.
Selim, zayıf, uzun boylu, kibar bir gençti. Çalıştığım işyerinin satış bölümüne tezgâhtar olarak girmişti. Bölümde bizden başka üç kişi daha vardı. Satış sorumlusu Naci Bey, kasaya bakan Hatice ve tezgâhtar Şükran. Selim işe yeni başladığında Naci Bey ona işi şöyle bir anlatmış, geri kalan detaylarını öğrenmesi için biz kızlara havale etmişti. Selim, takıldığı bir şey olduğunda diğerlerinden çok bana soruyordu. Önceden tecrübesi vardı bu işte ve bir iki günde her şeyi kavramıştı.
 
Müşterilerin yoğun olmadığı zamanlarda, aramızda sohbet ederken, Selim’in özel hayatını az çok öğrenmiştik. Yirmi dört yaşındaydı. Lise ikinci sınıfta iken babasını kaybetmiş, bu yüzden yüksek tahsil hayalinden vazgeçerek, lise biter bitmez evin geçimini üstlenmiş. Bir baba dostu onu, irtibatta bulunduğu mağazaların birine işe sokmuş. O günden beri de aralıksız çalışıyormuş. İşyeri mali sebeplerden dolayı işçi çıkartınca buraya gelmiş. Kendisinden küçük iki kız kardeşini de okutmaya çalışıyormuş. Fedakâr biriydi, sözün kısası.
 
Her sabah ince, çubuk gibi parmaklarıyla çay getirir, “Afiyet olsun.” der, tekrar işinin başına dönerdi. “Ben kendim alırım, zahmet oldu.” dememe rağmen, getirmeye devam ederdi. Artık doğal karşılıyor, hatta her sabah çayımı getirmesini bekliyordum ve o hiç aksatmıyordu. Bütün samimiyetimiz bundan ibaretti. Bazen beni hayranlıkla süzen bakışlarına rastlıyordum ama görmezden gelmeyi tercih ediyordum. Hayalimdeki evleneceğim adam gibi zengin biri değildi Selim. Havalı da bulmuyordum. Alttan alan, sevecen tavırlarıyla çok mazbut bir hali vardı. Ben atak, hareketli, esprili, az buçuk şeytani erkekleri daha çok beğeniyordum. Şükran da Selim’in bana bakışlarını yakalamıştı birkaç kez. Öyle, sırlarını içinde tutan birisi değildi. Dayanamadı bir gün, konuyu açtı.
 
- Zuhal, bu oğlanın sana ilgisi var kız. Ha, ne dersin?
 
- Aman Şükran, bırak Allah aşkına! Çok mıymıntı be! Ben yapamam onunla.
 
- Öyle deme kız. Valla çok temiz biri. Arasan bulamazsın. Hemen “Yok.” deme.
 
- Yok, yok, istemem! Sen de boş ver, ilgilenme.
 
Kestirip atmamdan dolayı fazla üstelemedi. Dudaklarını aşağıya doğru büküp giderken tembihlemeyi de ihmal etmedi.
 
- Sen bilirsin ama pişman olma sonra.
 
Bir gün, eve gitmek üzere hazırlanırken, personele ait giyinme yerinde, çantamın yanına bırakılmış kırmızı bir gül buldum. Kimin bırakmış olduğunu tahmin etmiştim. Gülü orada bırakarak, çantamı kapıp aceleyle çıktım. Sabah tekrar geldiğimde gülü yerinde görmeyince derin bir nefes aldım. Ne kadar iyi, ne kadar sevecen olursa olsun, Selim’le yakınlık kurmak istemiyordum.
 
Aradan üç ay geçmişti. İşyerine getir götür işlerini yapan Ali isminde bir yardımcı alınmıştı. Ali, akıllı, oldukça uyanık bir gençti. On yedi yaşın havailiği yoktu üzerinde. Çok geçmeden mağazada dönen bütün işleri kavramıştı. Sabahları çayımı artık Ali getiriyordu. Selim de giderek içine kapanmış, bütün ilgisini müşterilere vermişti. Gülü kabul etmemem umudunu kırmıştı anlaşılan.
Bahar aylarının sonlarına doğruydu. Bir gün Hatice ortaya bir fikir attı.
 
- Havalar ısındı artık arkadaşlar. Bu pazar deniz kenarına pikniğe gidelim mi? Ne dersiniz?
 
Şükran hemen “Mağazada kim kalacak?” diye sordu. Hatice onu da düşünmüştü. Naci Bey ve Ali haricindekiler gidecektik. Zaten Pazar günleri nöbetleşe ikişer kişi kalıyorduk mağazada. Sorun olmayacağını söyledi ve ballandıra ballandıra nasıl da güzel bir gün geçirebileceğimizi anlatıp bizi ikna etmeye uğraştı. Kızları ve beni kastederek “ Üçümüz mü gideceğiz?” dedim. Hatice “Yo, Selim de istiyorsa gelir. Hatta ben kız kardeşimi de alacağım. Şükran ve sen de annenizi çağırırsınız. Kalabalık oluruz; daha iyi.” dedi. Selim yüzümün buruşmasından onu istemediğimi anlamıştı. “Rahatsız olacaksanız ben gelmeyebilirim.” demesi üzerine Hatice ve Şükran rahatsız olmayacaklarını, aksine memnun olacaklarını söylediler. Bu konuşmadan sonra, mızıkçılık yapmamak adına, ben de kabullenmek zorunda kaldım.
 
                                xxx
 
Pazar sabahı hepimiz kararlaştırdığımız otobüs durağında buluştuk. Ellerimizde piknik çantaları, gelen ilk otobüse bindik. Son durakta inip, epey yürüdükten sonra nihayet deniz kıyısına vardık. Hatice, kız kardeşini almakla kalmamış, iki komşu kızını daha getirmişti. Şükran, ağabeyi Hakan’la, Selim, kendisinden bir küçük, on yedi yaşındaki kız kardeşi Sema ile gelmişti. Annem gelmek istemeyince ben tek başıma katılmıştım gruba. Hemen uygun bir yer ayarlayıp, yaygılarımızı serdik. Yiyecek içeceklerimizi çantalarımızdan çıkarttık. Yolda acıkmıştık çünkü. Neşe içerisinde sohbet ederken bir yandan da karnımızı doyurduk. Kalanları bir ağaç altına çektikten sonra etrafın tadını çıkarmak için dağıldık. Hatice deniz delisiydi. Kendini hemen suya attı. Selim hariç diğerleri de ardından denize girdiler. Ben eteklerimi dizlerime kadar çekip kıyı boyunca su içinde volta atmaya başladım. Biraz sonra Selim yanımda bitiverdi.
 
- Sen denize girmiyor musun?
 
- Hayır, böyle iyi. Gördüğüm kadarıyla senin de girmeye pek niyetin yok.
 
- Şortum içimde. Birazdan girerim ama şimdi biraz konuşalım mı?
 
Anlaşılan canımı sıkacaktı. Gerilmiştim. Tedirgin bir ifade ile yüzüne baktım. Sevgi dolu gözlerle beni süzüyordu ve ne tepki vereceğimi ölçüyordu. Sert bir sesle sordum.
 
- Ne konuşmak istiyorsun? Seni dinliyorum.
 
- Niye ters ve soğuk davranıyorsun Zuhal? Sana karşı yanlış bir şey mi yaptım?
 
Aniden durup suyun içinde ayaklarıma takılan bir yosun parçasından kendimi kurtardıktan sonra, geriye dönüp yürümeye devam ettim. Selim de benimle birlikte döndü. Cevap bekliyordu. Almadan da yanımdan gitmeyecek gibiydi.
 
- O gülü sen mi bırakmıştın çantamın yanına?
 
- Evet, kızdın mı?
 
Sustum. Ne diyebilirdim ki? “Kızdım.” desem kalbi kırılacaktı. “Kızmadım.” desem yüz vermiş olacaktım. Onu üzmek de istemiyordum. Nihayetinde, bana karşı hep terbiyeli ve kibar davranmıştı. Üzülmeyi hak etmiyordu.
 
- Alışık değilim de, tuhafıma gitti. Üstelik ne gerek vardı?
 
- Sana güzel bir şey vermek geldi içimden. Senin de bana bir şey vermeni çok isterdim.
 
Eyvah! Konuşma, arzu etmediğim bir yöne doğru gidiyordu. Eğilip sudan yuvarlak küçük bir çakıl taşı çıkardım ve Selim’e uzattım. “Bu ne?” dedi şaşkınlıkla yüzüme bakarak. O esnada beni kolumdan tutup sabitlemişti olduğum yere. Hayal kırıklığı laciverte kaçan mavi gözlerinin kısılmasından anlaşılıyordu. “Kalbim.” dedim. “Hoşuna gitmediyse tekrar denize atabilirsin.”
 
- Çok soğuk, buz gibi.
 
Başka bir şey söylemedi. Çakıl taşını pantolonunun cebine koydu yavaşça. Ellerini “Söyleyecek ne kaldı ki?” anlamında iki yana açtı. Ardından hızla yanımdan uzaklaştı. Biraz sonra o da kendini denizin soğuk sularına bırakmış, açıklara doğru yüzmeye başlamıştı.
 
Tekrar yaygıların olduğu yere gidip, sırtımı ağaca yaslayarak cep telefonumla annemi aradım. “Arada telefon et, beni merakta bırakma.” diye tembihlemişti sabah evden çıkarken. İyi olduğum bilgisini verip, kısa bir konuşma yaptım. Başımı arkaya atıp gözlerimi kapatarak az önce Selim’le yaptığımız tatsız konuşmayı düşünmeye başladığım esnada, yüzüme birkaç damla su geldi. Ardından Hakan’ın gülme sesi… Denizden avucunda su biriktirerek gelmiş ve bana küçük bir şaka yapmıştı. Bütün dişlerini görebileceğim şekilde gülüyordu. Aslında böyle şakalardan hoşlanan birisi değildim ama onun neşesini bozmak istemediğimden ben de gülümsedim. Yüzümdeki ıslaklığı silmem için eşyalarını şöyle bir karıştırarak bulduğu kâğıt mendili uzattı.
 
- Al kız cadı! Niye girmedin denize; söyle bakayım! Mayon mu yok yoksa?
 
- Hayır, var. İçime giymiştim. Ne bileyim, canım istemedi işte.
 
Birden üzerime atılarak, giysilerimi çıkartmaya başladı. Bir yandan da “Olmaz öyle şey. Mızıkçıları sevmem, gireceksin.” diye söyleniyordu. Elimle ne kadar müdahale ettiysem de başa çıkamadım. Ardından beni sürükleyerek deniz kıyısına kadar götürdü ve suya fırlattı. Kendisi de arkamdan denize girmiş, yüzüme su atıyordu.
 
- Hadi, açılalım. Yüzme biliyorsun, değil mi?
 
- Biliyorum tabii, ne sandın?
 
Neşe içinde epey yüzdük. Durmadan konuşuyordu. Daha önce başından geçen komik olayları anlatırken epey gülüştük. Köpekbalığı gördüğünü söyleyerek beni bir ara korkuttu da. Gözlerimin deniz suyunda yeşile döndüğünü, çok güzel göründüğümü söyleyerek iltifatta bulundu. Gözüme girmeye çalıştığını düşünmeye başlamıştım. Üşüdüğümü söyleyip çıkmak istemesem, daha epey süre denizde kalmaya niyetli gibi görünüyordu. Benimle beraber o da çıktı. Deniz kenarına bıraktığı havlusunu, sarınmam için uzattı.
 
- Bak, bu havluları satıyorum. Herkese bedava vermem. Kıymetini bil.
 
- Aaa, teşekkürler. Kabul edemem ama. Demek ticaretle uğraşıyorsun.
 
- Evet, toptan, perakende… Bir şeyler yapıyoruz işte. İyi kazanıyorum, hamdolsun.
 
- Yeriniz nerede?
 
- Sizin işyerinin iki arka sokağında. Şükran söylemedi mi hiç?
 
Şükran niye söylememişti sahiden? Belki de söylemişti; ben dikkat etmemiştim. Hakan’a alıcı gözle baktım. Eğlenceli, konuşkan, yakışıklı ve en önemlisi gelir durumu iyi olan bir gençti. Şayet arkadaşlık teklif edecek olsa kabul edecektim. Çünkü onu daha yakından tanımak istiyordum. Diğerlerinin yanına varmıştık. Denizden çıkınca tekrar acıkmış olmalıydılar ki hepsi de bir şeyler yemekle meşguldü. Hakan üstüne mavi tişörtünü giyip, hemen yemek başına çöktü.
 
- Bize de kaldı mı millet? Hepsini bitirmediniz inşallah.
 
- Kaldı kaldı pis obur! Haydi, oturun da siz de yiyin. Haydi Zuhal, sallanma. Geç şöyle Hakan’ın yanına.
 
Şükran, ağabeyini şakayla karışık azarladıktan sonra, elimize böreklerden sıkıştırdı ve birer bardak da meşrubat verdi. Afiyetle yemeye başladık. Selim hemen karşımızdan göz ucuyla bizi süzüyordu. Yakınlaşmamızdan hiç hoşlanmamıştı. Günün geri kalan kısmında hiç konuşmamayı tercih etti. Canının sıkılmasından kendimi sorumlu tutmadığım için aldırış etmedim.
 
Nihayet güzel bir günün sonuna gelmiştik. Geldiğimiz yoldan geri döndük ve vedalaşarak evlerimize gitmek üzere dağıldık.
 
                                      xxx
 
Pazartesi günü monoton iş hayatımıza dönmüştük. Şükran, gözleri ışıldayarak kapıdan içeri girdi ve doğruca yanıma yaklaştı. O sırada elimdeki malları askılara yerleştirmekle meşguldüm. Fısıldayarak, “Bırak şimdi onları. Önce beni dinle. Sana haberlerim var.” dedikten sonra ekledi. “Hakan senden çok hoşlanmış. Daha yakından tanımak istiyormuş. Beni de epey sorguya çekti. Sen ne dersin?” Elini ikna etmek için omzuma koymuştu. Anlaşılan ağabeyi ile arkadaşlık etmemi o da istiyordu. Sevindiğimi ve hevesli olduğumu belli etmeden “Bilemiyorum ki, uygun düşer mi acaba?” dedim. “Aaa, deli kız! Niye uygun düşmesin? Ben yakıştırdım ikinizi. Bak, zorlamış gibi olmayayım ama abim iyi birisidir. Tanı istersen.” Doğrusu, Hakan’la yakınlaşma fırsatını bu kadar çabuk elde edeceğimi ummuyordum. Nazlanmanın sırası değildi. “Ne bileyim, sen öyle söylüyorsan…” Şükran yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra ellerini ovuşturdu. “Tamamdır bu iş. Abime müjdeyi veririm akşam. Hadi bakalım, hayırlısı olsun.” O yanımdan ayrıldıktan sonra akşama kadar hep Hakan’ı düşündüm. Kalbim her zamankinden hızlı çarpıyordu. Kendimi çok mutlu hissediyordum.
 
Selim öğleye doğru Naci Bey’le görüştükten sonra mağazadan çıktı, gitti. Akşama kadar da dönmedi. Herhalde izin almıştı. Ertesi gün de gelmedi. İşine hiç aksatmadan gelirdi oysa. Şüphelenmiştim. Hatice’nin yanına gidip Selim’in neden gelmediğini sordum. “Dün vedalaştı ya bizimle… İşten ayrıldı. Seninle konuşmadı mı yoksa?” dedi. Müşterilerle ilgilenmekten ve Hakan’ı düşünmekten Selim’in diğerleriyle vedalaşmasını fark edememiştim. O da bana bir “hoşça kal” demeden gitmişti. Sanırım her şeyin farkındaydı ve beğendiği kızın bir başkasıyla yakınlaşmasına şahit olmak istemiyordu. Gururu bunu kaldırmazdı. Benim yüzümden işsiz kalmasına üzülmüştüm. “İnşallah çok çabuk iş bulur.” diye dua ettim.
 
                                      xxx
 
- Hakan, emin misin? Bu kadar acele etmeseydik… Birbirimizi tanıyalı henüz iki hafta oldu daha.
 
Hakan, rüzgârdan dağılan saçlarımı elleriyle düzeltip, yanağımdan bir makas aldı. Dudaklarımı iki parmağıyla örtüp, heyecanlı ses tonuyla konuşmaya devam etti.
 
- Seni seviyorum güzelim! Beklemek niye? İkimiz de evlenecek yaştayız. Hatta geldi de geçiyor bile. Çocuklarımızın bize dede ve nine demesini istemezsin herhalde.
 
Ardından da eli bastonlu, beli bükülmüş ihtiyar taklidi yapmaya başladı. İşte, yine bütün şirinliğiyle beni güldürmeyi başarmıştı. Ona “Hayır.” demek mümkün değildi. Yine de düşünmek ve aileme danışmak istiyordum. Evlilik kararı ciddi bir şeydi ve öyle oldubittiye getirilemezdi. Yüzümden, tereddüt ettiğimi anladı. “Anlaşılan sevgim karşılıklı değilmiş.” diye sitem etti. “Yooo, ben de senden hoşlanıyorum. Sadece biraz erken olduğunu düşünüyorum. Üstelik ailemin de arkadaşlığımızdan haberi yok. Nasıl olacak bilemiyorum.” Gerçekten de bir anda kendimi kapana sıkışmış gibi hissetmiştim. Hakan’da aradığım özellikler vardı ama iyi tanıdığımı söyleyemezdim. “Olur, olur. Seninkilere uygun bir dille anlat durumu. Bu hafta sonu isteteceğim seni. İtiraz istemem. Ona göre ha!” Kestirip atmıştı her zamanki gibi. Kendimi karşı koyamayacak kadar aciz hissediyordum. Omzuma elini atıp, “Hadi gel, karnımızı doyuralım. Şöyle yakışıklı iki balığa ne dersin?” dedi.
 
Dediği gibi oldu. O Pazar gününün akşamı beni ailemden istemeye geldiler. Bizimkiler kısa bir soruşturmadan sonra “Evet.” dedi. Haftasına söz yüzüklerimizi taktık. Bir ay sonra nişanlanıp, yaklaşık iki ay sonra da evlendik. Nişanımızdan önce, evlilik hazırlıkları yapmak üzere işten ayrılmıştım. Üstelik Hakan artık çalışmamı istememiş, kazancının geçimimizi rahatlıkla karşılayacağını söylemişti. Mutena bir semtte ev satın alıp, içini içime sinen bir şekilde, güzelce döşemiştik. Evliliğimizin ilk iki senesinde gayet mutluyduk. Ancak, mutluluğumuza yavaş yavaş gölge düşmeye başlamıştı. Çok istediğimiz halde çocuğumuz olmuyordu. Hakan gitgide sinirli tavırlar sergilemeye başlamıştı. Kendi huzursuzluğunu bana da yansıtıyordu. Bir gece oturup bu konuyu detaylıca görüştük. “Bir çocuğumuz olmasını ben senden daha fazla istiyorum Hakan. Biliyorsun, senin arzun üzerine işimden ayrıldım, evde yapacak bir iş bulamıyorum. Bebeğim olsaydı onunla zaman geçerdi. Böyle çok canım sıkılıyor. Üstelik senin suçlu sanki benmişim gibi bana kızmana da bir anlam veremiyorum. Bu durum daha fazla böyle sürmez.” dedim. Üzerime fazla geldiğini anlamıştı. Doktora gitmeyi teklif etti. Sevinçle kabul ettim.
 
Birkaç gün sonra tam teşekküllü bir hastaneye gidip doktora sorunumuzu anlattık. Dediğine göre, bazı tetkiklere ihtiyaç vardı, öyle kısa bir muayenede anlaşılamazdı. Biz her türlü sıkıntıya çoktan razı olmuştuk zaten. Yeter ki bir çocuğumuz olsundu. Birkaç gün sonra elimizde sonuçlarla tekrar doktorun karşısına çıktık. Doktor bey kâğıtları inceledi ve başını kaldırarak gözlüklerinin üstünden Hakan’a baktı. Sıkıntılıydı.
 
- Sen daha evvel -Ne bileyim, küçükken mesela…- ateşli bir hastalık geçirdin mi? Hatırlıyor musun?
 
- Evet, geçirdim birkaç defa. Sık sık hastalanırdım. Bebek sahibi olamayışımızla bir ilgisi mi var yoksa?
 
Hakan, yaslandığı deri koltuktan aniden doğrulmuş, koltuğun ucuna kadar kaymıştı. Gözlerini endişeyle kısmış, dudaklarını kemiriyordu. Doktor, raporlara tekrar baktıktan sonra, başını kaldırarak teskin edici bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
 
- Evet, ilgisi var. Ancak, hemen telaşa kapılmak doğru değil. Gecikmeden tedaviye başlamamız gerekiyor. Karar verdiğiniz zaman sekreterimden randevu alırsınız.
 
                                     xxx
 
Doktorumuz, odasından ayrılmadan önce elimize yemek listesi vermişti. Bundan sonraki yaşantımız hakkında, uyku düzenimize varana kadar, bizleri uzun uzadıya bilgilendirmişti. Ben de eşimin hormon haplarını düzenli almasına yardımcı oluyordum. İlaçların yanı sıra, yemesi içmesi de önemliydi. Fakat Hakan’ın tedavisine başlamamızın üzerinden aylar geçmesine karşın hâlâ hamile kalamamıştım. Hakan umudunu gitgide yitiriyordu. Çok sinirli olmuştu. Eski sevecen halinden eser kalmamıştı. Bir gün, hapları pencereden dışarı fırlattı. Engel olmaya çalışırken bana da bir tokat attı. Bu ilk tokattan sonra her bahane ile dayağını yer olmuştum. Artık eve de içkili olarak geç geliyor, tek kelime etmeden kendini yatağa atıyordu. Her ne kadar anlayış göstermeye çalışsam da ben de artık bu gerginliğe tahammül edemiyordum. Nihayetinde patladım.
 
- Sen ne yapmaya çalışıyorsun Hakan? İlaçlarını almadığın gibi alkole de başladın. Doktor içkiyi kesinkes yasaklamıştı hatırlarsan. Anlaşılan bebek sahibi olmamızdan ümidini kestin. Bu benim için o kadar önemli değil artık. Bana karşı olan kaba ve sert tavırlarına daha fazla müsaade edemeyeceğim. Ya kendine gelir, eski sevgi dolu kocam olursun ya da böyle devam edeceksen boşanmak istiyorum.
 
Hakan yine sarhoştu ve ayakta zor duruyordu. Eliyle beni itekledikten sonra salona geçip kanepeye uzandı.
 
- Ne halin varsa gör; umurumda değilsin, anlıyor musun? Ben bitmişim zaten.
 
Birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Gözyaşları karşısında dayanamadım ve hemen yanına giderek diz çöküp eşime sarıldım. Ben de gözyaşlarımı tutamıyordum. Onu üzdüğüm için gönlünü almaya çalıştım.
 
- Hakan, ne olur böyle yapma. İstersen tekrar doktora gidelim yarın. Belki başka bir doktora da görünebiliriz. Umudunu niye kesiyorsun? Hiç çocuğumuz olmasa da yine mutlu oluruz. Hatta evlâtlık bile alabiliriz. Yeter ki birbirimizi kırmayalım.
 
- Hayır, Zuhal. Evlâtlık almaya karşıyım; biliyorsun. İleride çok sorun çıkıyor. Sana kötü davrandığım için beni affet ama senin de hayatını karartamam. En iyisi, daha fazla acı çekmeden ayrılmamız.
 
- Ne olur böyle söyleme. Ben ayrılalım derken ciddi değildim aşkım. Sadece seni kendine getirmek istiyordum.
 
Hakan, yattığı yerden doğrularak, gözyaşlarını elleriyle sildi. Derin bir iç geçirdikten sonra ellerimi ellerinin arasına alarak gözlerimin içine baktı.
 
- Zuhal, ben çok ciddiyim. Aslında bir müddettir düşündüğüm fakat söylemeye bir türlü cesaret edemediğim şeyi söyledin, biliyor musun? Boşanmamız en doğru karar olacak. Seni daha fazla mutsuz etmeye hakkım yok. Sen çok iyi birisin. Bebek sahibi olmayı ne kadar istediğini biliyorum. Ben kendimden ümidimi kestim, bari sen mutlu ol.
 
Evliliğim bitmek üzereydi. “Boşanalım.” dediğime bin pişman olmuştum şimdi. Vazgeçirmek için ikna etmeye çalıştım.
 
- Bütün yolları denemedik ki ama… Hemen böyle ümitsizliğe kapılmana ne gerek var?
 
- Doktora yeniden gidelim dedin ya canım. Ben senden habersiz iki doktora daha gittim. Kısır olduğuma dair kesin teşhis koydular. Sana söylemeye çekindim. Bu dertle baş etmeye çalışırken sana da kötü davrandığımı biliyorum. Ne olursun beni tüm yaptıklarımdan ötürü affet bir tanem.
 
Eşimin boynuna sarılarak öpücüklere boğdum. Ne olursa olsun ayrılmak istemiyordum.
 
- Afettim aşkım. Zaten hiç kırılmamıştım ki! Ne olur, eskisi gibi iyi davranalım birbirimize. Beni sev yeter; bebek falan istemiyorum. Benim için sen önemlisin. Hem de her şeyden daha çok.
 
Hakan saçlarımı okşarken “Ben de seni her şeyden çok seviyorum. Bunu sakın unutma.” dedi. Uzun zamandır ağzından sevgi sözcükleri duymamıştım. İçimi mutluluk kapladı. Aramız düzelmişti işte. Daha ne isteyebilirdim ki?
 
                                    xxx
 
Olaylar düşündüğüm gibi gelişmedi. Artık bana eskisi gibi kötü davranmıyordu ama ilgisini de kesmişti. Benim mutluluğum için ayrılmamız gerektiğine inandığından dolayı, aradan çok geçmeden boşanma davası açtı. Devreye aile büyüklerini ve yakın arkadaşlarımızı sokmama rağmen onu bu fikrinden vazgeçiremedik. İki celsenin sonunda, karlı bir kış günü boşandık. Hakan evi ve içindeki eşyaları bana bırakmış, evden bir valizle çekip gitmişti. Sevgili kocam beni ebediyen terk etmişti. Uzun müddet kendime gelemedim. Bankada adıma açtırdığı hesaba para yatırarak, maddi açıdan destek olmaya devam ediyordu. Ona daha fazla yük olamazdım. Çalışmaya karar vermiştim. Nihayet bir firmada sekreter olarak işe başladım. Aylar yıllar birbirini kovalamıştı ve boşanmamın üzerinden tam beş yıl geçmişti. Hakan’ın sevgisi de kalbimden zamanla silinmişti. Hatta ayrıldığımız için ona öfke bile duyuyordum. Böyle yapacağını bilseydim beni deli gibi seven Selim’e “evet” derdim. Bunca acıyı da çekmezdim. Günlerim, mazinin muhasebesini yaparak, hayattan tat almadan, mutsuz bir şekilde geçip gidiyordu. Ailemin “Tekrar evlen.” baskısı da giderek artsa da şimdilik yeniden evlenmeyi düşünmüyordum. 
 
Bir gün iş dönüşü, birinin bana seslendiğini duydum. Dönüp baktığımda, arkamdan bana yetişmeye çalışan Selim’le karşılaştım. Durup yanıma gelmesini bekledim. Nefes nefese kalmıştı. Tokalaşıp merhabalaştık.
 
- Nasılsın Zuhal? Bir an benzettiğimi sandım ama iyice bakınca sen olduğunu anladım. Halini hatırını sorayım, dedim. İyi misin?
 
- Birden karşımda görünce ben de çok şaşırdım doğrusu. İyi diyelim, iyi olalım. Sen nasılsın?
 
- Haydi, gel sana içecek bir şeyler ısmarlayayım vaktin varsa. Mahzuru yok, değil mi?
 
Biraz sonra, bir kafeteryaya oturmuş, çaylarımızı yudumluyorduk. Selim, eskisinden de yakışıklı gözüküyordu. Her zamanki gibi çok kibardı. Bir ara, gözü yüzük parmağıma takıldı. Tereddüt geçirdikten sonra çekinerek sordu.
 
- Parmağında yüzük göremiyorum Zuhal. Her şey yolunda mı?
 
- Beş yıl önce boşandım Selim. Olmadı, yürümedi.
 
Selim, sesimdeki kırıklığı hissedince, gönlümü almaya çalıştı.
 
- Seni üzdüğüm için beni affet ama dertleşmek istersen dinlerim. Neden ayrıldığınızı da merak ediyorum. Birbirinizi severek evlenmiştiniz.
 
- Sevgisizlikten değil Selim. Eşimin çocuğu olmuyordu. Beni de çocuk sevgisinden mahrum bırakmamak için ayrılmayı tercih etti. Evliliğimiz bu yüzden yıkıldı.
 
- Çok üzüldüm gerçekten. Akla gelmeyen başa geliyor işte. Kendini fazla üzme. Daha çok gençsin. Yeniden evlenebilirsin.
 
- Öyle ama… Sen evlendin mi peki?
 
Selim’in gözleri dalgınlaşıp buğulanmıştı. İnce parmaklarını birbirine kenetledi ve üzgün bir halde konuşmaya devam etti.
 
- Mağazadan ayrıldıktan sonra, bir yerde depo sorumlusu olarak göreve başladım. Bir buçuk yıl geçmeden annemi kaybettik. Biliyorsun; iki kız kardeşim var. Onların sorumluluğu tamamen bana kaldı. Okullarını bitirip evlenmelerine yardımcı oldum. Daha sıra bana gelmedi. Bir sürü borç, harç… Belimi yeni yeni doğrultabildim.
 
Selim, her zamanki fedakârlığı ve tevazusu ile karşımdaydı gene. Anlattıkları onu gözümde daha bir yüceltti. Başkalarını kendine tercih edebilecek güzellikte, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Değerini bilememiş, bana duyduğu büyük aşka karşılık vermemiştim. İçimden “Keşke Selim’i tercih etseydim.” diye bir pişmanlık geçirdim. Acaba benimle evlenmek ister miydi? Bunu öğrenmenin bir tek yolu vardı: sormak. Ben de onu yaptım.
 
- Beni hâlâ seviyor musun Selim?
 
Sorum karşısında Selim’in sarsıldığını hissettim. Şaşkın bir ifade ile yüzüme bakakalmıştı. Birden oturduğu yerden kalktı ve yanıma gelerek sandalyenin arkasına astığım mantomu giymem için tuttu.
 
- Haydi, dışarı çıkalım Zuhal. Sen çantanı al, ben hesabı ödemek için kasaya uğrayacağım.
 
Yağmur başlamıştı. Islanmamak için saçak altlarından yürümeye gayret ediyorduk. Köşe başına geldiğimizde Selim yürümeyi keserek durdu. Bana doğru dönerek yüzüme dikkatlice baktı.
 
- Biraz önce bana bir şey sormuştun Zuhal. Cevabını istiyor musun?
 
- Evet, tabi…
 
Selim “Pekâlâ, senin tarzınla cevap vereyim o zaman.” dedi. Eğilerek yerden bir taş parçası aldı ve avucuma koydu. “Bak bakalım, seninki kadar soğuk mu?” Evet, soğuktu. Hatta buz gibiydi. Ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Gözyaşlarımı görmesini istemediğim için arkamı dönerek hızla yanından uzaklaştım.
 
Mücella Pakdemir

( İki Soğuk Taş - Öykü - başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 26.01.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.