BİR LÂCİVERT GÖMLEK, BİR ŞAPKA, BİR KRAVAT                                                                       

              Ben Zabıta Naim…

             Annem beni “Müderris” diye çağırırdı hep. Her çağırışında ezik insanlara mahsus bir halet-i ruhiyeyle:

           “Müderris kiiim, Zabıta Naim kim…” diye geçirirdim içimden. Zira asıl “müderris” olan babamın dedesiymiş…

            Annemin tevatüren anlattıklarına göre zamanının donanımlı, aydın hocalarındanmış büyük dedem. Gerçi medreselerde falan ders okutmamış; ama Cırgın ahalisinin gözünde hayli derinmiş. “Ayn”ı güzel çatlatır, “kaf”ı muhkem patlatırmış. Cuma günleri hutbe için minbere çıktı mı mübarek, yerden yere vururmuş cemaati.

            Adı “Hacı Naim”miş ya herkes ondan bahsederken “müderris”i yeğlermiş. Tek parti dönemi hükümetinin de gözdelerindenmiş hani. Milli Şef’in yolu bir gün Cırgın’a düşmüş de O’na misafir olmuş derler. Günahı boynuna, gizli gizli içtiği de dilden dile dolaşırmış o günlerde…

            Büyük dedemin oğlu, yani dedem ömründe hiçbir iş tutmamış. Hacı Naim’den kalan mal varlığının altından girip üstünden çıkmış.

            Cırgınlılar:

          “Bu adam bir iş de tutmuyor, bu kadar parayı nereden buluyor acep…” diye şaşkınlıklarını gizleyemezlermiş.

            Dedem:

          “ Rakı içmek münevver olmanın alâmet-i fârikasıdır.” der,  Aşçı Mecit’in meyhanede her gece kadim dostlarıyla beraber zilzurna oluncaya kadar içer, paraları da saçıp savururmuş.

            Çok partili döneme geçildiğinde artık eskisi gibi içemez olmuş. Git gide geçim sıkıntısı bile çekmeye başlamış. Öldüğünde babama bıraktığı miras, halen şu içinde oturmakta olduğumuz yıkılmaya yüz tutan ahşap evmiş. Bir miktar da borç bırakmış ama alacaklılar genellikle dedemin yakın dostları olduğu için ve de babamın ödeyemeyeceğini bildiklerinden çizivermişler üstünü…

            Babam rahmetlinin de doğru dürüst bir işi olmamış…

            Ben daha annemin karnındayken işaret parmağını bana doğru uzatır ve keyifle:

          “Erkek olursa eğer dedemin adını vereceğim buna hatun.” dermiş anneme.

           Babam; Hacı Naim dedesinin, işini bilen uyanık bir din adamı olarak anılmasından çok gurur duyarmış. Milli Şef’in, büyük dedesine misafir oluşunun hikâyesini arkadaşlarına anlatmak için her daim fırsat kollar, ne yapar eder sözü oraya getirmeyi başarırmış. 

             Yine annemin anlattıklarına bakılırsa babam yiğit adammış… Örgüttenmiş... Ne örgütüyse annem hâlâ adını denk getirip söyleyemez bir türlü. Ayak takımındanmış ama bir şikâyeti de yokmuş bu durumdan. Çifte tabanca taşırmış belinde hep. “Vur” dediler mi vurur, “Otur” dediler mi otururmuş…

            Ben annemin karnında beş buçuk aylık olduğumda babam, Ankara’da örgütün düzenlediği bir nümayişte çıkan arbedede bacağına isabet eden tek kurşunla yaralanmış. Dava arkadaşları, nümayişi daha çok mühimsedikleri için hastaneye zamanında yetiştirememişler. Rahmetli, kan kaybından ölmüş.

            Cırgınlılar babamı “Militan Osman” diye yâd ederler ve de eklerlermiş:

           “Su testisi su yolunda kırılır…”

             İşte ben o sene doğmuşum, 68’de. Babamın öldüğü sene yani.

            Annem okumamı çok arzu ettiyse de, lise birden terk ettim okulu. Nedense beni bir türlü sarmadı bu okuma işi…

            Derken yıllar, sular gibi akıp geçiverdi. Asker dönüşü kendime bir iş bulmaya çalışırken:

           “Olmaz.” dedimse de annem, kardeşinin kızıyla baş göz ediverdi beni…

            Yaşım yirmi beş oldu, ben işsizdim. Beceriksizin de biriydim üstelik. Hiç bir iş gelmezdi elimden. Bu yüzden olacak askerdeyken acemi birliğinde hayli sıkıntı çektim. Usta birliğinde ise rahattım. Bölük komutanımız Cırgınlı  Hikmet Yüzbaşı olmasaydı bitmeyecekti askerliğim. Çok şükür kazasız belâsız geçti o günler. Hikmet komutanımın sayesinde elbette... Hakkını nasıl öderim bilmem….

            Askerlik biteli üç yıl oldu. Bu üç yıl içinde epey işe girip çıktım:

            Zeyneboğlu’nun simit fırınında çalıştım, Manav Yüksel’in dükkânında zerzevat sattım, Fethi Böle’nin Hıçkırık Kıraathanesi’nde garsonluk yaptım, Çıldırların benzin istasyonuna pompacı olarak girdim, hatta Atatürk İlk Okulunda geçici müstahdemlik deneyimim bile oldu ama hiç birisinde de dikiş tutturamadım.

            Ustalarımdan okul müdürüne kadar hepsinin anneme ağız birliği etmişçesine söyledikleri tek söz:

           “Naim çok ağır teyze...”

            Belki “tembel”, “beceriksiz” de diyorlardı da annem, büyük ihtimal “çocuk üzülmesin” diye, hakkımdaki değerlendirmelerin hepsini aktarmıyordu bana... Ne de olsa ben, annemin canından çok sevdiği biricik “Müderris”iydim…

            Bir işten ayrılıp ötekini kovalarken bir gün babamın arkadaşlarından belediye meclis üyesi Dolaşık Veysi, anneme:

           “Naim beni bir görsün.” diye haber göndermiş.

            Gittim.

            Bana:

          “Seni belediyeye alıyoruz, hazırlan; hafta başı işe başlıyorsun tamam mı?” diyeli tam dokuz yıl oldu.

            Dile kolay. O gün bu gündür koştururum. Ne iş yaptığım belli değil.

Her seçimde başkan da meclis de yenilenir. Bana da bir yeni iş gösterilir. Vallahi bıktım. Gün olur çöpte çalışırım gün olur itfaiyede; ama içimde hep bir uktedir zabıta olmak… Bayılırım onların şapkasına, kravatına, lâcivert gömleğine…

            Beni zabıta falan yapmazlar biliyorum ama umut dünyası işte…

          “Gün doğmadan neler doğar” diye boşuna dememişler.

            İki ay kadar önce seçim oldu. Kazanan parti rahmetli babamın partisi, başkan olacak Deli Durmuş da örgütten arkadaşı. O gün sanki seçimi ben kazanmışım gibi mahallede herkes hararetle beni tebrik ediyordu, ben ise şaşkınlık içindeydim.

            Belediye çalışanları da şahsıma başka bir hürmet gösterir olmuşlardı o günden beri…

            Meğer annem, mazbatayı aldığı gün Deli Durmuş’a gitmiş:

           “Bizim Naim’in diğerlerinden nesi eksik Durmuş abi, ona da bir lâcivert gömlek giydiriversen ne olur sanki… Çocuk yıllardır şamar oğlanı gibi bir çöpe, bir itfaiyeye, bir su tahsilâtına… Şaşırdı ne yapacağını zavallım…” demiş.

             Sonra da sitemle:

           “Osman’ın hiç mi hatırı yok…” diye ilâve etmiş. 

          

            O günlerde Meclis üyelerinden biri anlattı:

            Deli Durmuş annemle görüştüğünün ertesi sabahı üyeleri toplantıya çağırıp masaya yumruğu vurmuş:

          “Naim zabıta olacak beyler!” demiş.

            Bazıları:

          “Olmaz, Naim bu işi yapamaz…” falan dedilerse de dinletememişler.

            Deli Durmuş:

          “Naim’in babası yiğit adamdı, mert adamdı, üzerimizde hakkı var. Bugün eğer bu koltuklarda biz oturuyorsak Osman ve Osman gibilerinin sayesindedir. Toplantı bitmiştir beyler, Naim de zabıtadır, o kadar!” diyerek kestirip atmış.

            Ertesi gün beni makamına çağırdı Deli Durmuş. Önce bir kahkaha attı gevrek gevrek, sonra da:

           “Naim, şu andan itibaren zabıtasın!” dedi gürleyerek.

           “Olmaz…” diyecek oldum, yutkundum, titredim…

             Sonunda:

           “Tamam…” diyebildim yarım yamalak bir sesle fısıldar gibi. Başkanın odasından nasıl çıktığımı ise hatırlamıyorum bile.

             İşte o günden beri zabıtayım…

            Zabıta Naim…

            Zabıtalık deyip geçmeyin dostlarım kolay değil. Bir yandan seyyar satıcılar tüketiyor ömrünü diğer yandan dilenciler.

            Amirin tafrası da caba.

            Neymiş efendim, vazife başındayken Fesat Ali’nin çay ocağında oturup   çay içiyor, esnafla da laklak ediyormuşum. Ne var bunda? Sanki kendi hiç yapmıyormuş gibi…

            Başkandan torpilli olmasam adam beni bir kaşık suda boğacak alimallah…

           Geçen hafta beni çağırdı.

           Vardım:

         “Buyur amirim” dedim.

          Görseniz surat bir karış. Vaziyet başkandan fırça yemiş. Ne zaman başkanın odasına girse, çıktığında burun kanatlarında boncuk boncuk birkaç damla terin biriktiğine ve kulaklarının kırmızı lâhana yaprağı gibi mosmor kesildiğine şahit olurduk. Gene öyleydi. Hıncını benden alacakmış hissine kapıldım birden. Odasında yalnız ben olduğum halde sanki duymuyormuşum gibi sesini yükselterek:

         “Başkanın yazılı emri var. Uzun Çarşı’da bir kısım esnaf, dükkânının önüne fazla mal çıkarıp yaya kaldırımını işgal ediyormuş. Vatandaş bu durumdan şikâyetçiymiş. Esnafa: ‘Dışarıya çıkardığınız tezgâhın boyu eşikten itibaren bir buçuk metreyi geçmeyecek’ diye tembihatta bulunacaksın. Dinlemeyip itiraz edene de basacaksın cezayı. Anlaşıldı mı?” diye âdeta kükredi.

          “Peki amirim” deyip çıktım dışarı.

           Ben şimdi ne yapayım? İkaz etmem gerekenlerin kimler olduğunu çok iyi biliyorum. Amiri bile takmayan bu adamlar beni mi takacaklar sanki…

           Biri dayımın oğlu Kene Şükrü, ayakkabıcı... Neredeyse dükkânın yarısı dışarıda…

           Diğeri başkanın yeğeni Gede Sülük, tuhafiyeci... Sanırsınız bir tuhafiye dükkânı da yaya kaldırımının üstüne açmış …

           Öteki de çocukluk arkadaşım Fesat Ali, çay ocağı işletir… Kaldırıma da sığmaz; masaları, sandalyeleri yolun ortasına kadar indirir…

           Bunlar diğerlerine de kötü örnek oluyorlar. Vatandaş haklı ama…

           Bir taraftan bizim üç kişilik zabıta ekibiyle Uzun Çarşı’ya doğru hızlı hızlı yürüyor bir taraftan ne yapayım da bir an öce bu sıkıntılı durumdan kendimi kurtarayım diye düşünüyordum. Aklıma bir fikir geldi. “Yabancının yüzü soğuk olur.” deyip yolda beraber yürüdüğümüz bizim ekipten, Akşehirli Hüseyin Bey’e yaklaştım. Onun duyacağı bir sesle:

         “Hüseyin bey, benim acele tuvalete gitmem gerekiyor, galiba ishal olmuşum. Sen ölçüyü kaçıran esnafı uyarıver.” deyip Merkez Cami’nin tuvaletine doğru yürüdüm.

           Hüseyin Bey mülayim adamdı. Uzman çavuşluğu bırakıp Cırgın Belediyesinde zabıta olarak göreve başlayalı henüz bir ay olmuştu. Biz Cırgınlı zabıtalara göre esnafla daha yüz göz olmamıştı bu adamcağız. Münasip bir dille onları uyarır, bugünlük malları geriye çektirir biliyorum; fakat onlar ertesi gün aynı düzeni yine kurarlar… Birkaç gün sonra da yine vatandaştan şikâyet gelir ve yine ben, Amir’den zılgıtı yerim. Amma velâkin O’nun dediği cezayı yazmaya bir türlü cesaret edemem… Bu kısır döngü de devam eder gider…

 

            Hele iki kadın var bu Cırgın kazasında; biri otuz beş yaşlarında, öteki çoktan geçmiş ellisini, evlenmemişler…

          “Hayvansever”mişler sözüm ona. Sokak köpeklerini zehirledim diye, beni nerede görseler tekme tokat saldırırlar.

            Bunlar hayvansever falan değil, bunlar hayvan. Bunlar zehirlediğim köpeklerin ikizleri. Bakın hâlâ gömgök duruyor sağ baldırımda, otuz beşinde olanın diş izleri… Vazgeçmek yokmuş güya kitaplarında. Hanımı görmüşler geçen Salı pazarında. Hırçın hırçın söylenmişler.

            Hanım:

          “Ne yapsın bizimkisi emir kulu…” falan demişse de daha bir öfkelenmişler:

          “Hele bir denk getirelim, o emir verene de göstereceğiz dünyanın kaç bucak olduğunu…” diye gözdağı vermeyi de ihmal etmemişler..

           Anlaşılan o ki bizim başkanın da bacakları tehlikede…

           İşte böyle dostlarım…

         “Beceriksiz” falan deseler de benim için, “Garibim geçinip gidiyor babasından” deseler de; eli çantalı, başı şapkalı, boynu kravatlı yaşamayı seviyorum.

          Ben Zabıta Naim...

          Nam-ı diğer Müderris…

          Militan Osman’ın oğlu…

          Canım babam benim, nur içinde yat…

          Karizman olmasaydı eğer inan çekilmez olurdu hayat…

          Ve her gece süslemeye devam ederdi düşlerimi; bu lâcivert gömlek, bu şapka, bu kravat…

 

Ahmet KÖKEN     

( Bir Lacivert Gömlek Bir Şapka Bir Kravat başlıklı yazı Hocaoğlu tarafından 5/22/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.