1. BİLECİK NERESİ (üçüncü dönemeç)
Cumhuriyet Bayramında, bütün okul merasime iştirak etmiştik. Henüz, imtihanların neticesi gelmez diye düşünüyordum Bayramdan iki gün sonra, sınıf arkadaşım Necdet Ersoy, sevinç içinde, beni karşılayarak,
-Yusuf ağabey ! leyli- meccani imtihanını kazanmışım! deyince, hem merak, hem de endişeye kapıldım. Acaba , ben de kazanmış mıydım?Yoksa !? Ümidim tekrar mı sönecekti? İlk dersimiz tabiattı. Öğretmen içeri girdikten sonra, sınıfta, gözlerini üzerimize çevirdi ve uzun, uzun gezdirerek:
--Çocuklar! Şimdi size, leyli- meccani imtihanını kazananları bildireceğim ! Kalbim küt, küt atmaya başlamıştı. Elindeki listeden bir kaç isim okuduktan sonra, Benim soy adımı ve baba adımı sordu.
-Tebrik ederim, sen de kazanmışsın, dedi. Artık , sevincime son yoktu. Bu haberle, hayatımın zorlu bir dönemecini daha aşmış , düz ve belirli bir yola çıkmıştım .
Okuyacağım okul, BİLECİK’TE idi. İsterse, Fi zanda olsundu! Benim için fark etmezdi, Sevincimi, hiç bir şey gölgeleyemezdi. Sevincimi, Dayım ve yengem de benimle paylaştılar. Bilhassa dayım çok memnundu. Sanki, benimle gurur duyuyor gibiydi.
Dayım, tren bileti ve harçlık için, bir miktar para verdi:
-İdareli kullan! Nasıl olsa, devlet her türlü masrafını karşılayacak, burası senin evin, tatillerde buraya gelirsin , diyerek, beni kucaklayıp öptü. Yengem de duygularını, dayım gibi ifade etmiş ve başarı dilemişti. Onlar ve kızlarla vedalaşırken, bir hayli duygulanmıştım. Erdem ağabey, şehir dışında vazifede idi. Erkan ise, vedalaşmadan, işine gitmişti. Üzüntü ve duygulu halim trende de devam etmiş, bir ara göz yaşlarımın akmasına mani olamamıştım.
İkindiye doğru, tabelasında” BİLECİK” yazan istasyonda indim. Bir istasyon memurunun yanına sokularak:
-Bilecik Orta Okulu nerede diye sorduğumda,
-Burada orta okul yok, cevabını alınca çok şaşırdım. Meğer, benim sandığımın aksine, burası yalnızca istasyonmuş, Bilecik denen vilayet-kasaba- 10 km. içerideymiş.
-Oraya nasıl gidebilirim? soruma karşılık, ilerde duran bir at arabasını göstermişlerdi. Elimde tek bir bavul vardı. Gösterilen yere doğru yürüdüm ve arabacıya:
-Bilecik Orta Okuluna gitmek istiyorum , dedim. Arabacı da” peki” deyip, bavulu elimden aldı. Arabanın üstüne koydu ve
- Sen de şuraya, arabanın üstüne sıçra bakalım, dedi. Bu, demir tekerlekli, bir yük arabasıydı. Cılız, gadiği çıkmış bir at tarafından çekiliyordu. Biraz garibime gitmişti. Böyle bir yerde, başka vasıta yok muydu? Yol yokuşa vurmuş, at zorlanıyordu, yol güya şose idi ama , toz, toprak ve küçüklü, büyüklü taşlarla doluydu. Arabanın demir tekerlekleri, bu taşlara isabet ettikçe, arabayla beraber ben de havalara zıplıyordum. Hava soğuktu ve açık olan arabanın üzerinde, rüzgar iliklerime işlemişti. Yol boyunca, kır yerleri ve tarlalardan başka, ne ev vardı, ne de başka bir yapı. 20-30 dakika gittikten sonra, arabacı, parmağıyla ileriyi göstererek”—İşte Bilecik, ama okul daha yakında “ dedi. Gerçekten, kasabaya varmadan, bir hastanenin önünden geçtik ve sonra da araba, büyük bir binanın bahçe kapısı önünde durdu. Arabacı,
-İşte okul bu, diyerek. Yola atlayıverdi.
Bahçe kapısından içeri girerken, etrafı tetkik ediyordum. Okul, tek başına, büyük bir arazinin içindeydi. Bina üç katlı görünüyordu. Yol tarafında, bakımlı, çiçekli bir bahçe, bahçenin içinde de , fıskiyeli bir havuz vardı. Binanın , ana giriş kapısına, mermer basamaklı, iki taraflı merdivenlerden çıkılıyordu. Arka tarafta ise, geniş toprak bir düzlük, içinde tek katlı bir kaç bina, daha ileriye doğru ise meyilli geniş bir arazi bulunuyordu.
Henüz talebeler sınıflarındaydı, kimi sınıflardan talebelerin, kiminden ise öğretmenlerin sesleri dışarıya aksediyordu. Bir hademe beni gördü ve müdür muavininin odasına götürdü. Masada, gözlüklü, tıknaz yapıda, Japon’a benzer biri oturuyordu. Başımla selâm vererek:
-Hocam! Ben İzmit orta okulundan geliyorum.
-Adını, soy adını söyle, şu listeye bi bakalım, diyerek, sumenin altından bir liste çıkardı, listede ismimi buldu ve Hacca hanımı çağırarak,
-Bu çocuğu, yukarıya götür, eşyalarını bir dolaba koysun, yatacağı yeri göster, sonra buraya gelsin, sınıfına götüreceğim. dedi
Sınıfa, O önde,. Ben arkada girdik. Kürsüde, kadın bir hoca ders anlatıyordu. Müdür muavini:
-Hocam! Bu, yeni talebeniz, İzmit’ten geldi , diyerek sınıftan çıkıp gitti. Meraklı gözler benim üzerime çevrilmişti. Hoca Hanım:
-İsmini söyle de arkadaşların duysun. Sonra da geç, boş bir sıraya otur!” dedi. Adımı, soy adımı söyledikten sonra, sağdaki, en arka sırayı tercih ederek oturdum. Hoca hanım, kürsüden, ismimle, seslenerek:
-Yusuf! Coğrafyadan, hangi konuya kadar geldiniz! sorusunu yöneltince, Onun coğrafya öğretmeni olduğunu anlamıştım. Bir taraftan dersi dinliyor, bir taraftan da gözlerimi sınıfta gezdiriyordum. Sınıfta hiç kız talebe yoktu. Arka sıralarda, benden iri , bir kaç arkadaş daha vardı. Diğerleri, bizden küçüktüler. Bu, artık, herkese, ağabeylik taslayamayacağım anlamına geliyordu.
Zil çalınca , yavaş, yavaş dışarı çıktık. Bu, günün son dersiydi. Çocukların bir kısmı arka bahçeye iniyor, bir kısmı da kasabaya gidiyordu. Kasabaya gidenlerin içinde kızlar da vardı.
Aynı sınıftaki arkadaşlarla, okulun arkasındaki düzlükte bir araya geldik. Birbirimizi tanıma merakı ağır basıyordu. İsmen tanımak, nereden ve hangi okuldan gelmiş olduğumuzu öğrenmek çok önemliydi. İzmit’ ten, üç arkadaş daha vardı, Onlar, benden önce gelmişlerdi. Necdet’i tanıyordum, İzmit deyken aynı sınıfta idik. İsmail ve Fikret ise aynı okuldan fakat ayrı sınıflardan geliyorlardı.
Konuşmalarımız sırasında öğrendiğime göre: okulda, üç kategoride talebe vardı. Benim gibi, devlet hesabına, yani, parasız yatılı okuyanlar, ikincisi, paralı yatılı olanlar ve nehariler. Paralı okuyanlar civar kasaba çocuklarıydı. Nehari olanlar ise, kızlı, erkekli , Bilecikli çocuklardı. Benim gibi, devletin okuttuğu çocuklar Marmara ve Ege bölgesinden gönderilmişlerdi.
Arkadaşlarla muhabbet ederken, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Zil sesi bizi akşam yemeğine çağırıyordu. Yemek hane, binanın zemin katındaydı. Ayrıca, laboratuarın da bu katta olduğunu öğrenecektim. Çamaşır hane, mutfak, banyo ve tuvaletler, arka bahçe tarafındaydı. Yine arka düzlükte, okul müdürünün ikametine ayrılmış müstakil bir bina mevcuttu.
Biz dört İzmitli, yemek hanede aynı masaya oturmuştuk. Onlar benden küçüktü. Hele Necdet, ufak, tefek, kısa boylu, zayıf gözlüklü, cin gibi bir çocuktu. İsmail, yaşına uygun bir yapıda, fakat hareketleri ağırdı. Fikret ‘in ise, bir kulağının kepçesi yoktu, üstelik kulakları ağır işitiyordu . Ona bazen kulaksız diye seslendiğimiz oluyordu. Çok sağlıklı görünüyordu. Yüzünden sanki kan damlıyor gibiydi. Yemek yerken, lokmaları ağır, ağır çiğner, en erken yemeğe başladığı halde, yemek masasından en son kalkan O olacaktı.
Yemek masaları, gruplar halinde dizilmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların masaları ayrı, ayrı dizilmiş, üzerlerine de bu rakamlar yazılmak suretiyle belirtilmişti.
Yemek salonundan çıktıktan bir müddet sonra, mütalaa için sınıflara dönmüştük. Gürültü, şamata devam ediyordu. Okulda, gece nöbetçisi olarak, bir öğretmen bulunduğu halde, talebeleri susturmak, ders çalışmalarını sağlamak baş mümessile kalıyordu. Keza, talebeler arasındaki sürtüşmeyi önlemek, yatak hanelerdeki disiplini sağlamak, adilane yemek tevziatı yaptırmak da baş mümessilin görevleri arasında olduğunu öğrenecektim.. Baş mümessilin halledemediği, aciz kaldığı bir hadise olursa, ancak o zaman, hadise idareye intikal ettirilecek, fakat Kimse böyle bir şey istemeyecekti. Çünkü, müdür muavini Hüsnü Babanın ( ki arkadaşlar Ona Mr Moto diyorlardı) meşhur olan beş kardeşi işe karışacak, şamarı vururken, Allah yarattı demeyecekti. Baş mümessil , son sınıf talebeleri arasından, sevilen, ve öğreniciler arasında sayılan biri olmak kaydıyla, idare tarafından seçiliyordu. Bu akşam, yemekhanede gördüğüm baş mümessil, Hasan Ak Ova adında, iri , yarı, yüzünde bir kaç sivilce lekesi bulunan, fakat davranışları efendi olan bir son sınıf talebesiydi.
3..SINIF ARKADAŞLARIM - ÖĞRETMENLERİM
Günler geçerken, yavaş, yavaş sınıf arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi tanımaya başlamıştım. Bizim sınıf, tamamen, parasız yatılı talebelerden oluşuyordu. Hiç kız talebe yoktu. Onları ancak teneffüslerde, müşterek laboratuar ve müzik derslerinde görüyordum. Bir de müzik hocamızın oluşturduğu, özel müzik grubunda, beş- altı kız talebe bulunuyordu.
Bizden üst sınıfların, bize karşı davranışları oldukça iyi idi. Yalnız, dershaneleri normal olarak ayrı olduğu gibi, yatak haneleri ve hatta yemek hanedeki , masaları da ayrılmıştı.
Bizim sınıfta, bana enteresan gelen ve göze çarpan tipler vardı. Örneğin: Bolu’lu SAİM, iri vücutlu, dalyan gibiydi. Gören Onu pehlivan zannederdi. Buna mukabil, sakin tabiatlı, uysal, kimsenin işine karışmayan, fakat derslerine de fazla önem vermeyen biri idi. ELMAS, O da iri yapılıydı. Atak, aynı zaman da heyecanlı hareketlere sahipti. Sanki, herkesle, hatta öğretmenlerle kavga etmeye hazır vaziyetteydi. ‘Sınıfın en güçlüsü benim “ der gibiydi . Sporda da aynı davranışları sürdürüyordu. RAMİZ: Benim gibi, burnu iri olanlardandı. Sanki, kökeninde, Kara denizlilik var gibiydi. Ama şivesi, hiç o tarafı çalmıyordu. Onun da hareketleri telaşlı, üstelik, her şeyde, heyecanlı ve aceleciydi. Çok çalışıyor pozundaydı, gizli , gizli sigara da içiyordu. HÜSEYİN: Orta boylu, sakin , efendi bir insandı. Herkesle iyi geçinirdi, tabii benimle de öyle. Onunla iyi arkadaş olmuştuk. Haklı olduğum konularda , benim tarafımı tutar ve savunurdu. KÂZIM: Orta boylu, kırmızı yanaklı, burnu biraz çarpıkça, fakat efendi bir çocuktu. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Matematiği iyi idi.” Ben mühendis olacağım” derdi. İbadetine çok düşkündü. O yaşta namaz kılar ve aksatmazdı. Derslerini aksatmadığı için de kimse ses çıkarmazdı. En erken kalkanımız O idi. Etliye, sütlüye karışmazdı. Üstelik, Ankara’nın Koç Hisar kazasından olduğu için hemşerim de sayılırdık. MEHMET EMİN : Bodur denilecek kadar ufaktı. Yassı bir kafa yapısı vardı. Cin gibi akıllıydı. Matematiğe kafası çok iyi çalışıyordu Buna mukabil sakindi (daha sonra Onunla kan kardeşi olacaktık) MEHMET ALİ DURAN.: Yakışıklı, boyu, posu yerindeydi. Kendisi de bunu bildiğinden, yürüyüşü, duruşu, fiyakalıydı. Derslerde de oldukça iddialıydı. Merasimlerde ve toplu fotoğraf çekimlerinde, en önde bulunmak isterdi. CEMAL: Yakışıklı, orta boylu, kendine has poz ve davranışları vardı. Birazcık da şairdi. Denemelerini, zaman, zaman bize dinletirdi. ALAEDDİN: Çenesinin uzunluğu ve müzik bilgisiyle meşhurdu. Oluşturulan müzik grubunun, iyi mandolin çalanlarındandı. Sakin huylu, iyi bir arkadaştı. Aynı grupta, ben de mandolin çaldığım için, iyi anlaşıyorduk. SELAHATTİN: Bolu- Seben’dendi. Esmer, zayıf, kısa boylu, içinden sinirli ve heyecanlı olup dıştan sakin görünen bir yapısı vardı. Derslerine iyi çalışmakla beraber , fazla iddialı değildi. İzmitlilerle beraber, O da benim himayemdeydi. (Daha sonraki yıllarda, benim en sevdiğim arkadaşım olacaktı)
Öğretmenlere gelince: Okul müdürü CEMAL Beydi. Gururlu, kibar bir hali vardı. Karısı da okulda öğretmendi. O yılkı seçimlerde, Bilecik’ten adaylığını koymuş, Millet Vekili seçilince de okuldan ayrılmıştı. MUZAFFER BEY: Orta boylu, sarışın, hareketli, canlı bir insandı. Beni en çok etkileyen tarih hocamızdı. Tarihi, bir hikaye gibi, fakat teferruatlı anlatırdı. Tarih dersinde, en önemli şeyin, sebep ve netice ilişkisi kurmak olduğunu söylerdi.” Bu ilişkiyi bilip kavrarsan, aklında tutabilirsen, tarih dersini de öğrenmiş olursun” derdi Bize tarih derslerini sevdirmek için, tarihî mekanlara geziler tertiplerdi. Örneğin, Bilecik’te bulunan, Şeyh EDEBALİ’NİN türbesine götürmüştü. Burası kasabanın güneydoğu yamacında, kasabadan biraz uzakçaydı. Edebalinin yaşadığı bu evin bir odasına kendisi ve yakınları , sandukalar içinde gömülü bulunmaktaydılar. Ev tamamen türbe ( müze ) haline getirilmişti. Tarih hocamız, Osmanlı İmparatorluğun kurucusu, Osman beyle, Şeyh Edebalinin nasıl tanıştıklarını, Osman Beyin sabrını denemek için buluşma taleplerini birkaç defa geri çevirdiğini, Osman beyin, dünyaya kök salmış şeklinde gördüğü ulu çınar rüyasını tefsir ediş şeklini, aralarında geçen muhavereyi ve Onun kızı BALA hatunla nasıl evlendiğini anlatmıştı. Ayrıca Söğüt kasabasına götürerek, Osmanlı imparatorluğunun ilk temellerinin atıldığı yerleri, Yürük Türklerinin , kuruluş yıldönümlerinde çadırlar kurarak, merasimler yaparak ananelerini nasıl yaşattıklarını göstermişti.
ALAEDDİN BEY: Matematik hocamızdı. İri ve geniş yapılı, vücudu gibi, yüzü de geniş ve kırmızıydı. Talebelere, icabında sert, icabında yumuşak davranmasını biliyordu. Gerektiğinde Bizi koruma ve müdafaaya çalışan yürekli efendi bir insandı.
Tabiat bilgisi HOCAMIZ da enteresan tiplerdendi. Orta boylu, tombul, tam bir Bulgar göçmeniydi. Şivesi, Trakya’dan göç edenlerin şivesi gibi özeldi. Kulak ve ayak temizliği konusunda verdiği eğitici öğütlerini hayat boyu unutmayacaktım. Kulaklar, bilhassa banyodan çıktıktan sonra, kibrit çöpü gibi sivri şeylerle değil, bir parça pamuk inceltilip, sivriltilmek suretiyle kulağın içine sokulmalı, baş yana eğilerek, pamuk üzerindeki parmakla sağa, sola hareket sağlanmalıydı. Böylece hem kulağa kaçan su kurulanmış, hem de kulağın kiri temizlenmiş oluyordu. Sivri cisme pamuk sarmak suretiyle kulağı temizlemek de sakıncalıydı, pamuk içerde kalabilir tehlike yaratabilirdi. Diğer bir konu da ayaklardı. Ayaklar yıkandıktan, bilhassa kış aylarında , banyodan çıktıktan sonra, parmak araları, çok iyi kurulanmalıydı. Aksi halde, rutubetten, mantar , ayrıca çatlaklar oluşabilir, insana hem sızı verir hem de uğraştırabilirdi. Bu arada, Bulgaristan’ın daha temiz tutulduğundan söz etmeyi, methini de ihmal etmezdi. İHSAN BEY: Müzik hocamızdı. Zayıf, ince yapılı, kabarık saçlarıyla, tam bir müzisyen görünümündeydi. Ne yazık ki kulakları ağır işitiyordu. Sesleri iyi duyabilmek için. Elini, bazen megafon gibi kulağına koyardı. Benim kulağımın ve sesimin uygun olduğunu anlayınca müzik grubuna seçmişti. Hoş, ben de gönüllüydüm ya! Hem sesle türkülere eşlik ediyor, hem de- öğrendikten sonra- mandolin çalıyordum. Okul korosunda erkek talebelerden maada, beş, altı da kız talebe vardı. Kelebek misali, O mu güzel, Bu mu güzel diye, gönlüm, bir ONA, bir BUNA konmak isterdi. Fakat tereddüt eder, bir türlü cesaret edemezdi. Çünkü, güzellik hakkındaki değer yargılarıma, hiç biri tam olarak uymuyordu...... Özel ve millî bayram günlerinde, Bilecik halkına ciddî, ciddî konserler verirdik. En çok seslendirdiğimiz .
“ oğlan adın İsmail, ismine oldum nail.....”
“Meşeli, dağlar meşeli, kül oldum ben bu aşka düşeli...”
“Bursanın ufak, tefek taşları, keman olmuş, O yarimin kaşları...” gibi türkülerdi. Bu türküleri hatasız icra edersek, müzik hocamız çok sevinir, gururlanırdı.