(YALNIZLIK)

  Telefonun alarm melodisi ikinci tekrara geçtiğinde arabanın açık olan camından içeriye girmeye çalışan Fransız’ın burnunu ısırıyordum; kopmak üzereydi. Üçüncü tekrarında hala Fransa’dayım, kan ter içinde bir tuvalet arıyorum ve köprü parmaklığının son bulduğu noktada bir katedral yükseliyor; içeri giriyorum. Gördüğüm her insana evrensel rüya dili ile tuvalet nerede diyorum ancak herkes arka sıralarda bornozla oturan gençleri azarlayan papazı izliyor. Cevap alamıyorum. Birden etraflıca bir loşluk yayılıyor havaya. Düş dünyası karanlığa bürünüyor ve ele avuca gelen ancak sığmayan gerçek dünya aydınlanmaya başlıyor. Gözlerimi açıp da yatakta doğrulmadan hemen önce nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum. Acaba günlerden hangi lüzumsuzu, yersizi ve takvimde öyle gri gri vaktinin gelmesini bekleyeni? Saatin önemi var mı, yoksa zamansız çalan o hafta sonu alarmlarından biri mi beni uyandıran? Ve biraz daha aydınlık; teras katında, yatak odasının açık duran penceresinden yoğun bir ışık huzmesi tuvalet masasının yanında, dik duran ferforje çerçeveli aynaya çarpıyor, oradan da yukarıya yöneliyor. Tavana yayılmış milyonlarca minik kum taneciğinin devasa gölgesi birbirine karışıp, yollarına çıkan boya çatlaklarına doluyor. Hava kuru; dilim, damağım ve içeride başka ne varsa kupkuru. 

  Her bir iplik tanesi sıcağın etkisiyle, yakıcı birer diken parçasına dönmüş olan halılara basarak mutfağa, oradan da duş almak üzere banyoya giriyorum. Metal kablolu duş hortumu kırılmış, o da kırılsın. Hatta beter olsun hayatımdaki diğer önemsiz şeylerin birçoğu gibi. Saçlarımı köpürtmeye koyuluyorum. Kırıldığında son derece saldırgan bir sivriliğe bürünmüş olan zırh, içerisinde uzanan savunmasız plastik hortumu delmiş; ömrünün belki büyük bir kısmını birlikte geçirdiği diğer yarısına, kendi yarası ile saldırmıştı. Ne insansı bir zorbalık! Açılan delikten fırlayan ince suşeridi ise yıllar süren tutsaklığından kaçıyormuşçasına telaşlı; önce bacağıma çarpıyor, oradan da darmadağın bir halde küvete akıyordu. Belki de günlerdir devam eden bu olaya pek de aldırış etmiyorum. Çabucak yüzümü kaplamış olan köpük bulutundan kurtulmak, gözlerimi yeniden açmak istiyorum. Kendimi bildim bileli korkar, nefret ederim karanlıktan. Karanlık, hiçlikte yaşamaya çalışmaktan bile beter. Çünkü karanlık canlıdır; nefes alır, anlaşılmaz sesler çıkarır ve koyuluğunu idame ettirmek için cesaretimle beslenir. Bunun sonunu getireceğini bilmez karanlık. Aptaldır. Ve öyle kolay, öyle çabuk olur ki cesaretimin tükenişi ve öyle kısadır ki karanlığın ömrü. Göz açıncaya kadar geçer, biter. Gözlerimi yeniden kapatıp, kulaklarımı tıkayarak su damlacıklarının hızla kafama çarpışının içeride oluşturduğu uğultuyu dinliyorum. O uğultu her seferinde zihnimi yoran düşünce savaşlarını yok eder ve karmaşanın yerini tatlı bir sessizlik alır. Ancak kısacık bir süre sonra yoğun bir korku ve endişe duyarak gözlerimi yeniden şekilden şekle, renkten renge bürünen aydınlığa açıyorum, ölüyor karanlık.

   Duş vanasını kapatıp, giyinmek üzere yatak odasına geçiyorum. Sıcağı dayanılır kılacak tek şey havanın kuru olmasıyken, banyo kapısından içeri dağılan buhar nedeniyle o da cıvıklaşıyor. Giysi dolabında; askıda duran kolsuz, krem renkli keten elbiseyi alıp üzerime geçiriyorum. Böylelikle gece boyu ara sıra uğramış olan karabasanın kollarının arasına bu kez kendi çabamla sokulmuş oluyorum.

   Saçlarımı kurutmaya hiç mi hiç niyetim yok. “-Deli miyim ayol?”, diyorum Yeşilçam filmlerinden fırlamış bir tonlamayla ve bu saçmalığı benden başka hiç kimsenin duymayacağının rahatlığıyla. Yine aynı dikenli yollardan geçerek mutfağa gidiyorum, uyanır uyanmaz dolabın alt kısmından alıp dondurucuya koymuş olduğum sodayı birkaç yudumdan ibaret bir hızla mideye indiriyorum. Dolapta, her zamanki gibi tek kişilik saklama kaplarında bir sonraki gün yenmek üzerine kaldırılmış; ancak günlerdir dokunulmamış yemek kalıntıları bulunuyor. Sağ arka köşeye sinmiş beyaz peynir kutusunu çıkarıyorum, ufak bir dilim kesip büyük kalıptan ayırarak kenara kaydırıyorum. Ekmek sepetinden aldığım, kurumaya yüz tutmuş somundan küçük bir parça koparıp, kestiğim peynir parçasını da içerisine tıkıştırarak üç lokmada bitiriveriyorum. Her şeyi ait olduğu yere kaldırmayıp mutfak tezgahında bırakarak banyoya yöneliyorum. Banyo halısı hala ıslak; duş başlığının kablosu ise mücadelesine devam ediyor. Önemsemiyorum ve ellerimi yıkayıp, dişlerimi ise fırçalamayarak, seksenlerden kalma ahşap kaplama hole geçiyorum.

  Vestiyerde asılı duran postacı model süet çantamı boynuma geçiriyorum. Metal çerçeveli güneş gözlüklerimi, burunluk kısmının saçlarıma takılacağını bile bile ancak bundan bihaber reflekslerime laf geçiremeyerek alnımdan yukarıya kaydırıyorum. Ayaklarımda gayri resmi birer sandalet, çelik kapıyı kapatıyorum. Üst; iki klik! , alt; üç klik! Üç beş adım geri gidiyorum. Salkım desenli ferforje kapı önü korkuluğu doğal görünümlü tüm yapaylığıyla, görgüsüzlük kavramının vücut bulmuş hali; onu da kilitliyorum. Sıradan bir iş gününe başlamak üzere, andan sonrasının bilinmezliğinin tüm hafifliğiyle merdiven basamaklarından inip, Ağustos sıcağına karışıyorum. 

  İki yıllık kredi taksitinin ikinci ayında sağ arka çamurluğundan darbe alan aracım apartman girişinin hemen önünde, yol kenarında duruyor. Arkasında oluşan gölgenin gülünç serinliğine ise sokağımızın kirli beyaz, iri ama aptalca köpeği uzanmış; ağzı açık, dili asfalta yapışmış baygın baygın bana bakıyor. - “Hadi bakalım kendine başka bir gölgelik bul. Bak sana söz; akşam yemeğinde kocaman bir kaval kemiği...” Hiç oralı olmuyor. Elimle dürteyim, ayağımla dürteyim diyorum, sanki neremi uzatsam koparıverecek, yapamıyorum. Aman neyse, motor çalışınca kaçar nasılsa deyip sol ön kapıyı açıyorum. Aracımın bir evlat gibi bağrına basıp büyüttüğü sıcak hava, tüm şımarıklığıyla yüzümü tokatlıyor. Rahat bir nefes almak üzere camlarını açmadan da önce; yabancı kavramının en çok yakıştığı insan kaynaklı korkularımı yok etmek üzere kapıları kilitliyorum. Kontağı çevirir çevirmez bir önceki günün yoğun temposunu hafifletmekten çok zihnimdeki sesleri duymamak üzere açtığım müzik, kaldığı yerden son ses çalmaya başlıyor; “güneşte demlerim senin çayını/ yüreğimden süzer öyle veririm”. Dün akşam; istemeyerek kapattığım ve geride hafif bir uğultu ile yoğun bir duygu hali bırakarak susan müzik, sabah aynı heyecanı uyandırmıyor. Sesi kısıp, kayıtlı radyo kanallarından rastgele bir tanesini açıyorum. 

   Şimdi Seğmenler'de dolaşmak var, ağaçların arasına karışmak, toprağını koklamak, çimlerine basmak, uzanmak, biraz kestirmek. Ben ise doğa ve uyku ile arama bir iki tane de büyükelçilik katıp Atatürk Bulvarında yokuş aşağı ilerliyorum. İki alt geçit, bir Kızılay, üç de trafik lambası geçtikten sonra karşıda; saat dokuz-on hizasında duruyor. Her gün, hep aynı yerinde, duyarsız insanoğlu gibi etrafında akıp geçen hayatlara aldırmadan hep aynı yöne dikmiş altı gözünü; kıpırdamadan duruyor. Üç geyikli günaydın heykeli her sabah işe gidenleri poposuyla selamlıyor. Ankara kadar tozlu, Ankara kadar cansız ve koyu; ve bir o kadar da Ankara olan heykel. 

   Hastane otoparkında attığım üç tur sonrasında da yer bulamayınca iki sokak arkadaki okulun bahçesine giriyorum. “-Anahtarı üzerinde bırak abla” diyor; kafasında semt pazarından 5 liraya alınma turuncu kaset bulunan, görünen uzuvları jilet izleriyle kaplı, kara, kuru cüsseli ve birkaç hafta önce de neredeyse ezecek olduğum için arkamdan şiddetli bir küfür sallayan eleman. Dediği gibi yapıyorum. Geçmiş zamanda kalan küfürlere ve sandaletimin içerisine dolan kumlara aldırış etmeyerek oradan uzaklaşıyorum.

 

   (YAŞLILIK)

  Lüzumsuz hastalıklar yaz tatilinde. Hastane girişinde kimseyi öteye beriye itelemek zorunda kalmadan geçebiliyorum. Bodrum katındaki bölüm koridorunda, ne ara kaynaştıklarını hiçbir zaman anlayamadığım hasta ve hasta yakınları her gün olduğu gibi yurt gündemini tartışıyor.

  “-Herkese geçmiş olsun. Günaydın Serpil Hanım.” deyip otopark manzaralı odama geçiyorum. Pencereden dışarı baktığınızda; ayaktaysanız 06 plakalı araçların tamponlarını, oturuyorsanız ya dingili ya da ufak bir parça gökyüzü maviliğini görebildiğiniz ufacık doktor odasına girip çantamı dolaba kaldırıyor, üzerime uzun kolları yer yer kararmış beyaz önlüğümü geçiriyorum. 
 

 Bir müddet sonra, hastalardan birinin monitörüne bakmak üzere odadan çıktığımda karşılaşıyorum onunla. Yaşlılıkla ilk karşılaşmam değil ancak onu gördüğümde, bir şeylerin çözülmeye başladığını hissediyorum. 

  Giyile giyile bollaştığından şalvara benzemiş olan pijamasının bel lastiğinden dışarı doğru bir idrar sondası uzuyor. Sondaya ait idrar torbası sol elinde; yürümeyi yeni öğrenmiş olan çocuklar gibi ürkek, titrek ve olabildiğince dışa açılmış bacaklarıyla minik adımlar atarak yanıma yaklaşıyor. Adı kirli, kendi bembeyaz bir sakal ile kaplı, eskiden kaslı olduğu belli geniş bir çenesi var ve iki koca hamur parçası gibi sarkmış yanakları tüm duygu ifadelerini saklayabilecek birer örtü gibiler. Beyaz, ama bembeyaz saçlarının her bir teli ayrı bir köşeye uzamış ve her biri tek tek izlenebilecek kadar seyrelmiş. Gülümsemenin nasıl bir işlev olduğunu unutmuş dudak köşeleri, aşağıya doğru bir kavis almış. Gözleri geçekten de ela mı yoksa kataraktın bulanıklaştırdığı bir kahverengi mi, koridorun cılız ışığında ayırt edemiyorum. Sadece boş, bomboş baktığını söyleyebilirim, o kadar. Gitmesi gereken odayı gösteriyoruz. Yanımızdan geçerken duyulan uzunca bir pırt sesine ve ardında bıraktığı kokuya kimse gülmüyor. Oysaki bu son tepkisizliğe dek gözümde ufak bir oğlan çocuğundan farksızdı. Öyle olmadığını anladığım an fark ediyorum; o kocaman, patates çuvalına dönmüş, kambur ve hantal cüsseyi. Tüm şirinliğini yıllar yıllar öncesinde bırakmış o insan bedeni artık bu dünyaya ait değil sanki. Nasıl ki ufacık insanları, ufacık insan yavrularını suratsız hastane koridorlarına yakıştıramıyorsam, o koca cüsseyi de tüm yaşamışlıklarına, tecrübelerine ve belki geçmişte kalmış başarılarına rağmen bu dünyaya yakıştıramıyorum. Ama o, bu dünyadaki nadir şanslı insanlardan. Çünkü onu çok kıymetli bir nesneymişçesine kliniğin kapısından içeriye uğurlayan ve bu dünyaya hala yakıştıran birileri, kapının ardında, samimi bir telaş içerisinde, geri dönmesini bekliyorlar. Bu dünyaya belki de en ait olan şey; sevgi, bu dünyaya ne de çok yakışıyor. Sevgi yoksulu bir yaşlı olmaktansa, genç yaşta ölüp gitmeyi diliyorum o an.

  Bünyeme girmiş olan bu ağır duygusallık bana yakışmıyor, emanet duruyor sanki. Sahibine geri vermeli diyorum ama şimdi nerede bulacaksın onu? Etraftaki birine ait olmalı mutlaka. İşin yoksa ara, dur. Kesin hemşire hanım; gözleri ıslak ıslak duruyordu sanki. Bulaşıcı bir hastalık gibi bir şey zaten bu duygusallık. Bazen yatak döşek yatıran, bazen de ufak bir kırgınlıktan öte gitmeyen ama muhakkak belli mesafedeki zayıf bünyeli her bir kimseyi etkileyen pis bir bulaşıcı hastalık. Sahi bünyem zayıf mı o kadar? Yaşadığım onca şeye rağmen, hala ve bu yaşta. Yaşım o kadar da ileri değil, daha yolun yarısındayım. Gerçi en çok yaşlıları etkilemiyor mu bu duygusallık zehri? Karar mercisi değil midir halbuki kocamış bir bünye ve ne işi var duygusallığın o bünyede? Kanı soğuk akmalı büyük dediğinin, zihninde hararet yapmamalı. O biraz dökük, yarı kısmı beyaz saçlarla örtülü kafanın içinde geçenler ile değişen derecelerde buruşmuş dudaklardan dökülen sözcükler, önemsemediğimizi düşündüğümüz anlarda bile bilinçaltımıza işliyor. Duygusallık zehri ile kirlenen zihinlerden süzülüp gelen zehirli cümleler ile mahvetmemeli kendinden sonra gelenin hayatını. Mantıklı olmalı büyük dediğin, aklı o yıpranmış başında ve mümkünse serin olmalı. Duygusal derinliklerde yüzüp dip karanlığına sevenlerini de çekmek yerine, en yukarıda kulaç atıp deneyimleri ile aydınlığa giden yolda rehber olmalı. 

  Ben nasıl yaşlanacağım acaba? Yalnız yaşamaya devam etmek istemiyorum. Yalnızlık çekeceğine kahır çek daha iyi demişti bir gün Elmas Teyze. Kahır çekmeye razıydım da o bile istemeyle olmuyormuş işte. Şimdi içimde acı dışarıda yalnızlık.

 

(YAŞLANANIN GÖZÜNDEN)

 Beden ölmeden umutların tükenmesi diye bir şey olası değildi. Hatta ölümün ardını bile hayal ediyor, ruhun ölümsüzlüğüne sığınıyorduk dünyada attığımız her titrek adımda. Ölüm kaçınılmaz sondu. Olması gerekendi. Öyle ya da böyle gelecekti, ondan kaçış yoktu. Kutuplarda buza saplanıp kalmış bir gemi kaptanının cesareti kadardı yaşam bataklığındaki son çırpınışlarımız. Az biraz sonra ölmemeye kararlı ancak bir o kadar da yorgun, yılgın ve de donuk. 
 Doğduğumuz gün edindiğimiz sonsuzmuş gibi görünenen enerjiden birkaç soluk alımlık kalmıştı. Ve o soluk bile ancak ayakta durmaya yetiyordu. Ayakta durmak denirse buna ya işte; olduğu kadar. Hayatın kalanı puslu, hastalıklar devasa, sorunlar çözümsüzdü. Bir kabusun çıkmaz sokağındaydık sanki; dönüp dolanıp da yorgun argın geldiğimiz nokta başlangıç noktamızdı. 
  Korkmuştuk yaşlanmaktan, en az ölümden korktuğumuz kadar. Ancak buraya kadardı. Korkulan gün gelmiş, çatmıştı. Önce en kıymetlim, sonra da ben. Yaşlılıktan korkmakla geçen koca bir gençlik dönemi sonrası işte buradaydım. Bu ucu karanlık koridorda, tedavi olmayı bekleyen hastalardan biri. Çare bir adım önümdeymiş gibi görünüyor ancak aldığım her soluk beni üç beş adım geriye götürüyor, uzaklaştırıyordu. Etrafımdaki gencecik gözlerin sabırsız bakışlarını üzerimde hissediyordum. “Hadi be amca akşama kadar seni mi bekleyeceğiz, geç artık şu odaya!” bakışlarıydı bunlar. Gülünç olan şu ki; çişimin geldiğini bile hissedemeyen ben, nasıl da insanların beklentilerine karşı bu kadar duyarlı olabiliyordum. Sabırsızca gelişimin beklendiği koridorlar geçmişimin yosunlu duvarları ardında kalmıştı. Dün gibi yakın, sonsuzluk kadar uzak. Zihnimin her bir köşesi bu güzel anılarla doluydu. 
  Evliliğimizin ilk yıllarıydı. Minik oğlumuz asansörün sesini duyar, kapıyı açıp sabırsızca yolumu gözlerdi. Asansörün kapısı açılır açılmaz mis gibi yemek kokuları dolardı burnuma. 
  Derin bir nefes alıyorum aynı kokuyu duymanın ümidiyle, keskin bir ilaç kokusu burnumu sızlatıyor, vazgeçiyorum. Bir, iki saniye sürüyor soluksuz direnişim. Yaşamın gerekli kıldığı her gülünç alışkanlık gibi bu da bedenin ölüme meydan okuyuşu. Vazgeçtim demeyle geçilemiyor yaşamdan. Ölümün kaçınılmazlığından da kaçınılmaz yaşamın sürekliliği. Bu çürümüş bedene sıkışıp kalmış engin bir ruh; sabırsız ölümle kucaklaşmak için. Üstelik henüz ölmeden çürümüş olan bedenin, yaşam arzusuna inat. 
  Anılarım da tüm bu itici koşullara rağmen taptaze karşımda duruyor. Sahnemde artık serum askıları, soluk renkli monitörler ve damgalı nevresimlerle kaplı yatak örtüleri yok. Dev bir hortum hepsini hastanenin tavanı ile birlikte içine alarak göğe yükseliyor. Etrafımızı saran duvarlarla birlikte, tüm o önlüklüler çetesi saydamlaşıyor. Titrek elimin içerisinde sıcacık avcunu hissediyorum sevdiğimin. Hatırladığım son hali gibi değil. Damarların, kemikler ile görünme yarışına girmediği zamanlardan kalma bir anı. Mevsim sonbahar. Yapraklar renkten renge giriyor, yanıyor kimisi; alev alev. Attığımız adımlara komşu minik fareler arkalarında çıtırtılar bırakarak yer örtüsünün altına, ikinci bir dünyaya doğru kaçışıyorlar. Göl ile aramızda yükselen sazlıklar su kuşlarının yuvası. Yuvamızdan uzaklaşmak, soluklanmak demek o zamanlar bizim için. Biraz olsun mola vermek hayata; nefes almak, huzur bulmak. Aslında ne kadar da sıkıntısız olduğumuzun farkında olmadığımız zamanlar. Sağlıklı, güçlü ve mutlu olduğumuz… Tek derdimiz biraz daha fazla para kazanmak, geleceğe yatırım yapmak. Çünkü geleceğe taşınan tek şeyin para olduğunu sanıyor ve en çok parayı tüketirken endişe duyuyoruz. Kavgalarımız şiddetli, egolarımız ezeli düşman. Anın paha biçilmezliğinin farkında değiliz. Değersiz gündelik uğraşılar karşılığında harcayıp duruyoruz. Oysa o anı anılarda değil de gerçekte yaşamak uğruna, kalan ömrümün tamamını (geriye ne kaldıysa) vermeye hazırım. Olmuyor.

    “Hadi amcacığım.” diyerek bir el nazikçe kolumdan tutup yatağıma oturmama yardımcı oluyor ve bu temas beni yeniden antibiyotik kokan, bana ait olmayan kırık dökük bedene hapsediyor.

( Zaman Değirmeninde başlıklı yazı eşahin tarafından 27.01.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.