11.GÖDENİN  SÜLEYMAN

 

Yine  böyle  gecelerden  birinde,  Ekiz  enişteme  babamı  anlatması  için  yalvarmıştım.

  --Tuzsuz( nedense  Bana  böyle  derdi)  anlatırım,  ama  dikkatle  dinleyeceksin ! Siz  de  çocuklar  gürültüyü  kesin  ve  dinleyin .  Ne  de  olsa  O,  sizin  de  dedeniz”  diyerek  anlatmaya başladı:

   --Babana,  Gödenin  Süleyman  derlerdi.( Köylerde,  aynı  adı  taşıyan  kimseleri,  babalarına  izâfeten  tanıtırlar  ve  anlatırlardı ) Gödenin  Süleyman  deyince,  herkes ,  komşu  köyler,  bile  tanırdı.

Göde  Dede,  köyün  imamı  idi.   Üç  kızı,  bir  oğlu  vardı. Emine  ve  Ayşe   halaların  köydeler,  biliyorsun,.;  Fatma  halan  ise ,  Köylümüz  Musa  dayı  ile  evlenip  İstanbul’a,  Selamı  Çeşmeye  yerleşmişler , Onu  tanımıyorsun.

Göde  Dede  Oğlunu,  yani  babanı, kendisi  gibi  yetiştirip,  Akçakese  köyüne  imam  olarak  göndermişti.  Baban,   o  köyde  evlenmiş,  iki  kızı,    iki  de  oğlu  olmuştu.  Hilmi,  Fatma,  Şükriye  ve  Yusuf.  Fatma  ablam ,Sorgun’a   gelin,  Hilmi  Ağabeyin  de  Keşenuz’a      güveyi  olarak  gittiler.   Şükriye  ablanla  da  ben  evlendim . Yusuf  ağabeyine  gelince ;  Onun  acıklı  öyküsünü  belki  başka  bir  zaman  anlatırım.

Göde  Dede  yaşlanınca,  köyün  ileri  gelenleri  toplanarak  köy  imamı  olarak    babanı  çağırmaya  karar  vermişlerdi.  Baban  ,  karısı  öldüğü  için,  dört  çocuğu  ile  köye  geldi.  Baban  dülgerlikten  de  anlıyordu;  köylünün  de  yardımıyla  kısa  sürede  oturduğumuz  bu  evi  yapıvermişti.  Hemen  köy  imamlığına  başlamış,  bir  müddet  sonra  da,   köyden  Satı  ile  evlenmiş   ve  bir  oğlu  daha  olmuştu.  Durmuş  ali  ağabeyin.  Hani  seni,  bebekken,  kıskançlık  yüzünden ,  bacağından  bıçaklayan

Baban  köye  imam  olunca,  köylü Onu  çok  sevmişti.  Hem  cemaate  namaz  kıldırıyor,  hem  de  köyün  istekli  gençlerine  ve  çocuklarına   Kur’an  ve  eski  Türkçe  okuyup ,  yazmasını  öğretiyordu.  Sesi  okadar  güzeldi  ki  hem  ezan  hem  de  Kur’an  okurken,  bütün  köylü  huşu  ile  Onu  dinlerdi.

Onun  arıcılığa  çok  merakı  vardı.  Zamanla  yüz  tane  arı  kovanına  sahip  olmuştu;  şahane  bal  alır,  fakir  fukaraya,  eşe ,  dosta  dağıtırdı.  Baban  öldükten  sonra ,  diğer  bütün  mallara  sahip  çıktığı  gibi, Hilmi  ağabeyin  arı  kovanlarına  da  sahip  çıkmıştı  ve  geride  bakımsız  üç-  dört  kovan  bırakmıştı.

Baban  bahçeye  de  meraklı  idi.  Dere  boyunda   hem  bağ,  hem  de  bahçe  yapmıştı.  Köye  iki  yüz  metre  uzaklıkta  olduğu  için,  ezan  vaktine  kadar  oraya  gider,   bilhassa  son  yaşlılık  günlerinde   ve  sıcak  havalarda  ,  orada  istirahat  ederdi.  İşte , o  bağı  ,bahçeyi  de  Hilmi   zapt etmişti. Anan  ile  mahkemelik  olmuşlar,    hatta,  ananla   taşlı,  sopalı  kavgaya  bile  tutuşmuşlardı. fakat, Hilmi, babana  ait,  sahte  bir  borç  senedi  gösterdiği  için  , mahkemeyi   kazanmıştı.

Bu  arada,  hadiseleri  yerli  yerine  oturtmak  için,  annenden  de  bahsetmem  gerekiyor.  Annen  ilk  evliliğini,  Selman  ile  yapmıştı .  Bir   oğlu   olmuş,   ikinci   çocuğuna   hamile   iken,  kocasını,   genç   yaşta,  seferberlik   için   çağırmışlardı. . Annen  güzel  ve  hamarat  bir  kadındı; kocasının  fazla  bir  malı  yoktu ,  ama, babasının,  yani  Uzun  Dedenin  yardımıyla,  iki  çocuğunu  yetiştirmeye  çalışıyordu.   ,  Bir  zaman  sonra  da    kocasının   şehitlik  haberi  gelmişti .   Selman   gibi   nice   köy   genci    sefere    gitmiş    fakat    bir    daha   deri    dönememişti.  Annen  aylarca    kocası   için    yas  tutmuş,  sonunda  baban,  Ona  talip  olmuştu.  Halbuki  baban  evli  bir  insandı,  Annen  kuma  olarak  gitmek  istemediğini  söyleyince,  baban  Satı’yı  boşamak  mecburiyetinde  kalmış,  ancak  ondan   sonra  evlenmişlerdi.    Bu  evlilikten  ,  önce  Muhittin,  sonra  Nadire ,  en  son  da  sen  dünyaya  gelmiştiniz.”  Eniştem  bu  ara  su  içmek  isteyince,  ben  de

--Enişte!  Babam  neden  öldü?  Ne  zaman  öldü?   Babam  öldüğü  zaman   ben  kaç  yaşımdaydım ,  anlatsana!  diye  bir  soru  daha  sorunca :

-Neden  ve  ne  zaman  öldüğünü  anlatmam  için  ,Yusuf  Ağabeyinin  acıklı   öyküsünden    bahsetmem  gerekiyor  ki    bu  uzun  sürer.  Onun  için  bu  gecelik ,  bu  kadar,; yarın,   sabah  namazı  için  erken  kalkacağız,  herkes  evine  ,  herkes  yatağa ,  deyip  kestirip  attı.  Böylece   sevdiğim  gecelerden  biri  daha  sona  ermişti.  Neyse  ki   gideceğim  yer  uzak  değildi;  bitişik   odaydı. Usulce  kapıyı  açtım,  hoş  gürültüyle  açsam  da  ebem  duymazdı  ya!  Hemen  ebemin  yanına  ,  sıcak  yatağa  süzüldüm.  Bizim  odada  ocak  sönmüş,   oda  buz  gibi  olmuştu.  Yattıktan  sonra  ,  bir  müddet,  Eniştemin  anlattıklarını   düşündüm.  Bana ,  soy ,  sülale  biraz  karışık  gelmişti.  Şimdi  biz  kaç  kardeştik ?  on  mu?  On  beş  mi?    Galiba  on bir .Ve  uykuya dalmışım.

Ertesi  gün  ve  daha  sonraki  günler  ,  böyle  bir  sohbeti  iple  çekecektim.

 

12.KÖY  ODASI

 

Eniştem,  geceleri ,  köy  odasına  sık  gitmezdi;   gittiği  zaman  ben  de  peşine  takılırdım.  Orası  ne  de  olsa  sıcaktı. Soğuklar  başlar  başlamaz ,  odanın  ortasında  odun  sobası  devamlı  yanardı. Kenarlarda  yüksek  sedirler  vardı.  Yaşlılar ,  bu  tahta  sedirlerde   otururlardı.  Delikanlıların  ise  odaları  ayrıydı.  Oraya  başka  bir  merdivenle  çıkılıyordu.  Benim  gibi  çocuklara ,  her  iki   taraf  da  serbestti.  Gençlerin  odasında  kağıt  oyunlarını   ..  izler;  yaşlıların  odasında  ise , Onların  muhabbetlerini,  kendi  aralarında,  sözlü  sataşmalarını  dinlerdik.  Her  şeyi  konuşurlar,  biz  de  her  şeyi  Onlardan  öğrenirdik.  Bilhassa   yaşlılar,   askerlik   hatıralarından,    seferberlikte   olsun,  Balkan   ve   istiklâl   savaşında   olsun,   çektikleri   sıkıntılardan   sık,  sık   bahsederlerdi.

Geceleri  köy  odasına  gitmek  de  dönmek  de  çok  zordu. Kış  geceleri  hem  soğuk  olurdu  ,  hem  de  karanlık.  Eniştemle  gittiğim  zamanlar,  Ona  ait  gemici  feneri    gibi  bir  şey , az  da  olsa  yolumuzu  aydınlatırdı. Yalnız  olduğumda,  her  bir  taşın  nerede  olduğunu  bilsem  de ,  karanlıkta  el yordamıyla,  hele  kışın,  yalın  ayak  gitmem  bana  çok  zor  geliyordu . Çoğunluk,  yolunu  bulmak  için   çıra  yakardı.  Evlerde  bile  gaz  lambası  olanlar  parmakla  gösterilecek  kadar  azdı.  Çoğu  köylü  için  bu  bir  lükstü.  Ocakta  yanan  ateş  ,  hem  evi  ısıtır  , hem  de  aydınlatırdı.  Köylünün  en  büyük  sıkıntısı, gaz,  tuz,  şeker,  bez  ve  sabundu.  Gaymesi  olanlar  bile  bunları  bulmakta  güçlük  çekerlerdi.

       

13.KADINLARIN  ÇİLESİ

 

Kadınlar  çamaşırı   kil   ve  soda   ile  yıkarlardı.  Çamaşır  kazanını  sırtlayan,  derenin  yolunu  tutardı.  Orada  çalı,  çırpı  toplanır;  kazanın  altı  bunlarla  yakılırdı. Dere,  köye  500-600  m.  Uzaklıktaydı. Kazanda  su  kaynarken,  içine,  kil  ve  soda  atılır,  soğuk  suda  bir  kat  kiri  akıtılan  çamaşırlar  kazanda  kaynatılırdı.  Kazandan  çıkarılan  çamaşırlar,  yassı  taşların  üzerine  konularak,  tahta  tokaçla,  dövüle ,  dövüle,  güya  beyazlatılır,  sonra  da  soğuk  suda  durulanırdı.  Bunlar  sıkıldıktan  sonra  kuruması  için ,taş  ve  çalıların  üzerine  serilirdi (Çamaşırları  asmak  için  ne  ip  bilinirdi,  ne  de  mandal. )  İş  artık  onların  kuruması  için  beklemeye  kalırdı.  Genç  kız  ve  kadınlar,  beşi,  onu  bir  araya  gelerek  bu  işleri  yaparken,  çektikleri  eziyete ,  sanki  meydan  okurcasına,  bir  ağızdan,  türkü  çığırmayı  ihmal  etmezlerdi.  Yaz  mevsiminde  neyse  de,  kışın  bile  bu  zorlu  işi  yapmak  mecburiyetinde  kalabiliyorlardı.  O  zaman  çalı  ve  taşlar  üzerine  serilen  çamaşırlar,  bazen  soğuktan  donar,  kazık  kesilirlerdi.  Onları  toplayıp,  biraz  daha  sıcak  olan   odalarına  götürüp  kurutmak    oldukça  zor  olurdu. Bazen,  çalı ,  çırpı  toplayıp,  kazanların  altına  atmak,    gibi  ,  ufak,  tefek  işleri  yapmak  benim  gibi  çocuklara  düşerdi;  tabii  kadın  ve  kızları  seyretmek  de.

  14.İLK  ORUÇ

 

Ebem  dindar  bir  kadındı .  onca  yaşına  rağmen,  namazlarını  kaçırmazdı.  Onunla  beraber  secdeye  yatar,  kalkardım.  Bana  kısa,  kısa  ayetler  öğretmeye  çalışırdı. Elham,    Nas,  Kevser   gibi  namaz  sureleri  bunlara  dahildi.....  Her  gece  yatağa  yatarken “Yattım  sağıma,  döndüm  soluma ,  melekler  şahit  olsun,  dinime  imanıma”  demeyi  Ondan  öğrenmiştim (ve  hayat   boyu  tekrarlayacaktım.)

Bir  ramazan,  ebemin  itirazına  rağmen,  oruç  tutacağım  diye  tutturmuş,  Onunla  beraber  sahura  kalkıp  niyet  etmiştim. Kendi,  kendime .”madem  ki  günlerim  yarı  aç,  yarı  tok  geçiyordu,  bari  oruç  tutmuş  olurum    diyordum. Nasıl  olsa  açlığa  alışıktım. Günler  uzun,   hava  sıcaktı. Akşama  doğru  içim  bayılmaya  başladı.   Dama  çıkan  seyyar  merdivenin  basamaklarına  çıkıp  oturdum.  Galiba  ezanın  bir  an  önce  okunmasını  bekliyordum.  Bir  ara ,  ablamla ,  eniştemin  konuşmalarına   kulak  misafiri  oldum.

-Şükriye,  galiba,  Yusuf  bu  gün  ilk  defa  oruç  tutuyor;  söyle  de  bu  akşam,  yemeği  bizimle  yesin!

 -Olmaz  Hüseyin!  Yemeğimiz  ancak  bize  göre, beş  çocuk , bir  de  Onu  çağıramam,  belki  bütün  ramazan   çağırmak  gerekebilir”  Eniştem   ısrar   ediyordu   ,  ama  ablama  kabul   ettiremiyordu,;  orada  olduğumun  farkına   varmasınlar  diye ,  daha  fazla  dinlemeden  ağlayarak   oradan  uzaklaşmıştım.  Bu  hadise beni  çok  üzmüş,  içimde  ukde  olmuştu.  Her   herhangi    bir   kimse   beni  yemeğe  çağırdığında   gitmezdim.  Gurur  meselesi   yapardım.  Ancak  yemeği  hak  edecek  bir  şey  yapabilirsem,  o  zaman  farklıydı.  ( bu  huy  bende  yıllar  yılı  sürecekti)

Ekiz  eniştem,  çok  iyilik  sever ,  açık  kalpli  bir  insandı.  Ablam  ise  katı,  biraz  da  cimri  idi.  Belki  O’da  hakkıydı,  beş  tane  çocuğu   doyurmak  kolay  değildi.  Aşağı  yukarı  bir  evin  içinde  yaşadığımız  için  Onun  ,  artık  huyunu,  suyunu  biliyordum.

Diğer  ablamı,  Sorguna  gelin  gideni  de  o  sonbahar,  yani  üzümlerin  olduğu  mevsimde  tanımıştım.  Köye  gelmiş,  Şükriye  ablamlar da  kalıyordu.  Bir  gün  bağa  gidiyordu.  Kendisi   katırına  bindi ,  ben  durmuş  öyle  bakarken,

--Hadi  gel!  Kucağıma  otur,  seni  de   bağa  götüreyim ,  dedi.  Benimle  ilgilenmesi,  katır  sırtında ,  beraber ,  bağa  kadar  gitmemiz  çok  hoşuma  gitmişti. Onu  ilk  ve  son  görüşümdü.  Daha  sonra  Onun  genç  yaşta,  iki  çocuk  bırakarak,  öldüğünü  duymuş  çok  üzülmüştüm.  ( ama  bu  hatıra  yıllarca  benimle  beraber  yaşayacaktı.)

 

 

( Zorlu Dönemeçler-1-11-14 başlıklı yazı coni tarafından 18.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu