Babama Japonyayı Sevdiren Kadın-2
...
Hitomi mektuplarında babasının çeltik
ekimi yaptığını, kalan zamanlarında ise orman işlerinde çalıştığını, annesinin
bir iş yerinde hizmetli veya sekreter olarak çalıştığını, nenesinin evdeki işlere
baktığını, diğer iki erkek kardeşinin de okula gittiğinden bahsediyordu.
Japonya’da hayat pahalıydı. Çünkü
üretim alanları kısıtlıydı.
Ülkenin yüzde altmış yedisi orman ve
dağlık bölgeydi. Kalan üçte birinin ikisi yerleşim alanlarına, geri kalan üçte
bir de ekim ve dikim alanlarına ayrılmış bir ülkeydi. Onun için toprak çok kıymetli
ve oldukça da pahalıydı. Mevcut alanlar ise ülke nüfusunu beslemeye yetmiyordu.
Birçok ihtiyacını ithal etmek zorunda kalıyordu.
Japonya iyi ki deniz ortasında bir
adalar topluluğu ülkeydi. Dört tarafı uçsuz bucaksız deniz, binlerce koy ve
yüzlerce nehri olan bir ülkeydi… Ana besin kaynağı balık ve deniz ürünlerinin
olması kadar daha doğal ne olabilirdi ki!
Büyük annesi çoktan ölmüş olmalıydı. O
yazdığı yıllarda yetmiş altı yaşında olduğunu yazıyordu.
Hızla giden trende çevreden çok,
telefonuna aktardığı mektupları tek tek gözden geçiriyor, işine yarayabilecek
ipuçları arıyordu. Trenin hızı arttıkça, görüntüler silikleşiyordu. Hala sanki
zamanda otuz yıl geri gitmiş, aklı o günlerle meşgul olup duruyordu.
Hitomi mektubunun birinde; küçük bir
Japonya haritası çizmiş Tokyo, Osaka ve Kyoto şehirlerinin yerlerini göstererek
adını yazmıştı. Diğer yanda ise Kyoto’nun güney batısında ailesinin ve kendinin
yaşadığı şehrin yerini, okla harita dışına çıkararak yazmıştı. Ama sadece “I
live here /burada yaşıyorum” diye yazıyordu.
Yaşadığı yer kasaba, köy veya şehrin
adı yoktu. İşe yarar ciddi tek ipucu buydu. Bu kasaba Ayabe de olabilirdi, Toyooka
da olabilirdi. Veya oralara yakın bir yerde olabilirdi.
“Yaşadığım yer” diye gösterdiği yer bir
köy müydü, kasaba mıydı? Onu da bilmiyordu. Yüz yirmi altı milyondan fazla
insanın yaşadığı Japonya’da yüzlerce veya binlerce Hitomi bulmak mümkündü. Ama
doğrudan Hitomi’ye ulaşmak imkânsız gibi bir şeydi. Öyle ise önce Hitomi’nin
ailesini bulmalıydı. Oradan Hitomi’ye ulaşmak daha kolay olabilirdi. Ama nasıl?
İşi tamamen şansa kalmıştı.
Tokyo’dan Kyoto’ya kadar hızlı trenle
gelmişti. Nerdeyse Tokyo’dan her beş dakikada bir tren kalkıyordu. Bu trenlerde
hız kadar rahatlık ve konforda fazlasıyla vardı. Eğer uzun yola gidecekseniz
rezervasyonlu bilet almak gerekiyordu. Birçok insan rezervasyonsuz bilet ile
yer bulabiliyorsa oturuyor, yoksa ayakta gitmek zorunda kalıyordu.
Trenle giderken yapılan Japonca
anonsu, İngilizcesi takip ediyordu. Yedi yüz kilometrelik yol, iki saatten
biraz fazla bir sürede bitivermişti. Yokohama, Nagoya çoktan geride kalmış,
kendini Kyoto’da bulmuştu. O kadar yolun nasıl bitivermiş olduğuna kendisi de şaşırmıştı.
Hızla trenle uzun mesafeler ne kadar
da kısalıyordu. Trenin hızı bir yana, kafası da hayli düşünceli ve
dalgındı. Çevreyi seyrediyordu ama daha
çok silik bir çizgiye dönüşüyordu. Manzaraları seyretmek zevkinden
uzaklaştırıyordu.
Bakmak için algı yetmesine rağmen,
görmek için salim bir kafa, ayık olmak için ise şuurun gerekli olduğunu
biliyordu. Şuur hem acıyı bedeninde hissetmek, hem de hayatın içinde olduğunu
tecrübeler yardımıyla, uzak bir noktadan değerlendirme yapabilmekti. Ama aklı gideceği şehirden ve otuz yıl
öncesine ait bilgilerle meşguldü.
Kyoto büyük bir şehir de olsa Tokyo’ya
göre daha sakin bir şehirdi. Çok uzun yıllar Japonya’ya başkentlik yapmıştı. O
yüzden yüzlerce tarihi mekânlardan birçoğu, günümüze kadar ayakta kalabilmeyi
başarmıştı. Bugün bir kısmı müze veya ziyarete açık yerler olarak halkın hizmetine
sunulmuştu.
Kyoto daha çok tarihi dokusunu
korumaya devam ediyordu. Gece hayatı Tokyo’daki gibi değildi. Tarihi doksu
sebebiyle, şehrin ruhu daha çok Konya ve Bursa şehirlerini andırıyordu. Budist
tapınakları, geyşa evleri, Japon bahçeleriyle Tokyo’da olmayan birçok güzelliği
bu şehirde görmek ve bulmak mümkündü.
Kyoto’dan ikinci bir trenle veya
otobüsle de gidebilirdi. Tren mi otobüs mü diye kısa bir tereddüt geçirdi. Gerçi
pek fark da etmiyordu. Tüm ova dere kenarları yerleşim ve ekim alanları olurken,
gözün görebildiği tepe ve dağlar tamamen ormanla kaplıydı. İnsanın inanası
gelmiyordu. Bu kadar insan ve neredeyse dokunulmadan kalan orman alanları yan
yana ve bir arada yaşamalarına…
Dr. Safa babasının neden Japonlara bu
kadar düşkün olduğunu, şimdi daha iyi anlıyordu. “Babama Japonya’yı sevdiren
kadını bulmalıyım” diyordu.
...
Devamı Var
...
Ant-150515