Yapayalnızdı. Dipsiz kuyulardaydı, sonsuz karanlıklardaydı. Kuytulardaydı, izbelerde, köşelerde… Gözden ıraktı, gönülden de!

Nuh’un Gemisi’ndeydi tek başına! Ferhat’ın kazdığı dağın altındaydı. Yusuf’un atıldığı kuyunun en dibindeydi. Tur Dağı’nı yerle bir eden cemalin sırrındaydı. Kıyametin ta kendisiydi, İsrafil’in nefesindeydi sur’a üflenmeyi bekleyen!


Sırat’ın tam ortasındaydı, ne geri dönebiliyordu ne de bir adım ileri gidebiliyordu. Ne yukarı tırmanabiliyordu ne de aşağı bakabiliyordu. Kafasında hercümerç olan fikirlerle, dilinde düşürmediği zikirlerle dolup taşıyordu.


Eve geldi, kapıyı çaldı alışkanlıktan olsa gerek - eli hep kapıya giderdi- kimsenin olmadığını bile bile. Sonra zile bastı. Sonradan aklına geldi yalnız yaşadığı. Sonradan aklına geldi ne kadar tek olduğu! Anahtarını çıkardı istemeye istemeye, kapıyı açtı. İçindekileri açtı bin defa daha; acıyı, hüznü, gözyaşını…

Hüsnü Aşk’ı okumuştu Galip’ten! Ateşten nehirler akıyordu ruhunda, mumdan hayalleri vardı, camdan yolları, dikenden patikaları… Ermişti çöllerde, yıldızdı semalarda, çakıldı derelerde, şimşekti bulutlarda, yüreklerde süveydaydı.

Ney gibi oyulmuştu içi, yanmıştı yanacağı kadar! Gel gör ki bu dünyada yalnızdı. Son günlerde ne de çok düşüyordu bu yalnızlığa yok yok bu yanlışlığa! Belki de yalnızlığın en son halini yaşıyordu. Her şey zıddına dönerdi. Bir adım daha ötesi yoktu onun için. Yapayalnızdı.

Terk edildiği günler geldi aklına. Çok sevdiğini kaybettiği gün geldi aklına. Kayıpları üst üste koysaydı eğer kayıptan bir yaşam inşa etmiş olacaktı. O denli kaybedendi. Sevgilisini kaybetti. Anasını, babasını… Umudunu… Aşını, işini… Aklını…  İnancını… Bu kadar kaybedip de ayakta durabilmek de maharetti. Liste yapılsaydı liste başı olurdu. Kazandığını kaybetti. Kaybede kaybede yaşıyordu. Müzmin bir kaybedendi, alışılagelmiş bir mağluptu.

Bir insan ancak bu kadar tek kalırdı. Bir insan bu kadar tek olurdu, bu kadar terk olunurdu gerçi o da buna meyilliydi.

En son ne zaman bir çiçeği koklamıştı bilmiyordu. Bir böceği seyretmişti bilmiyordu. Bir insanı en ne zaman sevmişti hatırlamıyordu. Sıcak bir çorba ne zaman içmişti, anımsamıyordu. En son ne zaman gülmüştü katıla katıla onu da hatırlamıyordu. Kayıptan müteşekkil bir heykel gibi duruyordu yaşamda.

Bir merhaba çok yabancıydı ona. Bir selam tuhaftı. Bir gülümseme cinayetti. Bir “nasılsın?”a ise illetti. Darmadağınıktı evi, üstü başı perperişandı. Kimi kimsesi yoktu. İnadına yalnızdı. Çayını koydu, bardakları, şekeri… Oysa tek başındaydı.


Becerebildiği kadar gülümsedi ama gören olmadı. Konuşabildiği kadarıyla konuştu lakin cevap veren yoktu. Ağlayabildiği kadar ağladı ancak silen yoktu gözyaşlarını. Lanet etti. Kahretti. Evden çıktı. Gidecek yeri yoktu. Arayacak kimi kimsesi de!

Kalakaldı sokağın tam ortasında!

Devrildi birden.

Azrail geldi, adam canını uzattı. Azrail almadı gitti canını.

Yaşamak ağır bir yük iken ona ölüm dahi yanaşmıyordu ona yük olanı almaya!

Bir kez daha öldü ölebildiği kadar kimse öldüğünü anlamadı.

( Müzmin Yalnız başlıklı yazı GürhanGürses tarafından 10.02.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.