Hayli serin, kasvetli ve rutubetli bir ilkbahar sabahıydı.  Güneşin   doğuşuyla  şehri  kuşatan ağır sis tabakası, perde perde karşı dağlara ağmaya başlamış, ortalık ışımıştı. Komşu ildeki  mahkemenin  ilk   duruşmasına  yetişmek üzere, müvekkilimin aracıyla  yola çıkmış epey yol almıştık ki:


‘’Kaya Bey, araba hızlanınca araçta bir uğultu duyuluyor. Sizde fark ettiniz mi?’’


‘’Daha önce yoktu, arıza yeni oldu demek ki.’’


‘’Neden olmuş olabilir? Araba tamirinden anlıyor musunuz?’’


‘’Valla ne yalan söyleyeyim; ben sadece arabanın direksiyonu, debriyajı, freni, en çok da hızıyla flört ettim şimdiye kadar hepsi bu.  Rahmetli babam bu işlerde çok temkinliydi. Kaç kere uyardı beni. ‘’Oğlum tamir yapmasan da öğren. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağ başında af buyurun apışıp kalırsın bir gün arabayla tek başına. Madem kullanıyorsun bu mereti sen ona hükmet, o sana değil. Arabanın her aksamı derdini ayrı nağmeyle anlatır. Kâh çın çın öter kâh uğuldar, bazen de gıcırdar. Gaz boğulunca ayrı, tekeri patlayınca ayrı makamdan yükseltir sesini,’’ derdi ama cahillik,  öğrenmeye yeltenmedim hiç. Hatta bir gün dediği gibi dağda bir başımıza kalmıştık arkadaşlarla. Ne arabayı bırakıp gidebildik ne de onca yolu akşamın alacasında yürümeyi göze alabilmiştik. Amiyane tabirle cascavlak kalıverdik dağın başında, yiyeceksiz, korunmasız. Hem çok komik, hem çok acı bir tecrübeydi. Gençlik işte, yine de pay çıkarmamıştım kendime.’’


‘’Öyle mi? Anlatmak isterseniz dinlemek isterim açıkçası. Yolumuz epey uzun nasıl olsa.’’


‘’Biraz uzun sıkmayayım sizi?’’


“Konuşmaktan ziyade dinlemekten hoşlanırım. Buyurun lütfen.’’


‘’Lise son sınıf öğrencisiyiz. Arkadaşlarımın içinde bir tek babamın arabası vardı, o zamanlar. Portakal renkli Renault. Nasıl göz alıcı, nasıl nazlı nazlı içiyor yolları. Gelinlik kız, bir afet-i devran. Arkadaşlar arasında itibarım katmerli. Bende şoförlük var ama ehliyet yok o zamanlar. Parmak ucuyla çeviriyorum direksiyonu, asfaltı ağlata ağlata susuz katırlar gibi kat ettiriyorum mesafeleri. Sahilden uzak bir düzlükte piknik yaparız, denize girer serinleriz diye konuşup anlaştık. Pederden ona göre izin aldım güya. Öğleye doğru çıktık yola.  Arabayı  çektik  bir kasabın önüne. Külbastıları, köfteleri, sucukları hazırlattık ağzınıza layık. Sarmasıydı, yeşilliğiydi, meyvesiydi derken sepet doldu. Arkadaşlardan biri; şehri kuzeyden kuşatan dağların sırtında ‘’Karpuzçatlatan’’ diye bir çeşmenin etrafına yeni piknik alanı açmışlar, oraya gidelim diye ısrar etti. Serde gençlik, gözde karalık var ya peki dedik hepimizde. Dön baba dönelim hesabı, kıvrım kıvrım dolambaçlı yollar. Ayağım sürekli, debriyaj, gazda. Sürat son haddede. Göstergelerden biri kırmızıya döndü, kaputun üstünden de su buharları yükselmeye başladı. Elimiz ayağımız titredi. Eyvah! Dedim… Kontağı kapattım indik arabadan. Babam bu durumlarda araba su kaynattı yine der kaportaya su dökerdi. Bir bidon suyu sıcağı sıcağına boca ettim buharların üzerine. Hemen ardından da  diğer  bidondaki  suyu  sabit  su tankına doldurdum. Telaşımdan fark edememişim haşlandığımı, Feryal Hanım. Binlerce cam   kırığı   saplandı   birden gömleğimin açık kısmından bedenimin üst bölümüne.  Alevlendim, yandım kavruldum. Arkadaşlardan her biri plastik bardağı kapıp sıvışmış bu hengamede. Sarı sıcak bir mayi ile yanaştılar yanıma. Bunun ilacı budur abi deyip keskin kokulu idrarla yudular, yıkadılar elimi, kolumu ve dahi yüzümü. Gözlerimin akına varıncaya kadar…


Bağrımı verdim, reçine kokulu arsız rüzgârlara. Yellene yellene hafifledi ağrılarım. Sonrada geçti gitti sızılarım. Aldı mı bizi bir gülme. Değme parfüm kullanmaya alışkın nazik yerlerim arkadaşlarımın sıcacık özleriyle ekşi ekşi kokmuştu. Yoldan, yolaktan gelen yok. Giden yok. Çöktük arabanın yamacına. Yapacak bir şey yok, yiyecekleri çıkarttık. Mangalı yakıp etleri cızırdattılar. Oturtdular çaydanlığı köze. Yedik, içtik. Biraz etrafı kolaçan ettik dağın uğuldayan sesini dinledik. Belki bir nacak, hızar sesi duyarız diye. Arada bir ta uzaklardan homurdanarak ağır ağır yol alan tomruk kamyonlarının yeri göğü titreterek geçtiklerini görüyoruz sadece. Rüzgârın ıslık çalan sesini saymazsak birkaç sincap çıtırtısına karışan kurumuş yaprakları hışırdatarak hızlıca yol alan sürüngen ve bizim dışımızda tabiat külliyen uykuya varmış. Mantar toplamaya çıkmış, yangın kulesi görevlisi ucun ucun inip yanımıza geldi. Selamlama faslından sonra meramımızı anlattık. ‘’Su kaynatmış araba, hoyrat davranmışsın hem arabaya hem kendine  aga’’ diye teşhisi koydu. Açtım kontağı, verdiği komutları yerine getirdim. Motorda tık yok. ‘’Bekleyin, kesimciler bir bir terk eder dağı güneş inince. Yaparlarsa ne âlâ yapamazlarsa traktörle atarlar sizi köye. Araba yatar bir gece burada.  Haydi eyvallah,’’ deyip bizi birbirimize emanet ederek uzaklaştı...


Aklımıza geldikçe güldük, güldükçe acıktık. Acıktıkça yedik içtik. Nevaleler tükendi bitti. Kesimcilerin işi bitmedi. İki kişiyi arabanın başına diktik diğer ikimiz bir çeşme, bir göze buluruz diye keşfe çıktık. Epey ileride bir baba oğula rastladık. Köküne kadar indikleri reçineli çam kütüğünden çıra çıkartmak için cebelleşiyorlardı inatla. Ne meşakkatli işmiş bu çıra çıkarma işi yahu. Alınlarında bulgur bulgur ter, her biri şahadet parmağım kadar. Bir bağlam kalem çıra verdiler bize. Göze yakınmış güya tarif ettiler. Epey yol alıp vardık suyun başına. İçimizin yangın geçinceye kadar yumulduk  kar  içinde yatmış  suya sırayla. Bidonları doldurduk, sis saran tepelerden olanca hızımızla inip arabanın yanına ulaştık. Dört etrafımız kundaklamak üzereyken yetişti kesimciler. Traktör motorlarına birer birer tünemiş olan orman işçileri yaşlarına göre çevik hareketlerle bitiverdiler yanımızda. Baktılar ki dört yüzü sivilceli, bıyığı taze traşlı, sıska çocuklar bir arabanın başını çevrelemiş uzanacak bir yardım eli bekleşir, acıdılar halimize. Traktörlerin ışığında buldu içlerinden genç  olanı  arabanın arızasını:


‘’Motor bloğunu çatlatmışın abi. Çaresi yok, araba bu gece dağ havası alacak burada. Usta eli değmeden yürümez bu meret. Yarına Allah kerim.’’


Arabayı bırakıp gitsem babamın diline düşeceğim. Başını beklesek elden ne gelir. Bizde traktör motorunun her bir girintisine ayağımızı, çıkıntısına elimizi koyup yapıştık. Böylelikle indik köye. Vakit oldu mu sana yatsı. Karnımızı doyurdular Tanrı misafiri niyetine. Yatın, gündüz gözü götürürüz şehre diye tutturdular. Bir de jandarmalık olmayalım diye Köy Muhtarına rica ettik, sağ olsun kırmadı bizi. Traktörle bıraktı şehre. Ertesi günü arabayı dağdan indirmek epey tuzluya mal olduydu ta o zaman için babama. ‘’Geldin mi sözüme eşek sıpası’’ deyip durmuştu af buyurun rahmetli babam, iki lafın arasında. Arkadaşların da hiç iğneli konuşmaları bitmedi, onların himmeti olmasaymış hangi kız bakarmış benim çiçek bozuğundan beter yüzüme. İyilikleri hâlâ sırtımda yük. Bir araya geldik mi söz yumağının düğümünü o gün ki dağ başı maceramızı anlatmakla çözeriz.’’


‘’Büyüklerin sözlerine itibar etmek lazım. Her beyaz saç tecrübenin  nefesiyle  göveriyor  dipten uca. Oscar Wilde  ne güzel söylemiş. ‘’Tecrübe, herkesin hatalarına verdiği addır’’ diye. Tecrübe en büyük öğretmendir aslında ama kulak verene.’’


‘’Öyle, öyle Feryal Hanım.’’


‘’Bizde yolda bir macera yaşamasak bari Kaya Bey. Tehlike arz edebilir bu durum seyir halindeyken, bir an evvel baktırmak  gerekiyor  hâl  böyleyse.’’


‘’Hayırlısıyla şu duruşmayı bir atlatalım da, dönüşte bakarız çaresine Feryal Hanım.’’


Birden, yüzü asık bulutları önüne katıp gittiğimiz yöne doğru kümeleyen öfkeli bir rüzgâr şiddetle esti, savurdu. Yağmur damlaları tıp tıp düşmeye başladı neşeyle. Hafif bir titreme aldı beni. Fazla kalın olmayan trençkotuma sarıldığımı gören Kaya Bey kaloriferi açtı. Bu sefer de arka camda oluşan buğuyla görüş  problemi  yaşayan  müvekkilimin yüzü bulutlandı. Hemen rezistansa uzandı eli ama bu da çözüm olmadı. Aksilikler üst üste geliyordu. ‘’Besmeleyle çıkmıştık yola ama inşallah bu son olur’’ diye geçirdim içimden…


Asliye Hukuk Mahkemesindeki duruşmaya zamanında geçildi. Mahkemenin konusu;  iki hissedarlı bir taşınmazın, müvekkilim tarafından ısrarla  şufa*  hakkını  kullanmak istemesine rağmen, diğer hissedarın farklı saiklerle üçüncü bir kişiye habersizce satışından doğan ameliyenin kendi lehine çevrilmesi için açılmasıydı… Mahkeme müvekkilimin lehine -adına payın tesciline karar verilmeden önce,  satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini,  hakim  tarafından  belirlenen  süre içinde, yine  hakimin belirleyeceği yere nakden yatırma kararı verdi-  başka bir güne ertelendi.


Hava ve ortam çok sıkıcıydı.  Bir an evvel günlük yaşantımıza  dönmek   için  bulunduğumuz  şehre doğru yola çıktık.  Yağmur şiddetini azaltmış güneş az da olsa sıcacık yüzünü göstermişti. Araba seyir halindeyken gaz pedalına basınca uğultu çoğalıyor, bırakınca da kesilmiyordu.  Kaya Bey bir ara vitesi boşa aldı, uğultu aralıksız devam ediyordu.  Motorun dilinden anlamayan ben ise belli etmememe rağmen bu durumdan epey rahatsız olmuştum. Çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen Kaya Bey en sonunda dörtlü flaşörleri yakıp yolun kenarındaki, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü’ne ait  aracın  arkasına  park etti. Bu arada yolda ölçüm yapmakta olan, sonradan mühendis olduğunu öğrendiğimiz gençten yardım istedik. Aracın durumunu anlatınca gülümseyerek:


‘’Abi, ya şanzıman ya da diferansiyeldir su koy veren. Böyle  kullanman  sakıncalı. Çaresi Yaşar Usta’dır bunun.’’


‘’Nereden bulacağız bu ustayı, usta?’’


‘’Valla şansın varmış abi takriben üç  kilometre  ileride, yolun sağında tamirhanesi var. Aracın yapılırken semaverde demini almış, tavşan kanı çayı ince belliden  içmeyi,  içi lezzet dolu çi börek yemeği unutmayın  sakın.’’


Elini kasketine götürerek arabaya doğru bir bakış attı. Beni selamladıktan sonra, ıslık çala çala yönünü değiştirip uzaklaştı.


Yoldan elli, yüz metre uzaklıkta küçük, şirin bir tamirhaneydi. Ana yoldan ayrılıp tamirhane yoluna saptığımızı gören çırak bizi kapıda karşıladı:


‘’Hoş geldiniz, ne vardı abi?’’


‘’Bunu Yaşar Usta söyleyecek, kendisi burada mı?’’


‘’İçeride abi. Yaşar Usta!  Ustam!  Müşteri geldi!’’


Yaşar Usta’yı beklerken, duvarda asılı olan dikdörtgen biçimindeki levhaya takıldı gözüm:


‘’Dükkân Kapusu Hak kapusu, Hak’ kına yalvar,

Çeşmim gibidir çeşmeleri, akmasa da damlar.’’



Ne anlamlı, ne güzel söz diye geçirdim içimden. Biraz sonra yaptığı yağlı işe inat;  başında bembeyaz bone, üzerinde rengi kaybolmuş iş tulumu, güler yüzlü, elli beş, atmış  yaşlarında  ufak   tefek  bir kadın belirdi kapıda. Hayretler içinde kalmıştık. Yaşar Usta bir kadınmış meğerse. Mühendis beyin alaycı bir lisanla konuşması bu yüzdenmiş demek ki!..



‘’Hoş geldiniz beyim!  Buyurun!"


‘’İlk kez bir bayan oto tamircisiyle karşılaşıyoruz, şaşkınız. Kusura kalmayın ama…’’


‘’Anladım beyim, anladım. Her gören şaşırıyor zaten kadın kısmından motorcu mu olurmuş diye,  alışkınım ben. Bir bakalım neymiş arabanızın derdi?’’


‘’Düne kadar bir şeyi yoktu. Bu sabah  seyir  halindeyken     hızlanmak  için  gaz pedalına basınca  bir uğultu musallat oldu.  Gazdan   ayağımı  kesince de,  vitesi boşa alınca da kesilmedi."


‘’Uğultu arabanın neresinden geliyordu beyim,  fark edebildiniz mi?’’


Kaya Bey bana doğru dönüp yüzüme baktı. Mimiklerimle anlayamadığımı ifade edince:


‘’Hayır!’’ Dedi kısaca.


‘’Geç oğlum direksiyona, dinleyelim bakalım sesi. Ne anlatacak bize.’’


Araç durdu, kalktı, hızlandı. İleri, geri gitti, geldi. Nihayet tamirhanenin içine park edildi.


‘’Aleti, edevatı getir oğlum, şu krikoyu da sür  sağ  tekerin  altına.’’


Aç, susuz olduğumuzu unutup Yaşar Usta’nın arabayı nasıl tamir edeceğine odaklanmıştık. Kendisine inanmayan müşterilerinin arabalarının başından ayrılmamalarına alışkın bu küçük kadın, iki sandalye getirdi buyur etti bizleri. Serin olan tamirhanede elektrik ocağını çekti yanımıza. Çırağa seslendi:


‘’Oğlum iki çay kap gel bakalım misafirlerimize, tavşan kanı olsun.’’


‘’Beyim, ilk önce neler yapacağım bir bir anlatayım. Aklınıza yatarsa yaptırırsınız. Mal sizin, keyif sizin. Önce tekerlekte aks başındaki somunu, daha sonra fren diskini, poryaya sabitleyen ve jantı merkezleyen sabitleme pimlerini sökeceğim. Kaliper ve balataları dışarıya alacağım. Rot başının ve diskin rahat çıkması için pas sökücü ya da hidrolik yağ kullanacağım. Amortisör bağlantısını söküp aks başını ayıracağım. Geleceğiz uğultunun kaynağı porya bilyesine. Bilyenin karşılığını da çıkarmadan önce, segman pensesi ile segman sökülecek. Pres yardımı ile  kalan parçasını da  çıkarıp kurtulacağız eskisinden.’’


‘’Yaşar Usta’m, sen nereden biliyorsun bütün bunları?’’


‘’Meslek sırrı beyim… Meslek sırrı.’’


‘’Oğlum!  Ablana söyle demlesin kozak çayını.’’


‘’Çoktan söyledim bile Ustam!’’


‘’Kozak çayımı, ustam!  İlk kez duyuyorum.’’


‘’Gelelim yeni bilyenin takılmasına. Burada uygun  aparat kullanmak lazım. Yoksa bilye bozulur. Pres ile bilyeyi oturtuyoruz ve segmanını takıyoruz.  Poryayı, diğerlerini sırasıyla takacağız, geleceğiz tekerleğe. Tekerleğin yere basan yerlerinde açılar değiştiği için rot balans ayarına gireceğiz. Allah’ın izniyle uğultu kesilecek… Başka  arızası  var  mıydı arabanın beyim?’’


Hayran kalmıştık Yaşar Usta’ya. Değme motor ustalarına taş çıkaracak bu kadınının bilgi ve becerisini takdir etmemek olanaksızdı.


‘’Ustam, bir de arka camlar buğu yapıyor. Elin değmişken onu da yapıver.’’


‘’Beyim,  rezistanstaki  hangi  tel kopmuş önce onu bulacağız. Gümüş sırlı iletken boyayı kopuk telin üzerine sürmeden önce yüzeyi temizleyeceğiz. Nemli bir bezle, iyice bastırmadan. Kuruyunca boyayı dışarı taşırmadan kopuk iki telin ucunu birleştirerek süreceğiz. 5-6 saat kurumasını beklemek lazım. Yolcusunuz o halde saç kurutma makinasıyla kurutacağız.’’


‘’Kozak çayı hazırmış, ustam!’’


Aracımızı ustamızın ustalığına kanaat getirerek, gözü kapalı emanet ettik. Merak ettiğimiz kozak çayını içmek üzere kış bahçesine yöneldik…


Daha önce nasıl fark edemedik, tamirhaneyle dip dibe olan bu güzel kış bahçesinin varlığını. Ahşap iskeletine giydirilmiş ince plastik örtü üzerinde; açılır, kapanır pencereleri, fermuarla işlevsel hale getirilmiş kapısı olan, çatısı kiremitle örtülü bu bahçe ortaya kurulmuş kocaman bir kuzine tarafından ısıtılıyordu. İçeride üç adet ağaç kütüğü görüntüsü verilmiş masayı çevreleyen, yine aynı görüntüye haiz, iki adet üçer kişilik oturma yerleri vardı. Masalara; renkli  ipliklerle  çiçek motifleri işlemeli, saçakları püsküllü, pek de büyük olmayan örtüler serilmişti. Üzerlerine her biri ayrı    renkler de  tomurcuklanmış  minik menekşe  saksıları  konulmuştu. Yoğun ve sıkıntılı geçen böyle bir günde,   hayli fazla bayram harçlığı almış çocuk sevincine boğan görüntü mest etti gözümüzü, gönlümüzü… Yaşar Usta’nın gelini olduğunu öğrendiğimiz Funda Hanım önce semaveri koydu önümüze, sonrada donattı masamızı. Ketesinden, bazlamasına. çi böreğinden, bükmesine. Akıtmasından, gül böreğine…


‘’Niye kozak çayı diyorsunuz bu güzel çayın adına Funda Hanım?’’


‘’Çam kozalaklarına kozak denir bizim buralarda. Biz semaverde sekiz, on kozağı yakıp onun közünde demleriz bu çayı.’’


‘’Ellerinize sağlık, hepsi çok kıymete geçti doğrusu.’’


‘’Afiyet olsun, abla.’’


Keyif çayımızı içerken katıldı sohbetimize Yaşar Usta. Nasıl ustalaştığını sordum merakla:


‘’Asıl motor ustası Yaşar benim kocamdı. Yıllarca alnının terini akıttı bu işe. Ben arada yemek getirdiğimde bakardım, yaptığı işe o kadar. Çocuklarım ilgi göstermediler baba mesleğine. Onlar okuyup memur oldular. Evlatlarımdan  ayırmadığım  evlatlığım  Hayri ile kızımdan çok sevdiğim Funda  koltuk çıktı babalarının işine. Epeydir çektiği hastalığı iyice ilerleyince bana öğretti mesleğinin inceliklerini. Yaşar Usta’yı kaybedeli on beş yıl oldu,  adı  kaldı  yadigar.’’


‘’Senin adında mı Yaşar, Usta’m?’’


‘’Yaptığım temiz işi gören eş dost Yaşar Usta demeye başladılar bana. Allah adamıydı Yaşar Usta’m, kanaatkârdı. Nurlar içinde yatsın.  Satı olan adım unutuldu gitti.’’


Ahlaklı, nur yüzlü, emeğinin hakkını veren bu yüce gönüllü, cüssesinin aksine yüreği kocaman kadını  hem  takdir etmiş, hem de çok sevmiştik. Kaya Bey borcumuzu sordu, hicapla cevapladı:


‘’Hepsi otuz  kayme  beyim.’’


‘’Yiyeceklerle birlikte mi otuz lira? Az değil mi, o kadar hizmete karşın Yaşar Usta’m?’’


‘’Allah bin bereket versin. Kocamın şanı yürüsün, tencere kaynasın yeter oğlum.’’


Üzerinde avukatlık büromun adresi, telefonu yazılı kartımı uzatıp ihtiyacı olursa beni bulmasını söyledim.


‘’Ben okuma, yazma bilmem ki kızım! Nasıl bulacağım seni,  bilmediğim diyarlarda?’’


Dayanamadım kalktım oturduğum yerden. Tirşe gözlerinde öbeklenmiş anne şefkatini, ölçeksizce sarf etmekte cömert davranan bu kadını kucakladım. Yanaklarına ıslak öpücükler kondurdum. Kalbindeki nur, hale hale yüzüne yansımış Yaşar Usta’nın, dudakları kıpırdadı. Belli ki dua ediyordu her müşterisine yaptığı gibi. Kapıya kadar yolcu etti bizi.  Öylece bekledi, el salladı.   Ta ki yola çıkıp gözden kayboluncaya kadar…

 

*Şufa Hakkı( Önalım hakkı):  Paylı (hisseli) mülkiyete konu olan taşınmazlarla ilgilidir. Herhangi bir hissedarın, hissedar olmayanlara karşı, öncelikli satın alma hakkını belirtmektedir.

 

 

( Son Ahi başlıklı yazı F.TÜRKDOĞAN tarafından 28.12.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.