Harp zamanıydı. “ Harbe girecek miyiz, girmeyecek miyiz” haberleri, radyodan, zaman, zaman dinliyor , aramızda da konuşuyorduk. Böyle kritik bir dönemde, verilen yemekler bizi doyurmuyordu. Porsiyonlar hem az çıkıyor, hem de devamlı, kuru fasulye, mercimek, güm pür le idareye çalışıyorlardı. Biz ise tam gelişme ve yeme çağında idik. Cumartesi, Pazar günleri, kasabaya indiğimizde, bazı arkadaşlar, peynir, zeytin, reçel gibi, bazı ihtiyaçlarını alabiliyorlardı. Benim ise, harçlığım kıt, param hesaplıydı. İşte böyle zamanlarda, fakirliğin acısını, yüreğimde, daha fazla hissediyordum. Zaman, zaman, Tanrıya isyan, anama, babama küfür ettiğim oluyordu.
-Zevk için, beni meydana getirdiniz, netice ne oldu? Biriniz ölüp gitti, bana dikili bir ağaç bile bırakamadı, diğeriniz , beni bebekken terk etti, anne sevgisini tattırmadı. Diyerek, kızar, bağırır, ağlardım. Tabii, bunu , yalnız olduğum zamanlarda yapardım. Bazen, düşüne, taşına fırından, sıcak bir ekmek alır, şehirden, okula gelinceye kadar, yavan ekmeği, büyük bir iştahla, yer, bitirirdim. Ki o zaman ekmekler okkalıktı.
Tanrıya isyanım ise:
-Neden beni yarattın! Madem yaratacaktın, neden, zengin bir ailenin çocuğu olarak yaratmadın ? şeklinde idi. İşte o zamanlar, kendi, kendime söz vermiştim.” Zengin olmadığım takdirde, evlensem bile, çocuk yapmayacaktım.” Çocuğumun da benim gibi, sıkıntı çekmesini istemiyordum. ( Tanrı, bu isteğimi duymuş olmalıydı).
Bir gün, müdür muavini beni çağırttı ve,
-Senin velin kim ? Adını, adresini ver de, mektup yazacağım. Dedi. Dayımın ismini ve adresini vermiştim, ama, neden mektup yazacak acaba diye de merak etmiştim. Beni mi şikayet edecekti? Bu şüphe ve endişem epey devam etmiş, derslerin hay- huyu içinde unutmuştum.......
Artık, okullar kapanmak üzereydi. Devamlı, sözlü ve yazılı sınavlar yapılmakta, bizler de harıl, harıl çalışmaktaydık.
Bu arada, harp bitti, bitecek haberleri, kulaklarımızı doldurmaya başlamıştı. Almanlar yenilmişler, teslim olacaklardı.....
.
Okullar tatil oldu. Karnelerimizi aldık, Allaha şükür, resim hariç, aldığım notların hepsi pek iyi idi. Diğer arkadaşlarla vedalaşarak, dört İzmitli, iki de Bolulu, Saim ve Selahattin , istasyonun yolunu tutmuştuk. Bolu’lu arkadaşlar, Arif iye’de indiler, Trende, İzmit’e yaklaşırken, içimde , az da olsa bir heyecan mevcuttu. Acaba , beni nasıl karşılayacaklardı. Epey zaman geçmiş, bu zaman zarfında, ancak, bir kaç mektup yazabilmiştim.
Daha, yolun köşesini dönüp, uzaktan evi görür, görmez , Leydinin sesini duydum. Sanki, uzaklardan kokumu almıştı. Bahçe kapısını açar, açmaz, üzerime atladı. Çılgın gibi, ellerimi yalıyor, etrafımda, fırıl, fırıl dönerek, sevinç gösterisi yapıyordu. Bunca zaman geçmiş, beni unutmamıştı. Köpek de olsa, doğrusu, beni duygulandırmıştı.Erkan hariç, yengem ve kızlar , beni iyi karşılamışlardı. Erdem ise, görevi icabı, şehir dışındaydı. Dayımın ise, akşam eve geldiğinde, yüzü gülüyordu. Daha , yanıma gelmeden,
-Hoş geldim, oğlum! Gel, seni kucaklayıp, tebrik edeyim , derslerinde, çok başarılı imişsin, okuldan, takdirname yazısı geldi” dedi. Ve kucaklayıp, yanaklarımdan öptü,. Biraz şaşırmıştım . Getirip yazıyı gösterdi. Gerçekten, yazı okul müdürlüğünden yazılmıştı, yazıyı okuyunca, ne de olsa göğsüm kabarmıştı .
Yaz tatilini, çalışarak değerlendirmek istediğimden, Dayım, kağıt fabrikasında, bana iş bulmuştu. Ne kadar çok para biriktirirsem, benim için o kadar iyiydi. Okulda harçlığa ihtiyacım oluyordu. Dayımdan okul harçlığı istemeye çekiniyordum. Ev o kadar kalabalık, gelen gidenin ve akrabaların haddi - hesabı yoktu.
Fabrikada işim oldukça kolaydı. Bazen işçilere su taşıyor, bazen de , dekovil üzerinde yürüyen küçük vagonlarla, kazılardan çıkan toprakları, bir taraftan, diğer tarafa, taşıyıp döküyordum. İşten çıkıp, eve geldikten sonra, bahçeyle ilgileniyordum. Bahçe , oldukça, bakımsız kalmıştı. Yediğim ekmeğin karşılığını ödemek istiyordum ama, pek de onu karşılamıyordu. Açıkçası, çalışmam, yengemin, çamaşırlarımı yıkamasının karşılığı bile olamazdı. Gerçi, Dilsiz Emine teyze gibi yardımcı kadınlar, ev işlerine ve çamaşıra yardım ediyorlardı ama, evin asıl yükü, yengemin üzerindeydi. Kızlardan, pek de yardım görmüyordu. Bu da herhalde, Yengemin, Onlara karşı kendi tutumundan kaynaklanıyordu. Her işi kendim yaparım veya yaptırırım düşüncesindeydi. Onlara pek kıyamıyordu galiba!
Sayılı günler çabuk gelip , geçmişti. Okul, artık, benim için bir sığınma yeriydi. Burada, kendimi, bazılarının bilhassa Erkan’ın hissettirdiği gibi, biraz da sığıntı kabul ediyordum. Aslında, Dayım da, yengem de böyle düşünmüyorlardı. Onlar, can-ı gönülden, bana destek olmuşlardı ve destek olmaya devam ediyorlardı.
Bu defa, İzmit’ten ayrılmam, bana, fazla üzüntü vermedi. Artık, önceki duygusallığım yoktu. Ayrılık duygusuyla, trende de ağlamamıştım. Üstelik, okula gidiyorum diye, sanki, içimde bir sevinç vardı.
Okulda, ilk haftanın rehaveti, gelip, geçmişti. Öğretmenlerimizin hepsi de iyi insanlardı. Dersleri de çok iyi öğretiyorlardı. Genellikle, bizlere davranışları iyiydi. Müzik çalışmalarımıza, yeniden başlamıştık. Kendi enstrümanları olup, yaz tatilinde, evlerinde, çalışanlar, bu işte daha başarılı idiler. Benim ise, böyle bir imkânım yoktu. Yengem, genç kızken, Ud dersi almıştı, Udunu getirip, bana da öğretmek istemişti. Ama hem iyi nota bilmiyordu, hem de Udun çalınışı, mandolinden farklıydı bu sebeple, başaramamıştım. Bu iş için uzun zamana ve gayrete ihtiyaç vardı.
Okul açılalı bir ayı geçmişti. Okula iki öğretmen tayin olup gelmişti. Biri erkek, biri kadındı. Anladığımıza göre, ikisi de bekârdı. Erkek, otuz yaşlarında, açık tenli yakışıklı, biraz da benim gibi, burnu büyük cinstendi. Ayrıca, her şeyi ben bilirim pozundaydı. Talebelere, bir kürsü farkından çok daha yukarılardan bakardı. Kadın ise, 20-25 yaşlarındaydı. Yüzü, biraz tatarımsı olmasına rağmen, oldukça, güzeldi. Anlaşılan, öğretmen okulundan, yeni mezun olup gelmişti. Fazla deneyimi yoktu. Talebelere, nasıl davranacağı hakkında, tereddüt geçiriyordu. Acaba, sıcak mı davran sındı, yoksa, soğuk mu ?
Sınıfta ders anlatırken, bazı arkadaşların yaptığı gibi, ben de Ona bakarak, dalar giderdim . Toplu fotoğraf çekimlerinde, Onun yanında bulunmak isterdim. Aynı devrede tayin olup gelen, edebiyat Öğretmeni’nin, Ona karşı ilgi duyduğu, benim gibi, bir çok arkadaşın gözünden kaçmıyordu. Teneffüslerde, sık, sık bir araya gelerek , yana, yana dolaşırlardı.
Bir yerlerde okumuştum, sakız çiğnemenin, diş ve diş etlerine faydalı olduğunu. Zaten köyde de, bir bitkinin öz suyundan sakız yapar çiğnerdik. Dolaysıyla, bu yönde alışkanlığım vardı. Okulda da bu alışkanlığımı devam ettiriyordum.
Bir gün, teneffüsten sonra, sınıfa, sakız çiğneyerek girmiştim . Henüz yerime oturtamamıştım ki, yeni edebiyat öğretmeni sınıfa girmişti. Sıraya otururken Onu gördüm, sakızı ağzımdan çıkarayım mı, yoksa , çıkarmayıp yutayım mı diye bir an tereddütten sonra onu çıkarıp ovucuma aldım. Öğretmenin gözü bende ve hareketlerimde olmalı ki, bana doğru gelerek,
- Nedir, o ağzından çıkardığın, dedi ovucumu açıp, göstermek mecburiyetinde kalmıştım. Ovucuma bakmakla, tokadı yemem bir oldu . Bu hayatta yediğim ikinci tokattı. İkisi de sudan sebeplerdendi. Çok bozulmuştum. O kadar arkadaş içinde tokat yemem, çok ağrıma gitmişti. Ama asıl sebebin, sakız çiğnemek değil başka bir şey olduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bunu düşünerek, biraz da olsa teselli olmuştum.
Okulda, tokat yiyen çok arkadaş görmüştüm. Onlar, daha ziyade, sigara yasağı yüzünden, böyle bir muameleye maruz kalıyorlardı. Müdür muavini ve yeni gelen edebiyat öğretmeni gibiler, zaman, zaman tuvaletlere baskın yaparlardı. Ve yakaladıklarına, Allah yarattı demeden, sille tokat girişirlerdi. Sigara içen talebelerin çoğu paralı okuyanlardı. İçlerinde iyi arkadaşlar da vardı. O kadar sopaya, aşağılanmalarına rağmen, neden sigarayı bırakmadıklarına veya bırakamadıklarına şaşar, hayret ederdim.
Resim yapma kabiliyetim pek yoktu. Resim hocamız, çok güzel, otoriter ve aynı zamanda, hanım efendiydi. Bir gün, resim dersinde, kürsünün üzerine koyduğu vazonun ve içindeki çiçeklerin resmini yapmamızı istemişti. Ben, yine arka sıralarda oturuyordum. Hocamız, bir müddet sonra, sıraları dolaşmaya başladı. Kimine “iyi” diyor, kimine, “ biraz daha çalış, şöyle yap, böyle yap “ diyerek ilgi gösteriyordu. Sıra bana gelmişti. Yaptığıma, şöyle bi baktı, anlaşılan, bir şeye benzetememişti. Yanıma oturdu. Bana , yeni ve temiz bir resim kağıdı çıkarttı. İzah ede, ede, vazonun ve çiçeklerin resmini kendisi yapmaya başladı. O resim yaparken, ben de Onun sıcaklığını hissediyordum. Bu hissettiğim, acaba, duymadığım anne sıcaklığımıydı ? Yoksa, bana değer verdiğini düşünmemden mi ileri geliyordu? Artık , resim derslerinin gelmesini, dört gözle bekler olmuştum. Çünkü, her derste yanıma oturur, bana çizimlerde yardım ederdi. Ne yazık ki, resim dersleri, haftada bir saat ile sınırlıydı.
Bir gün, müdür muavini, Hüsnü Baba,- ki genellikle böyle derdik-, beni, Hüseyin’i ve Saim’i yanına çağırtmıştı. Merakla, birbirimizin yüzüne baktık ve sonra da odasına gittik. Masasının arkasında, gözlüklerinin üstünden, bizi ilk defa görüyormuş gibi bakarak,
-Siz, üçünüz, okulun, en ahlaklı talebesi seçildiniz. Okulun disiplin kurulu, böyle bir karar aldı . Bu günden itibaren, karma sınıfta ders görecek, oradaki ahlaksız talebelere örnek olacaksınız, dedi. Bizi, peşine takıp, karma sınıfa götürerek, içeri girdi ve
-Bu üç arkadaşınız, badema bu sınıfta ders görecekler, diyerek , Hocaya, hiç bir izahatta bulunmadan çıkıp gitti .. Bilahare, karma sınıfta paralı olarak okuyan üç arkadaşımız, bizim sınıfa nakledilmişlerdi.
Tevatüre göre: Onlar, kız talebelerin içinde, kız talebelerden ziyade, kısa boylu, şişman, uzun yıllarını bu mesleğe vermiş, kadın bir öğretmeni, ahlaka aykırı davranışlarıyla taciz etmişlerdi. Hoca da , Onları, idareye , şikayet etmek mecburiyetinde kalmıştı. Okulun disiplin kurulu toplanarak, çare olarak, böyle bir uygulamayı münasip görmüştü.
Benim için, bu bir mükafat mıydı? Güzellere bakmayı her zaman seven ben, bundan sonra etrafıma bakamayacak mıydım ? Mamafih, O arkadaşların yaptığı şey çok farklı, düpedüz ahlaksızlıktı....
...