Çizgili çehre, etrafı çillerle kuşatılmış mor damarlar, buğulanmış gözler, seda ile sükûnetin farkına varamayan kulaklar, bükülmüş bedeni taşımakta zorlanan ayaklar… Bu vasıflar gençliğini hiç görmediğim nineme aitti. Büyük bir hasretle anlatırdı gençliğini, güzelliğini… Onu tepeden tırnağa süzerken gençliğini hayal etmeye çalışırdım. Hiç gençlik fotoğrafı da yoktu… Anlattıklarını hafızamda birleştirir ninemin gençlik resmini çizmeye çalışırdım:

-Nine anlattıklarınla bu resmi çizdim. Gençliğinde pek güzel değilmişsin…

Bu tarz takılmalarıma celallenir ve elime bastonuyla vururdu. Latifelere çabuk sinirlenirdi fakat kaşını çatıp öfkeye bürünme demleri de çok geride kalmıştı.

                Her geçen gün geçmişe olan özlemi katlanarak çoğalıyordu. Maziye gitmek istediğinde, beni yanına oturtur anlatmaya başlardı. Anlattıklarını masal gibi dinlerdim. Ona göre hayat rüya görmek gibiydi. Yaşadığı uzun yılları anlatırken, “dün gibiydi” lafzını sıklıkla telaffuz ederdi. Kalan ömrünü dört duvar arasında ve pencere kenarında geçiriyordu. Tek meşgalesi pencereden hayatı izlemekti. Perdeleri hiç kapattırmazdı. O; perdelerin kapatılmasını, hayatın sonu olarak düşünürdü. Hayatın akışını pencereden izlerken, ömür defterinin sayfalarını da tek tek gözden geçirirdi. Yaşadıklarını dışarıya bakarak anlatırdı. Onu dinlerken sözünü kesip bir şeyler söylediğimde, irkilerek geçmişten günümüze döner ve baharı sorardı:

                -Ne zaman gelecek bu bahar? Bu sene kış bitmek bilmedi. Eskiden bahar çabucak gelirdi. Şu dalların bir daha çiçeklendiğini görsem…

Gençliğinde dünya meşgalesine daldığından olsa gerek, zamanın akışını fark edememiş. Oysa yaşlılık onu bir köşeye mahkûm ettiğinden beri zamanın ağır işlediğini düşünüyordu:

                -Galiba zaman da benim gibi yaşlandı. Şu buluta baksana ağır ağır gidiyor. Ben baharı arzuladıkça sanki kış dünyaya yerleşiyor.

Her günü bir öncekinin aynısı gibiydi. Oturduğu köşeyle bütünleşmişti. Gücü yettiğince vakit namazlarını kılmaya çalışırdı. Onun dışında hiç bir yere kıpırdayamazdı. Her günün sabahında büyük bir umutla cama abanırdı. Beklediği baharın ne zaman geleceğini merak ediyordu. Nedense, bahar arzusu gün geçtikçe şiddetleniyordu. Ne vardı bu baharda? O da şimdiki gibi bir mevsim, gelip geçici zaman dilimiydi.

 Ailemin her bireyi hayatı farklı tempoda yaşıyordu. Ninemde ise tek tempo baston tıkırtısıydı. Duygularını baston tıkırtısıyla yansıtırdı. Sanırım sesi çok kısık olduğundan kendine baston dili oluşturmuştu. Bastonun tıkırtısı, müzik notası gibiydi. Baston melodilerinin hepsini ezbere bilirdim. Öfkesini, sevincini, açlığını, bize seslenişini... Her duyguyu farklı tıkırtılarla yansıtırdı.

                Bir asrı devirecek yaşa gelmişti ama uykuda iken üzerine güneşin doğduğunu kimse görmemişti. Günün bereketini ve hayrını sabah ezanını karşılayarak yakaladığına inanırdı. Her sabahın derin uykusundan ninemin baston tıkırtısıyla uyanırdım. Gözlerimi açtığımı fark ettiğinde erken uyanmanın faziletlerini anlatır, devamına günün nasihatlerini eklerdi. Bu altından da kıymetli nasihatleri hafızama işlerdim ama çoğu zaman uygulamazdım. Bunu fark ettiğinde yanı başındaki bastonu yere vurarak, söylenirdi:

                -Bak benim sözümü hiçe saymışın! Ben sana nefesimi harcarken beni dinlememişsin ya da işine gelmemiş!

                Ninemin bu ikazlarıyla irkilir, gençliğin verdiği rehavetten biraz olsun sıyrılırdım.

                Günlerimiz böyle geçip giderken, tıkırtılar bir gün aniden kesildi. Güzel bir bahar sabahıydı. Her zaman benden önce uyanıp ve bastonuyla yatağımın mobilyasını tıkırdatarak beni uyandıran ninem, o gün hâlâ uyanmamıştı. Baston tıkırtısının yerine kuş cıvıltısıyla gözlerimi açmıştım. Küçük bir serçe pencere kenarında geziniyordu. Güneşin ışıltısı perdesiz pencereden odamıza sızmıştı. Doğa kış uykusundan uyanıyordu ama ninem hâlâ uyuyordu.

                Bastonunu yere vurarak, seslendim:

                -Tık tık tık… Ben geldim, adım bahar, dallarımda çiçekler var. Kuşlarla börtü böcek getirdim. Siyah bulutlar çekildi, güneşin ışıltısını yakaladım… Tık tık tık…

Ninemin bana sürekli tekerleme ve maniler söylemesi beni de etkilemişti. Bazen ona manilerle seslenirdim. Baharı da kendi dilince müjdelemeye çalışıyordum ama beni duymuyordu. Başka zaman olsa duymazdan geliyor sanırdım ama çok beklediği baharı müjdeledim, dönüp bakmadı. Ağırlaşan kulakları tamamen duymaz mı olmuştu? Biraz daha yaklaştım ve tam kulağına tekrar baharı fısıldadım:

                -Uykucu nine bu saate kadar uyunur mu? Bak bahar da geldi sen hâlâ uyuyorsun. Uyan artık…

Elimle omzuna dokunarak sarstım, uyansın diye. Ama uyandırma çabalarım boşa çıkıyordu. Bir türlü tepki vermiyordu. Arkası dönük bedenini kendime çevirdiğimde elimdeki baston yere düşüverdi. Ninem, söylediğim hiç bir şeyi duymamıştı ve bir daha hiç duymayacaktı.

 Yazan: Sevgi Korkusuz

( Baharı Beklerken başlıklı yazı sevgiden tarafından 28.03.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.