7. LİSE’DE  TALEBE   VE  ÖĞRETMENLER

 

Eylülün  on  beşiydi.  Sabah  erkenden,  talebeler  ve  öğretmenler ,  sökün  etmeye  başlamışlardı.  Bütün  öğretmen  ve  öğrenciler,    avluda  toplanmıştık.  Her  sınıfın,  bir  sınıf  öğretmeni  vardı.  Muhtemeldir  ki,  birinci  sınıf  öğrencileri,  benim  gibi,  hangi  sınıfta  okuyacaklarını  bilmiyorlardı.   Sınıf  öğretmenleri,  ellerindeki  listelerden,  öğrencilerinin  ad   ve  soy  adlarını,  megafonla  okuyarak,  bir  sıra  halinde  toplamaya  çalışıyorlardı.  Bu  arada,  ikinci  ve  üçüncü  sınıf  öğrencileri  de  yerlerini  almışlardı.  Avlu,   o  kadar  kalabalıktı  ki,  insan  kendini,  bir  ordu  sahasında  sanırdı.  Kargaşa,  bağırma,  çağrışma,  derken,  ancak,  saatler  sonra,  sınıflar  oluştu  ve  hep  bir  ağızdan,  istiklal  marşının  söylenmesiyle,  resmen ,  okul  açılmış  oldu.

Artık,  öğretmenlerin  eşliğinde,  gruplar,  muhtelif  merdivenlerden  çıkmak  suretiyle,  sınıflarına  girmeye  başlamışlardı.  Gürültü,  patırtı,  görülmeye  değer  bir  manzaraydı.  Bir  an  geldi  ki,  artık,  herkes  sınıflarına  girmiş,  gürültü  ve  patırtının  yerini,  sessizliğe  bırakmıştı.....

Sınıflar,  an fi  şeklindeydi.  Böyle  bir  sınıfı,  ilk  defa  görüyordum ..  Sınıfımız  çok  genişti  ama,  50-60  da  talebe  vardı.

       Fen  yerine,  edebiyat  kolunu  seçmiştim.  Fen  dersleriyle,  bilhassa,  matematik  ve  fizik  dersleriyle,  başım  hoş  değildi.  Bu  sebeple,  Bilecik’ten  gelen  bazı  arkadaşlarla  ayrı  düşmüştük.  Selahattin,  Necdet,  Ali  Duran   Şinasi   ile  aynı  sınıfta  idik.  Bizim  sınıfta  kız  talebe  yoktu.  Onlar,  karma  sınıfta  okuyorlardı.  Bizim  sınıfta  ve  okulda,  bizden  çok  daha  büyük  talebeler  vardı.  Bizim  sınıf,  paralı,  parasız  ve  neharî   olarak   okuyan  öğrencilerle  karışıktı.  50-  60  kişi  olunca,  birbirimizi  tanımakta  güçlük  çekiyorduk.

Okulun,  bu  ilk  gününde,  hocamız,  teker,  teker  ayağa  kaldırarak,  isimlerimizi,  memleketimizi,  hangi  okuldan  geldiğimizi,  leyli  mi,   nehari  mi ,  paralı  mı,   meccani  mi ?  sorularıyla,  bizleri,  biraz  olsun  tanımaya  çalışıyordu.  Güya,  bizler  de,  birbirimizi,  böylece  tanıyacaktık.  Ama,  hoca  dahil,  acaba,  kaç  kişiyi  aklımızda  tutabilmiştik  ki?  Birbirimizi  tanımamız,  belki  de  sene  sonunu  bulacaktı.  Hele  diğer  sınıflardaki  öğrencileri  de  nazarı  itibara  alırsak,  buna  ömür  yetmezdi.  Okul  dışında  birisini  görsek “ göz  aşinalığı  var,  ama  nereden”  diye ,   kendi,    kendimize  soracaktık.

Günler  geçtikçe,  dersler  ilerledikçe  sınıf  arkadaşlarımızla,  öğretmenlerimiz  hakkında,  daha  çok  bilgi  ve  farklı  kanaatlerimiz  oluşmaktaydı.

Bizim  sınıfta,  öyle  tipler  vardı  ki,  Sabah,  ilk  derste   boy  gösterdikten  sonra,  ortadan  yok  olurlardı.   Akşamları  ise,  sanki  otelde  yaşıyorlarmış  gibi  yemek  yemeye  ve  yatmaya  gelirlerdi.  Böylelerine,  biz,    Gece  kondu”  adını  takmıştık.  Bu  tipler,  genellikle,  paralı  okuyanlardı.  Sınıflarını  geçemez,  çift  dikiş  giderlerdi.  Çift  dikişle  de  tutunamayanlar,  Anadolu  Lisesine  kapağı  atarlardı.  Anadolu  lisesinin,  böyle,  çaka,  çaka  başı  dönmüş  paralı  talebeleri  sınıf  atlatmakta , ün  yapmış  olduğu  söyleniyordu.

Öğretmenleri  de,  tanımakta  zorluk  çekiyorduk.  O  kadar  çok  sınıf,  o  kadar  çok   öğretmen  vardı  ki!  Bahçede  dolaşırken,  bazen,  öğretmen  mi?  Öğrenci  mi,  ziyaretçi  mi?  Birbirine  karıştırıyorduk.  Bizden  üst  sınıflar,  biraz  da  bilgiçlik  ve  üstünlük  taslar  gibi,  bazı  hocaları,  uzaktan  göstererek,

“—Bak,  şu  gördüğünüz,  sıfırcı  Naciye,  biyoloji  hocası;  Su  ise,  Boncuk  Ömer,  Spor  hocası,  aynı  zaman  da   müdür  muavinlerinden  biri.;  şu,  uzun  boylu,  kara,  kuru,  Kasap  Ekrem,  coğrafya  hocası.   Talebeleri  doğramakta,  yani  sınıfta  bırakmakta  üstüne  yok;  şu  da  Fransızca  hocası,  PASSE”!   O da  ,  öbüründen  farklı  değil ya!

Okulda  çok  hoca  olmasına  karşın,  konuşmaları  ve  davranışlarıyla,  bizim  üzerimizde  iz  bırakanlar,  sekiz,  onu    geçmezdi.  Örneğin:Coğrafya  hocamız  dindar  bir  insandı.  Tanrının  varlığını  kanıtlamak  için,  sık,  sık  misaller  verir,   Kâinatın  yaratılışından,  karınca  ve  arıların  yaşantısından,  uzun,  uzun  bahsederken,

--Etrafınızdaki  her  şeye  bakın,  bakmak  kafi  değil,  görün.   Üzerinde  düşünün  ve  ibret  alın.  O  zaman,  Tanrının  varlığını,  içinizde  hissedeceksiniz,  derdi.

Fransızca  hocamız  da,  Fransa  ve  İtalya’yı,  genel  olarak  Avrupa’yı  dolaşmış,   görmüş,  geçirmiş  bir  insandı.  Onun,  ders  harici  konuşmaları  da  bu  memleketlere  aitti.  Dersi  kaytarmak  için,  ısrarla,  gördüğü  yerleri  anlatmasını  isterdik.  O’ da,  maksadımızı  bildiği  halde,  yarım  saat,    Paris’i  , Eiffel    kulesinin   Madenî  yapısı,  300  m.  Yüksekliği  ile , Fransızlar   için  bir  övünç  anıtı  olduğunu , İtalya’daki  ,  Piza  kulesinin  eğriliğini,  mermer  merdivenlerinin,  yüzyıllar  boyu,  ziyaretçi  ayakları  altında,    aşınmışlığını;  Venedik’i  ve  gondollarını,  SAN  Marco  meydanını;  Kabri  adasını,  mavi  mağaranın  görülmeye  değer  güzellikte  olduğunu,  ballandıra,  ballandıra  anlatırdı.  Bu  arada,  Fransızca  kelimeler  ve  sözler  eklemeyi  de  unutmazdı.

Sıfırcı  Naciye,  biyoloji  hocamızdı.  Kısa  boylu,  etine  dolgun,  çok  güzel  bir  kadındı.  Laboratuar  derslerinde,  bilhassa,  insan  anatomisi  üzerinde  durur,  erkek  cinsel  organının  ne  kadar  muhteşem  bir  şey  olduğunu,  ciddi  bir  eda  ile  anlatırdı.  Biz  de,  gizli,  gizli,  birbirimize  bakar,  gülerdik.

Boncuk  Ömer  ise,  bütün  talebeler  tarafından   sevilen,  Kısacık  boyuna  rağmen,  biraz  da  korkulan   spor  hocamızdı.

                                                          

                8   HAYDARPAŞA  LİSESİ

 

Günler  ilerledikçe,  etrafımı  ve  bilhassa,  okulumu,  daha  fazla  tanımaya  başlamıştım.

Bu  muhteşem  binayı,  ilk  defa,  1944  yılında  görmüştüm.  O  sıralar,  ilk  okulu  bitirmiş,  askerî  orta  okula  girmek  istiyordum.  Okula  girmek,  girebilmek  için  ilk  şart,  sağlık  raporu  almaktı.  Bu  sebeple,  Haydarpaşa,  askerî  hasta hanesine  sevk  edilmiştim.  İşte  o  zaman ,  Önünden   geçerken,  bu  binayı  görmüş,  büyüklüğü,  beni,  hayrete  düşürmüştü.  Adını,  daha  önce,  İzmit’teyken  duymamın  rolü  de  vardı  bunda.

Dayım,  büyük  oğlunu ,  okuması  için,  paralı  olarak, Haydarpaşa  Lisesi’ne    göndermişti.  Erdemin  halası,   Kuşdili  çayırının  yanında  oturuyordu.  Yani,  okula  yakın  sayılırdı.  Hafta  sonları,  evci  olarak,  halasının  yanına  çıkıyordu.  Kalamış,  moda,  adalar,  derken,  İstanbul’un  mesire  yerlerini  gezme  imkanı  bulmuş,  Derslere  de  gereği  kadar   vakit  ayıramamış,  önem  de vermemişti.  Üstelik,  bir  de  babasının  okul  taksitlerini    ödemeyeceğini  anlayınca,  okumayı  yarıda  bırakıp,  İzmit’e  dönmüştü.  İşte,  Haydarpaşa  lisesi  hakkında,  ilk  kulak  dolgunluğum,  Erdem  ağabeyden  dinlediklerimdi.  O  zamanlar,  burada  okuyacağım,  aklımın  köşesinden  bile  geçmemişti.

Binanın  içine  girdikten  sonra,  insanın  merakı  ve  hayranlığı  bir  kat  daha  artıyordu.

Bina  hakkında  sorup  öğrendiklerime   gelince:  Bina   Almanlar   tarafından  inşa   edilmiş.  Yapımına, Abdülhamit  zamanında, 1893  yılında    başlanmış,  1903  yılında  bitirilmiş,  1897  Osmanlı-  Yunan   harbinde  büyük  başarı  gösteren  Haydar  paşanın    ismini   yad etmek  bakımından  Onun  ismi   verilmiş.  Mektebi-i  tıbbiye-i  şahane’ye   tahsis  edilmek   suretiyle  tıp  fakültesi  olarak   1933   yılına   kadar,   bu   maksatla   kullanılmış,   Tıp   fakültesi   Beyazıt ‘a   taşındıktan   sonra   da,  Atatürk’ün   emriyle,   1936-1937   yılında,  Haydarpaşa  Erkek   lisesi   olarak   öğretime açılmıştı.Aradaki   yıllar   süresince de  Öğretmen   okulu   olarak   kullanılmış.

Bina,   deniz   kenarına   kadar   uzanan    büyük   bir   arazi   üzerinde   inşa   edilmiş,   ancak   bilahare,   deniz  doldurularak   Haydarpaşa  rıhtımı    ve   limanı  inşa   edilince,   denizden   uzaklaşmış.  Bina   Şekil  olarak   girintili   çıkıntılı,   Barok  tarzında    inşa   edilmiş,   bir   sanat   eseri   olarak  değerlendiriliyordu.  Binanın  ortasında  boşluk  bırakılmıştı  . Bu  boşluk,  binanın,    taraftan  da  ışık  almasına  imkan  veriyor,  ayrıca,  zemini,  gezinti  ve  spor  etkinlikleri  için  kullanılıyordu.

Bina,   9mt. Yüksekliğindeki    tavanlarıyla,   dört  katlı  ve   muhteşem   görünüyordu.  Deniz  tarafından  görünüşü  ile,  kara,  yani,     Kadıköy—Üsküdar  yolu  tarafından  görünüşü   şekil  ve  yükseklik  olarak   farklıydı.   Binanın   deniz  tarafında,   köşelerde,  iki şer   ortada   da    iki   tane   olmak  üzere,  tam  altı  tane  kulesi    vardı.   Ortadaki   kuleler   üzerine,  uzaklardan   görülebilecek   şekilde   saatler   yerleştirilmişti.    Çatıda,  kulelerin  etrafında,  beton  tarasalar  bulunmaktaydı ..  İstanbul’un  her  tarafından,  bu  kuleler  görüldüğü  gibi,  bu  taraçalardan  da  Saray  burnu,  Sultan  Ahmet,  Çamlıca  ve  adaların  şahane  manzaraları  gözler  önüne  seriliyordu.

         Vaktiyle  deniz   tarafından   da   girilebilen   binanın,  esas   giriş   kapıları   kara   yolu   tarafındaydı.   Bu   kapılara   geniş ,  havuzlu   bir   bahçeden   geçilerek   ulaşılıyordu.  3   tane  ,  geniş   ve   yüksek   ikişer   kanatlı,   ağaçtan,   oymalı   ve   süslü   kapısı   vardı.   Giriş   katında,   İdari   bölümler   geçildikten   sonra,  sınıfların   bulunduğu  koridorlara   ulaşılıyordu.  Sınıflar   uzun  koridorlar  boyunca ( ki  bir  koridorda,  dokuz   sınıf    vardı)  yerleştirilmişti.  Koridorlar,  o  kadar  geniş    ve  uzundu  ki,  zil  sesiyle,  sınıftan  çıkan  öğrenciler, kış  günlerinde,  teneffüs   vakitlerini  burada  geçirip  hava  alabiliyorlardı.  Koridorlar  sayesinde,  talebeler,  yağmurdan  ve  kışın  soğuğundan  korunuyorlardı.  Binanın  ortasındaki  boşluğa  açılan  geniş  pencereler,  bu  boşluk  sayesinde,  mükemmel  aydınlanıyordu.

         Alt  katlarda,  yemekhaneler,   5  adet   mutfak,  çamaşırhane ,  hamam  ve  laboratuarlar  vardı.  Üst  katta,  yatakhaneler,  son  katta ise   ne  maksatla  kullanıldığı,  hâlâ  belli  olmayan,  pek  çok  mekân  vardı.  Binanın  altında,  maksadı  bilinmeyen  dehlizler,  geçitler  mevcuttu.  Bu  dehlizlerin,  Karaca  Ahmet  mezarlığına  kadar  uzandığı,  vaktiyle,  tıp  talebelerinin,   mezarlardan  kadavra  çalarak,  üzerinde  inceleme  yaptıkları  söyleniyordu.  Şimdi  ise,  bütün  dehlizler,  demir  parmaklıklı  kapılarla,  kapatılmıştı.  Buna  rağmen,  bizim  Gece  Konducular,  bir  yolunu  bulup,  bu  dehlizler  vasıtasıyla,  okulu   asmayı  beceriyorlardı.

 

                  9. GÖZDE   PEŞİNDE

 

Artık,  hafta  sonlarını  iple  çeker  olmuştum.  Aslında,  Ayça  ile  aramızda,  tam  olarak,  bir  gönül  bağı  oluşmamıştı.  Bakışlar,  tebessümler  şeklinde,  başlangıç  safhasından  ibaretti.  Ama,  nedense,  hafta  sonuna  doğru,  garip  bir  heyecan  sarıyordu  içimi.  Hele,  Cumartesi,  son  dersin,  biran  önce  bitmesini,  Hocanın,  dersi   fazla   uzatmamasını  isterdim.  Bazen,  öğle  yemeğini  yemeden,  tramvay  durağına  koştuğum  olurdu.  İskelede  vapur  beklemek  ise,  bana  azap  verirdi.  Vapura   binince,  derin  bir  nefes  alırdım. “ İşte  beni  Ona  götürecek,  köpüklü,  beyaz  at “ derdim.  Vapur,  her  iskeleye  uğrayıp,  yolumu  uzattığında,  “ zamanımı  çalıyor “  diye,  kaptana  söylenirdim.  Acaba,  bendeki,  bu  heyecan  ve  telaş  niçindi?  Bir  tebessüm,  bir  göz  süzmesi  için  miydi?

Kış   geçip,  ilk  bahar  geldiği  zaman,  bir  Cumartesi  günü,  aklıma  esmiş,  Halama,    ziyarete  gitmiştim.  Tesadüf  bu  ya,  orada,  Çiğdem  de  vardı.  Eh!  Öz  halası  değil  mi,  İstanbul’a  gelmiş,  Ona  da  uğramış  olabilirdi?  Meğer  işin  aslı  başkaydı.  Çiğdem,   hasta  olan   Ümmühanı  ziyarete  gelmiş,  ziyaretten  sonra,  İzmit’e  dönmeyip,  halasında  kalmaya  karar  vermişti.

‘Ümmühan,  Haydarpaşa,  İntaniye,  hastanesinde  yatıyor’  dedi.  Bu  sözü  duyduğumda,  yüreğimin  burkulduğunu  Onu  görmek  arzusuyla,  yandığını  hissettim.  Uzun  zamandır,  Onu  ne  görmüş,  ne  de  ,  doğru  dürüst  haber  almıştım.  Sesim  titreyerek  sordum,

      -Durumu  nasıl,?  Yoksa  çok  mu  hasta?

      -Onu  iyi  gördüm,  daha  iyi  bir  bakım  ve  tedavi  için  yatırmışlardı.  Gerçekten,  hemşireler,  yakın  ilgi  gösteriyorlar,  hiç  olmazsa,  emin  ve  bilgili  ellerde,  İzmit’e  rahat  olarak  dönebilirim.  Diyerek,  muhtemelen  beni,  belki  de  esas  kendini,  teselli  etmeye  çalışıyordu.  İkisi,  hem  akraba,  hem  de  iyi  arkadaştılar.  Ne  kadar  üzülse,  yeriydi.  Benimse, ütopyamdı  O !    Pazar  günü, Ümmühan’ın ziyaretine  gitme  kararıyla,  halamlardan  ayrılıp,  okula  döndüm.  Dönerken de  gözüm  hastanedeydi.,  Tramvay, İntaniye’nin   hemen  yakınından  geçiyordu  ve  bizim  okula  çok  yakındı.

       Bu  defa,  yüreğim, Ümmühan  için  çarpıyordu.  Yüreğimde kabuk  bağlamakta  olan  bir  yara  varken ,  şimdi,  bu  yara  tekrar  deşilmişti.  Ayrıca,  hastalık  durumunu  da  merak  ediyor  ve  üzülüyordum.  Acaba,  Ona  gidersem,  beni  nasıl  karşılayacaktı.  Ziyaret  etmem  doğru  mu  olacaktı?  Gizli  duygularımı,  Ona  ne  kadar  değer  verdiğimi  anlayacak  mıydı?  İzmit’teyken,  sözler  değil,  gözlerim  bir  şeyler  söylemek  istemiş,,  ama ,  O,  gözlere  bile  geçit  vermemişti.  Belki  de,  gurur  ve  tenezzül  meselesiydi.  Eniştesinin,  ilk  okuldaki,  fakir  bir  akrabasıydım  çünkü.  O  kadar!

Acaba,  şimdi,  sevgiye,  aşkıyla  çarpan  bir  kalbe,  ihtiyacı  var  mıydı?  Gözlerinde,  bir   parıltı,  bir  sıcaklık  görebilir  miydim?

Bu  duygularla,  ( Hastanenin  önünde  satılanlardan)  bir  demet  çiçek  alarak,  Pazar  günü,  öğleden  sonra,  hastaneye  gittim.  Hemşireler,  balkon  tarafını  gösterdiler.  Hava  ılık  ve  güneşliydi.  Hastanenin  güney  cephesi,  boydan,  boya  balkondu.  Hastalar,  balkondaki  şezlonglara  uzanmışlar,  güneşleniyorlardı. O’ da ,  hastalar  arasındaydı.  Yanına  vardığımda,  gözleri  kapalıydı.  Bir  an,  tereddüt  edince,  yanındaki  hasta,

-Uyumuyor,  seslenin,  dedi.  Benim  seslenmeme   gerek  kalmadan,  gözlerini  açtı.  Güzel,  şahane  gözleri,  biraz,  gölgelenmişti.  Beni,  karşısında  görünce  şaşırdı.

--Aa..!  Yusuf,  sen  misin,?   dedi.  Ben  de,

-Tanımayacaksın  diye  korkuyordum,  neyse  ki,  korktuğuma  uğramadım,  diyerek,  güya,  espri  yaptım.

Tebessüm  ederken,  bembeyaz   dişleri,  meydana  çıkmıştı.  Çekine,  çekine,

-Nasılsın,  Ümmühan,?  Burada  olduğunu,  dün,  Çiğdem’den  öğrendim.

--Ben  de  onun  için  şaşırmıştım.  Benim,  burada  yattığımı  nasıl  öğrendin,  diye.  Bana  gelince,

--Şimdi,  daha  iyiceyim,   burada,  bize  daha  iyi  bakıyorlar.

Ne  konuşmalıydım,  acaba?  Böyle  durumlarda  da,  konuşma  becerim  fazla  değildi.  İzmit  ve  oradakilerden  başka,  müşterek  konumuz,  hemen,  hemen  yok  gibiydi.  Onlardan  bahis  ederek,  Onu  yormak  uygun  olmayacaktı.

--Bizim  okul  çok  yakın,  burada  olduğunu  bilseydim,  daha  önce,  ziyaretine  gelirdim,  diyerek,  suskunluğumu  bozdum.

--Biliyorum.  Senin,  Haydarpaşa  lisesinde  okuduğunu,  Çiğdem  söylemişti. Zaten,  ben  de  çok  olmadı  buraya  geleli.  Böyle  bir  cevap  duyunca  sevindim.  Demek  ki,  benimle  ilgili,  bazı  şeyleri  biliyordu.  Daha  fazla  kalarak,  Onu  yormanın  anlamı  yoktu.  Acil  şifalar  dileyerek,  biraz  da   içimden  atamadığım  hüzünle,  hastaneden  ayrıldım.

Okula  doğru  yürürken,  zihnim,  hep,  Onunla  meşguldü.  Elimde  imkân  olsa,  Onun  için,  neler  vermez,  neler  yapmazdım  ki!  İsteklerimin  sınırı  yoktu.

Ne  yazık  ki,  parasızlık  ve   Onu  rahatsız  ederim  endişesiyle,  ziyaretime,  bir  müddet  ara  vermiştim.  Onu  tekrar  görmek  istediğimde  ise, uzaklara,   taa,  Yakacık  taraflarında,  Süreyya  Paşa,  Prevantoryumuna  nakledildiğini  öğrenmiştim.  Benim  için,  oralara  gitmek ,  bir  hayal,  bir  Ütopya  peşinde  koşmaktan  farklı  olmayacaktı.   Bunun   için   her şeyden  önce,  para  ve  zaman  lazımdı.  Bu  sebeple,  sükutu  hayale  uğramış  ve  meyus  olarak,  okula  dönmüştüm.

 

( Zorlu Dönemeçler-1-b6-7-9 başlıklı yazı coni tarafından 17.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu