M. NİHAT MALKOÇ


“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;

  Sayıları silmiş. BİR’e yönelmiş ...”(Necip Fazıl)

 

Yunus’un yaşadığı çağ yahut gökte yalnız bir yıldız


Yunus’un yaşadığı çağ, nerden bakarsanız bakın, bugünkünün fevkinde zor bir çağdır. Yunus’un döneminde Anadolu Selçukluları son demlerini yaşıyordu. Osmanlı çınarı henüz yeni filizleniyordu. Bu devirde isyanlar ve istilalar birbirini takip etmekteydi. Haçlı seferleri, Moğol akınları, Babai isyanları, saltanat kavgaları peşi sıra sürüp gidiyordu. Zulüm imparatorluğu kurmak için önüne ne gelirse yakıp yıkan Moğollar ve Haçlılar vahşilikte rakip tanımıyorlardı. Babailer de onlarla şer ittifakına girmişçesine felaket zincirine yeni halkalar ekliyorlardı. Onun içindir ki felaket çanlarının sesi dört bir taraftan duyuluyordu. İnsanlar yarınlarından ve hayatlarından hiç de emin değildi. Her fert, patlamaya hazır bomba gibiydi.

            Gönüllerin ve onurların hoyrat eller tarafından kırıldığı böyle zor bir zamanda dünyaya gelmişti bizim Yunus Emre… Onun doğum tarihi kesin olarak bilinmese de kaba hesap olarak 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk çeyreği arasında yaşadığı söylenebilir. Yunus’un doğum tarihinin 1240 olduğu kanaati kesin olmasa da, edebiyat çevrelerinde pek yaygındır.

Hakikatin perdelendiği zor bir zamanda ve karışık bir coğrafyada dünyaya gelen, gönül gözü açık bir veli şair olan Yunus Emre, mevcut durumun vahametini görerek kandan, kinden ve nefretten beslenenlere şöyle seslenerek safını belli etmiştir: “Ben gelmedim da’vî için benüm işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldüm.”

Yunus Emre, hayatı efsaneleşmiş bir gönül insanıdır. Fakat o Hüseyin Hatemî’nin de belirttiği gibi bir efsane değil, tarihî bir kişiliktir. O, dünle bugün arasında kelimelerden bir gönül köprüsü kurmuştur. Onun adı sevgi, hoşgörü ve kardeşlikle özdeşleşmiştir. Geçen yedi asır, onun adının ve felsefesinin üzerini örtememiştir. Zaman onu yaşlandıracak yerde, aksine gençleştirmiştir. Çünkü o, sevgi iksiriyle her dem tazelenmiştir. Edebiyat sahasında mühim bir isim olan Abdülbaki Gölpınarlı onu şöyle tanıtır:  Yunus Emre, 1240’ta doğdu. Sarıköylü’dür. İyi bir tahsil gördüğü şiirlerinden anlaşılmaktadır. Medrese tahsilinden sonra tasavvuf yoluna girdi. Tabduk Emre’ye mürit oldu. Anadolu’nun birçok illerini, Suriye’yi ve Azerbaycan’ı dolaştı. 1320 yılında 82 yaşında iken vefat etti. Mezarı Sarıköy’dedir.”

Yunus Emre evrensel temalar işlemiş bir dünya şairidir. Herkes onda bir şekilde kendini bulmaktadır. Bugün hemen herkesin zihninde bir Yunus portresi vardır. Bu portreler zaman zaman birbirlerinden bir hayli farklılıklar da arz edebilmektedir. Bazılarına göre o bir şairdir, bazılarına göre o bir derviştir, bazılarına göre de o bir hümanisttir. Herkes ona kendi penceresinden bakmış, aslında o pencereden gönül aynasındaki Yunus’u görmüştür.

İnsanlığın sevgiye, barışa ve dostluğa her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu bu karanlık çağda, Yunus’un gönül aynasından yansıyan uhrevi ışığa çok ihtiyacımız vardır. Zira o, karanlıkları aydınlatacak bir ışıktır. Onu gelecek çağlara taşımak hepimizin borcudur.

 

Yunus Emre’nin mezarı sevenlerinin gönlüdür.


Halkın ve Hakk’ın dostlarından biri olan Yunus Emre’nin mezarının yeri kesin olarak bilinmemektedir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ona atfedilen birçok mezar ve makam bulunmaktadır. Bunlar arasında Eskişehir-Sivrihisar, Aksaray-Ortaköy, Karaman, Bursa, Kula ile Salihli arası, Erzurum Tuzcu köyü, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas Hafik’teki türbe veya makamlar sayılabilir. Fakat bunlar içerisinde özellikle Karaman ve Sivrihisar başı çekmektedir. Niyazi-i Mısrî bu makamlara Yunanistan’ın Limni adasını da ilave etmektedir.

Hak ve hakikat şairi Yunus’un mezarının Anadolu’nun birçok yerinde olduğu iddiası, ona duyulan derin sevginin ve muhabbetin tezahürüdür. Anadolu halkı onu çok sevdiği ve efsaneleştirdiği için mezarının kendi memleketlerinde olmasını arzulamışlar ve iddialarını bu çerçevede dile getirmişlerdir. Böyle büyük bir sevgi her şaire nasip olmaz. Yunus’un yedi asrı aşkın bir zamandan beri unutulmamış olması, şiirlerinin dilden dile dolaşması buna delildir. Bence Yunus’un mezarı çok da önemli değildir; onun yeri Anadolu insanının yüce gönlüdür.

 

Yunus Emre’nin Divan'ında kısa bir gezinti

 

Yunus Emre sadece Türkiye’de değil, Türkçenin konuşulduğu bütün coğrafyalarda tanınmakta ve çok sevilmektedir. Hatta Türkçe konuşmayan milletler de onu zevkle okumaktadır. Yunus’un şiirlerinde kullandığı dil arı duru Türkçedir. Kendisiyle çağdaş olan Mevlana’nın eserlerini Farsça yazdığı bir dönemde o, Türkçeden asla taviz vermemiş, eserlerinde Türkçeyi nakış nakış işlemiştir. Türk milletinin onu bir başka sevmesi ve yedi asrı aşkın bir zamandan beri yüreğinde yaşatması biraz da onun Türkçe hassasiyetinden dolayıdır.

Türk şiir ırmağının en büyük kollarından biri olan Yunus Emre’nin günümüze intikal eden iki önemli eseri mevcuttur. Bunlardan biri Risaletü’n-Nushiyye, diğeri de Yunus Emre Divanı’dır. Bunlar Türk kültürünün ve Türkçenin iki büyük köşe taşıdır. Bu eserler kütüphanelerimizin en zengin muhtevalı şiir kitaplarıdır. Yunus’un Divan’ındaki şiirler aruz ve hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Bu divanların birçok nüshası bulunmaktadır. Yunus’un dinî, tasavvufî, ahlakî içerikli  “Öğütler Kitabı” anlamına gelen “Risaletü’n-Nushiyye”  adlı eseri mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Bu didaktik(öğretici) eser 573 beyitten oluşmaktadır.

 

Yunus Emre’nin şiirlerinde yaygın temalar


Tasavvuf edebiyatının ilk büyük mektebini kuran kişi olarak Hoca Ahmet Yesevî kabul edilmektedir. Ondan sonra bu sahada isim yapan öncülerin başında gelen Yunus Emre Türk Tasavvuf Edebiyatının tartışmasız en büyük temsilcisidir.

Yunus Emre’nin şiirlerinde geniş bir tema dağarcığı vardır. O insan hayatını ilgilendiren can alıcı konuları şiirlerinde işlemiştir. Ölüm, hayat, tasavvuf, Allah aşkı, peygamber sevgisi, hoca(öğretmen) sevgisi, hoşgörü, merhamet, namaz, ahiret hayatı, dünyanın geçiciliği, insanın özündeki kıymet şiirlerinde ele aldığı konulardan bazılarıdır.

 

Yunus Emre ve sonsuzluğun kapısı ölüm


Ölüm, sonlu hayattan sonsuz hayata hicret etmektir. Yunus Emre’nin şiirlerinde işlediği en yaygın temalardan biri ölümdür. Fakat o ölüme büyük bir sevgi ve hoşgörüyle bakar; ölümü dostu dosta kavuşturan bir sonsuzluk köprüsü olarak görür. Onun ölüme ve ölümden sonraki sonsuz hayata dair şu dizeleri güçlü imanını yansıtmaktadır:

“Ölümden ne korkarsın,/ Korkma ebedi varsın”

Yunus bir Hakk ve hakikat aşığıdır. Gerçekte insanlar ölmezler, çünkü ölüm sandığımız şey, aslında bir çeşit tebdil-i mekândan ibarettir. O bunu şöyle dile getirir:

“Yunus öldü deyû salâ verirler
  Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”

Ölüm sadece bedenle sınırlıdır; ruhlar hiçbir zaman ölmezler. Yunus Emre, ölümü yokluk olarak görmediği için bunu doğal bir hadise olarak görür ve ondan korkmaz; onu büyük bir tevekkülle ve tebessümle karşılar. Ona göre akıllı kişiler ölmeden önce ölür, yani nefsini sıkı bir disiplin altına alır; nefsin sonu gelmez emirlerine kulak asmaz. Ölüm tenle ilgilidir. Ruhlar ölümden azadedir. Yunus Emre bakın bunu şu beyitte ne güzel ifade etmiştir:

“Ten fanîdür, cân ölmez, gidenler girü gelmez,

Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi degül”

 

Yunus Emre yahut aşk bağının bülbülü


Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına bir kez bakmak yeterlidir.

            Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:

            “Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana

            Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk n’eyledi.”

            Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus’un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazî aşklarla ifade edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah’ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah sevgisidir. Hümanizm Yunus’u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus’ta esas olan Hakk’a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:

            “Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster
             Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım!”

            Yunus’un kitabında kan, kin ve nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için!…Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki?... Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir. Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular. Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.

            Yunus, Hakk’a yaklaştıkça halk da ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla dile getiriyor:

            Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk.
             Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak.
             Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak.
             Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.”

 

Yunus Emre’de peygamber sevgisi


Yunus Emre tasavvuf terbiyesi görmüş kâmil bir mümindi. O, şiirlerinde Hakk ve hakikat peşinde koşmuştur. Onun şiirinin temaları manevî hayatımıza ışık tutar. Yunus’un şiirlerinde hâkim temalardan biri de peygamber sevgisidir. O, şiirlerinde, başta iki cihan güneşi Hz. Muhammed(sav) olmak üzere birçok peygamberden bahseder.

Yunus Emre’nin son Peygamber Hz. Muhammed(sav)’e duyduğu aşk, kelimelerle anlatılacak cinsten değildir. Çünkü bizim peygamberimiz olan Hz. Muhammed(sav), Allah’ın habibi(sevgilisi)dir. Rabbimizin Resulullah Efendimize verdiği kıymet, diğer peygamberlerle ölçülemeyecek kadar çok büyüktür. Yunus Emre, Allah’ın bu kadar övdüğü ve sevdiği yüce bir şahsiyete gönlünün en güzel yerini ayırmıştır. Bu sevgiyi “Cânım kurbân olsun senin yoluna/Adı güzel kendi güzel Muhammed” dizelerinden başka hangi mısra daha öz bir şekilde anlatabilir ki?... ‘Kurban olmak’ fedakârlığın ve sevginin en tepe noktası değil midir? Yunus’un şu dörtlüğü, onun Kâbe’ye ve Resulullah’a duyduğu derin özlemin veciz ifadesidir:

“Bir mübârek sefer olsa da gitsem/Ka'be yollarında kumlara batsam
 
Hûb cemâlün bir kez düşde seyr itsem/Yâ Muhammed cânum arzûlar seni”

“Sen hak Peygambersin şeksiz gümânsız/Sana uymayanlar gider imânsız” diyen Yunus Emre, Peygamber Efendimize ve diğer peygamberlere gönülden inanmanın gerekliliğine vurgu yapar.  Çünkü peygamberlere iman etmek, imanın şartlarındandır.  İmanın şartlarından birine inanmamak kişinin imansız ölmesine sebep olacak kadar tehlikelidir.

Yunus Emre, Peygamberimizi bütün dertlerin dermanı olarak görmektedir. Çünkü onun getirdiği Kur’an, ruhların iksiridir, hayat kitabıdır. O, şu mısralarında kendini ‘katre’, Peygamberimizi ise ‘umman’ olarak nitelemektedir. “Katreyim ummân buldum/Derdime dermân buldum/Dün gece kadre erdim/Seyr ettim Muhammed'i” diyerek ifade eder.

 

Yunus Emre’de hoca (öğretmen) sevgisi


Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür. Yunus, Tapduk Emre’nin müridi olmuştur ömrü boyunca… Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu altına girdikten sonra bulmuştur. Yunus, Tapduk Emre’nin şahsında bütün hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o, hocayı geniş mânâlarda ele almaktadır. Ona göre hoca, Allah’ın âlim sıfatıdır; bilgileri bünyesinde toplar ve yayar. Bunu onun şu beyitlerinden de anlıyoruz:

            “Resul agdı Miraç’a nazar eyledi Hace

              Görün görün kim niçe vasfını dervişerin

               Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice

             Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”

            Yunus’a göre Peygamberimiz de bir hocadır. Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan alarak ümmetine öğretmiştir. Bunu şu beyitte ifade etmektedir:

            “Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi Burak

              Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”

            Yine o, hocayı Mürşid-i Kâmil olarak da vasıflandırmaktadır. Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı diğerlerine göre daha fazladır:

            “Hocanın talibi çokdur hiç bundan kemteri yokdur

              Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”

 “Dilerem fazlundan ayurmayasun

              Hocam senden özge sevmezem ayruk”

            Yunus Emre, hakikatleri eğip bükmeden söyleyen bir gönül adamıydı. Yaşadığı müddetçe sevginin gönüllü bayraktarlığını yapmıştır. O, son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır. Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de, niyetini de bize açıkça göstermektedir:

            “Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca

  Hepsinden iyice bir gönüle girmekdür.”

 

Tapduk Emre’nin dergâhında dosdoğru bir derviş


Taşköprîzade’nin dediğine göre “Tapduk Emre 13. asırda Anadolu’yu dolduran o tanınmış şeyhlerden biriydi ve Sakarya çevresindeki bir köyde münzevi olarak yaşıyordu.” Gönüller sultanı olan Yunus Emre, tasavvuf mektebinde mürşid-i kâmil olan Tapduk Emre’nin rahle-i tedrisatından geçmiştir. Yani o, iyi bir tarikat eğitimi almıştır. Tapduk Emre’yi kendisine şeyh edinmiştir. Bununla ilgili şu rivayet yaygın olarak anlatılır:  

 “Hacı Bektaş Veli, Horasan diyarından Rum’a (Anadolu’ya) gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerameti etrafa yayıldı. Her taraftan mürit ve muhipler gelmeye, büyük meclisler olmaya başladı. Fakir hâlli kimseler gelir, nasip alır giderlerdi.

O zaman Sivrihisar’ın şimal tarafında Sarıköy denilen yerde Yunus derler, bir kimse var idi. Gayet fakir olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu. Ekinden bir nesne hâsıl olmadı. Yunus, erenlerin bu güzel vasıflarını işitti. Kimsenin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla, bir bahane ile gidip kifaf denecek miktarda bir şeyler istemeyi düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Suluca Karahöyük’e doğru yola koyuldu.

Karacahöyük’e varınca Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıktı. Armağanını sunup ‘Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım. Ümidim şu ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf edelim’ dedi. Hacı Bektaş, ‘öyle olsun’ diyerek abdallara işaret etti, alıcı alıp paylaştılar, yediler. Yunus birkaç gün orda eğlendi. Gidecek olunca, Hacı Bektaş’a haber verdiler. O da ‘Sorun bakalım ne ister, buğday mı, himmet mi?’ dedi. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Buğday istedi. Ne yaptılarsa da razı edemediler. Yunus, ‘Bana buğday gerek’ diye ısrar etli. ‘Ben nefesi neyleyim’ dedi. Razı olmadı. Hacı Bektaş emretti, buğdayı verdiler. Yunus da dergâhtan çekilip gitti.

Yunus, biraz yürüdükten sonra, işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhâl geri dönerek kusurunu itiraf etti. Fakat Hacı Bektaş, ‘O iş şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın’, dedi.”

İşte bu yaygın rivayette de belirtildiği üzere Yunus Emre, ham bir insanken Tapduk Emre’nin dergâhına iltica ederek orada pişmiştir. O, bir rivayete göre bu dergâha kırk yıl boyunca hizmet etmiştir. Bu süre içerisinde ağzı olduğu halde, ağzı yokmuş gibi büyük bir teslimiyet ve adanmışlık ruhu içerisinde hizmetlerde bulunmuştur. Dağda onca eğri odun varken o, Tapduk’un dergâhına bir kez bile eğri odun getirmemiştir. O, kendisini ruhen ve bedenen adadığı bu kutlu dergâha odunun bile eğrisini layık görmemiştir.

Mütevazı bir şeyh olan Tapduk Emre, Yunus’u “Yunus Emre” yapmıştır. Yunus Emre, bu gerçeği şiirlerinde hep dile getirmiştir. İşte bunlardan biri de şu beyittir:

“Tapdug’un tapısında kul olduk kapısında

 Yûnus miskîn çigidik bişdik elhamdüli'llâh”

 

Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir


Yunus Emre’nin hayatı masal gibidir, onun içindir ki onun yaşamı rivayetlerle doludur. Onunla ilgili anlatılan rivayetlerden biri de Molla Kasım denen şeriat âlimiyle ilgili olanıdır. Bununla ilgili yaygın rivayet yedi asırdan beri dilden dile aktarılıp durulur…

Rivayete göre Yunus Emre’nin şiirleri, kendisinin ölümünden yıllar sonra Molla Kasım adında bir şeriat bilgininin eline geçer. Söz konusu kitap, Yunus Emre’nin üç bin sayfalık bütün şiirlerini kapsayan üç bin şiirlik bir kitaptır. Bu kitaptan başka bir tane daha yoktur. Molla Kasım oturur dere kenarına, yok bu şiir dine aykırı, bu şeriata aykırı, bu haram, bunu beğenmedim diyerek iki bin tanesini yakar, bir kısmını dereye atar. Üç bin sayfalık kitaptan geriye bin kadar sayfa kalmıştır ki Molla Kasım şu beyit ile karşılaşır: “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir”

Yunus’un şiirlerinin bir kısmını yakan, bir kısmını da suya atan Molla Kasım anlar ki Yunus Emre bir Allah dostudur… Bu kadar zaman öncesinden Yunus’un eylediği bu keramete şaşırır ve telaşla dereye atlayıp sayfaları toplamaya çalışır. Büyük bir pişmanlık duysa da son pişmanlık fayda vermeyecektir. Yakmadığı, suya atmadığı şiirleri bir hazine gibi saklar. Halkımızın rivayetine göre; bu yüzden Yunus Emre’nin şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki balıklar, kalan binlercesini de insanlar söylermiş.

“Sana İbret Gerek İse” şiirinin tahlili

 

“Sana ibret gerek ise/Gel göresin bu sinleri
Ger taş isen eriyesin/Bakıp göricek bunları

Şunlar ki çoktur malları/Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş/Onun da yoktur yenleri

Hani mülke benim diyen/Köşk ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yatarlar/Taşlar olmuş üstünleri

Bunlar eve girmeyeler/Züht ü taat kılmayalar
Bu beyliği bulmayalar/Zira geçti devranları

Hani ol şirin sözlüler/Hani ol güneş yüzlüler
Şöyle gayip olmuş bunlar/Hiç belirmez nişanları

Bunlar bir vakt beğler idi/Kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin/Beğ kangıdır ya kulları

Ne kapı vardır giresi/Ne yemek vardır yiyesi
Ne ışık vardır göresi/Dün olmuştur gündüzleri
Bir gün senin dahi Yunus/Benven dediklerin kala
Seni dahi böyle ede/Nitekim etti bunları”(Yunus Emre)
Yunus Emre bu şiirde insanları ölüm gerçeğinden ibret almaya çağırmaktadır. Çünkü ibret için ölüm yeter. Kişi taş bile olsa sinlere(mezarlara) bakıp erir. Bunu birinci dörtlükte açıkça ifade ediyor. İkinci dörtlükte, ölen kişilerin mallarının çok olmasına rağmen onlara hayır getirmediğini, son yolculuklarında yenleri olmayan gömlekle(kefenle) uğurlandıklarını hatırlatmaktadır. Üçüncü dörtlükte, o kişilerin hayatlarında saray ve köşkleri beğenmediklerini, şimdi üstünleri taşlar olan bir evde(mezarda) yattıklarını söylüyor.
Bu dünya şüphesiz ki bir imtihan yeridir. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”(Zilzâl 7-8) buyuruyor. Şiirin dördüncü dörtlüğünde, ölen kişilerin sağlıklarında Allah’a karşı iyi bir kul olmadıklarını, artık onların devirlerinin geçtiğini, sözlerini geçmediğini söylüyor. Beşinci dörtlükte ise şirin sözlü, güneş yüzlü olarak nitelendirdiği güzel insanların artık hiçbir izinin kalmadığını, hepsinin toprak olduğunu dile getiriyor.
Şiirin altıncı dörtlüğünde, ahrete göçen bu kişilerin bir zamanlar sözü geçen zengin insanlar olduklarını, hepsinin saray ve köşklerde oturduklarını, kapıcılarının olduğunu hatırlatarak şimdiki konumlarına değiniyor. Şimdi hangisinin bey, hangisinin kul olduğu belli değildir. Zira ölüm beylerle kulları eşitlemiştir. Bu yeni âlemde(ahirette) üstünlük takvayla ölçülmeye başlanmıştır. Kim Allah’ın hoşnut olduğu işler yapmışsa o kurtulmuştur.
Yunus Emre, şiirinin yedinci dörtlüğünde kabir hayatını gözler önüne seriyor. Kabir öyle bir yerdir ki girilecek kapısı yoktur, yenecek yemeği yoktur. Orada bulunanlar ışıktan çok uzaktır. Güneş o kişilerin üzerine doğmamaktadır. O ölülerin gündüzleri dün(gece) olmuştur. Yani kul, kabirde çok acizdir.  Şiirin son dörtlüğü olan sekizinci dörtlükte, Yunus Emre kendi nefsine seslenerek bütün ölüler gibi kendisinin de aynı şeyleri yaşayacağını, aynı aşamalardan geçeceğini söylüyor. Çünkü Allah ahirette kullarına dünyada yapıp ettiklerine göre muamelede bulunacaktır; orada kimseye ayrıcalık tanınmayacaktır.
 
( Yunus’un Duygu Coğrafyası başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 7.05.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.