermeliyim, benim anlatmamla olmaz. Çünkü bu kent ancak yaşanır.

22 10 2015
H. Çiğdem Deniz.
ŞİİRBAZ...
( Eskişehirde Bir Kadın başlıklı yazı çitlembik tarafından 5.06.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.