M. NİHAT
MALKOÇ
“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;
Sayıları silmiş. BİR’e yönelmiş ...”(Necip
Fazıl)
Yunus’un yaşadığı çağ yahut gökte yalnız bir yıldız
Yunus’un yaşadığı çağ, nerden
bakarsanız bakın, bugünkünün fevkinde zor bir çağdır. Yunus’un döneminde
Anadolu Selçukluları son demlerini yaşıyordu. Osmanlı çınarı henüz yeni
filizleniyordu. Bu devirde isyanlar ve istilalar birbirini takip etmekteydi. Haçlı seferleri, Moğol akınları, Babai
isyanları, saltanat kavgaları peşi sıra sürüp gidiyordu. Zulüm imparatorluğu
kurmak için önüne ne gelirse yakıp yıkan Moğollar ve Haçlılar vahşilikte rakip
tanımıyorlardı. Babailer de onlarla şer ittifakına girmişçesine felaket
zincirine yeni halkalar ekliyorlardı. Onun içindir ki felaket çanlarının sesi
dört bir taraftan duyuluyordu. İnsanlar yarınlarından ve hayatlarından hiç de
emin değildi. Her fert, patlamaya hazır bomba gibiydi.
Gönüllerin ve onurların hoyrat eller tarafından kırıldığı
böyle zor bir zamanda dünyaya gelmişti bizim Yunus Emre… Onun doğum tarihi
kesin olarak bilinmese de kaba hesap olarak 13. yüzyılın sonları ile 14.
yüzyılın ilk çeyreği arasında yaşadığı söylenebilir. Yunus’un doğum tarihinin
1240 olduğu kanaati kesin olmasa da, edebiyat çevrelerinde pek yaygındır.
Hakikatin
perdelendiği zor bir zamanda ve karışık bir coğrafyada dünyaya gelen, gönül
gözü açık bir veli şair olan Yunus Emre, mevcut durumun vahametini görerek kandan,
kinden ve nefretten beslenenlere şöyle seslenerek safını belli etmiştir: “Ben gelmedim da’vî için benüm işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya
geldüm.”
Yunus Emre, hayatı efsaneleşmiş bir gönül insanıdır. Fakat
o Hüseyin Hatemî’nin de belirttiği gibi bir efsane değil, tarihî bir
kişiliktir. O, dünle bugün arasında kelimelerden bir gönül köprüsü kurmuştur.
Onun adı sevgi, hoşgörü ve kardeşlikle özdeşleşmiştir. Geçen yedi asır, onun
adının ve felsefesinin üzerini örtememiştir. Zaman onu yaşlandıracak yerde,
aksine gençleştirmiştir. Çünkü o, sevgi iksiriyle her dem tazelenmiştir. Edebiyat
sahasında mühim bir isim olan Abdülbaki Gölpınarlı onu şöyle tanıtır: “Yunus Emre, 1240’ta doğdu. Sarıköylü’dür. İyi
bir tahsil gördüğü şiirlerinden anlaşılmaktadır. Medrese tahsilinden sonra
tasavvuf yoluna girdi. Tabduk Emre’ye mürit oldu. Anadolu’nun birçok illerini,
Suriye’yi ve Azerbaycan’ı dolaştı. 1320 yılında 82 yaşında iken vefat etti.
Mezarı Sarıköy’dedir.”
Yunus Emre evrensel temalar işlemiş bir dünya şairidir.
Herkes onda bir şekilde kendini bulmaktadır. Bugün hemen herkesin zihninde bir Yunus
portresi vardır. Bu portreler zaman zaman birbirlerinden bir hayli farklılıklar
da arz edebilmektedir. Bazılarına göre o bir şairdir, bazılarına göre o bir
derviştir, bazılarına göre de o bir hümanisttir. Herkes ona kendi penceresinden
bakmış, aslında o pencereden gönül aynasındaki Yunus’u görmüştür.
İnsanlığın sevgiye, barışa ve dostluğa her zamankinden daha
çok ihtiyaç duyduğu bu karanlık çağda, Yunus’un gönül aynasından yansıyan uhrevi
ışığa çok ihtiyacımız vardır. Zira o, karanlıkları aydınlatacak bir ışıktır.
Onu gelecek çağlara taşımak hepimizin borcudur.
Yunus Emre’nin
mezarı sevenlerinin gönlüdür.
Halkın ve Hakk’ın
dostlarından biri olan Yunus Emre’nin mezarının yeri kesin olarak
bilinmemektedir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ona atfedilen birçok mezar ve makam
bulunmaktadır. Bunlar
arasında Eskişehir-Sivrihisar, Aksaray-Ortaköy, Karaman, Bursa, Kula ile
Salihli arası, Erzurum Tuzcu köyü, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas
Hafik’teki türbe veya makamlar sayılabilir. Fakat bunlar içerisinde özellikle
Karaman ve Sivrihisar başı çekmektedir. Niyazi-i Mısrî bu makamlara
Yunanistan’ın Limni adasını da ilave etmektedir.
Hak
ve hakikat şairi Yunus’un mezarının Anadolu’nun birçok yerinde olduğu iddiası,
ona duyulan derin sevginin ve muhabbetin tezahürüdür. Anadolu halkı onu çok
sevdiği ve efsaneleştirdiği için mezarının kendi memleketlerinde olmasını
arzulamışlar ve iddialarını bu çerçevede dile getirmişlerdir. Böyle büyük bir
sevgi her şaire nasip olmaz. Yunus’un yedi asrı aşkın bir zamandan beri unutulmamış
olması, şiirlerinin dilden dile dolaşması buna delildir. Bence Yunus’un mezarı
çok da önemli değildir; onun yeri Anadolu insanının yüce gönlüdür.
Yunus Emre’nin Divan'ında kısa bir gezinti
Yunus
Emre sadece Türkiye’de değil, Türkçenin konuşulduğu bütün coğrafyalarda
tanınmakta ve çok sevilmektedir. Hatta Türkçe konuşmayan milletler de onu
zevkle okumaktadır. Yunus’un şiirlerinde kullandığı dil arı duru Türkçedir.
Kendisiyle çağdaş olan Mevlana’nın eserlerini Farsça yazdığı bir dönemde o,
Türkçeden asla taviz vermemiş, eserlerinde Türkçeyi nakış nakış işlemiştir.
Türk milletinin onu bir başka sevmesi ve yedi asrı aşkın bir zamandan beri
yüreğinde yaşatması biraz da onun Türkçe hassasiyetinden dolayıdır.
Türk
şiir ırmağının en büyük kollarından biri olan Yunus Emre’nin günümüze intikal
eden iki önemli eseri mevcuttur. Bunlardan biri Risaletü’n-Nushiyye, diğeri de
Yunus Emre Divanı’dır. Bunlar Türk kültürünün ve Türkçenin iki büyük köşe
taşıdır. Bu eserler kütüphanelerimizin en zengin muhtevalı şiir kitaplarıdır.
Yunus’un Divan’ındaki şiirler aruz ve hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Bu
divanların birçok nüshası bulunmaktadır. Yunus’un dinî, tasavvufî, ahlakî
içerikli “Öğütler Kitabı” anlamına gelen
“Risaletü’n-Nushiyye” adlı eseri mesnevi
nazım şekliyle yazılmıştır. Bu didaktik(öğretici) eser 573 beyitten
oluşmaktadır.
Yunus Emre’nin şiirlerinde yaygın
temalar
Tasavvuf edebiyatının ilk büyük mektebini kuran kişi olarak
Hoca Ahmet Yesevî kabul edilmektedir. Ondan sonra bu sahada isim yapan öncülerin
başında gelen Yunus Emre Türk Tasavvuf Edebiyatının tartışmasız en büyük
temsilcisidir.
Yunus
Emre’nin şiirlerinde geniş bir tema dağarcığı vardır. O insan hayatını
ilgilendiren can alıcı konuları şiirlerinde işlemiştir. Ölüm, hayat, tasavvuf,
Allah aşkı, peygamber sevgisi, hoca(öğretmen) sevgisi, hoşgörü, merhamet, namaz,
ahiret hayatı, dünyanın geçiciliği, insanın özündeki kıymet şiirlerinde ele
aldığı konulardan bazılarıdır.
Yunus Emre ve sonsuzluğun kapısı ölüm
Ölüm,
sonlu hayattan sonsuz hayata hicret etmektir. Yunus Emre’nin şiirlerinde
işlediği en yaygın temalardan biri ölümdür. Fakat o ölüme büyük bir sevgi ve
hoşgörüyle bakar; ölümü dostu dosta kavuşturan bir sonsuzluk köprüsü olarak
görür. Onun ölüme ve ölümden sonraki sonsuz hayata dair şu dizeleri güçlü
imanını yansıtmaktadır:
“Ölümden
ne korkarsın,/ Korkma ebedi varsın”
Yunus
bir Hakk ve hakikat aşığıdır. Gerçekte insanlar ölmezler, çünkü ölüm sandığımız
şey, aslında bir çeşit tebdil-i mekândan ibarettir. O bunu şöyle dile getirir:
“Yunus
öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”
Ölüm
sadece bedenle sınırlıdır; ruhlar hiçbir zaman ölmezler. Yunus Emre, ölümü
yokluk olarak görmediği için bunu doğal bir hadise olarak görür ve ondan
korkmaz; onu büyük bir tevekkülle ve tebessümle karşılar. Ona göre akıllı
kişiler ölmeden önce ölür, yani nefsini sıkı bir disiplin altına alır; nefsin
sonu gelmez emirlerine kulak asmaz. Ölüm tenle ilgilidir. Ruhlar ölümden
azadedir. Yunus Emre bakın bunu şu beyitte ne güzel ifade etmiştir:
“Ten fanîdür, cân ölmez, gidenler girü gelmez,
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi degül”
Yunus Emre yahut aşk bağının bülbülü
Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi
insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en
belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine
kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his
sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan
duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle
özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına
bir kez bakmak yeterlidir.
Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara
varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka
kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet
etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta
zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:
“Ben yürürem yana yana aşk boyadı
beni kana
Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk
n’eyledi.”
Daha evvel belirttiğimiz gibi
Yunus’un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazî aşklarla ifade
edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah’ın dünyadaki
halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından
çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah
sevgisidir. Hümanizm Yunus’u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus’ta
esas olan Hakk’a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla
görebiliriz:
“Âşık
Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster
Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım!”
Yunus’un kitabında kan, kin ve
nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz
insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla
birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin
önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için!…Kişi kendi iç dünyasını imar
etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki?... Bizi
mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti
paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün
değildir. Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen
manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular.
Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.
Yunus, Hakk’a yaklaştıkça halk da
ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta
bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen
duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu
hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla
dile getiriyor:
“Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus
halk.
Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus
toprak.
Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe
bayrak.
Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can
Yunus.”
Yunus Emre’de peygamber sevgisi
Yunus Emre tasavvuf terbiyesi
görmüş kâmil bir mümindi. O, şiirlerinde Hakk ve hakikat peşinde koşmuştur. Onun
şiirinin temaları manevî hayatımıza ışık tutar. Yunus’un şiirlerinde hâkim
temalardan biri de peygamber sevgisidir. O, şiirlerinde, başta iki cihan güneşi
Hz. Muhammed(sav) olmak üzere birçok peygamberden bahseder.
Yunus Emre’nin son Peygamber Hz. Muhammed(sav)’e duyduğu
aşk, kelimelerle anlatılacak cinsten değildir. Çünkü bizim peygamberimiz olan
Hz. Muhammed(sav), Allah’ın habibi(sevgilisi)dir. Rabbimizin Resulullah
Efendimize verdiği kıymet, diğer peygamberlerle ölçülemeyecek kadar çok
büyüktür. Yunus Emre, Allah’ın bu kadar övdüğü ve sevdiği yüce bir şahsiyete
gönlünün en güzel yerini ayırmıştır. Bu sevgiyi “Cânım kurbân olsun senin
yoluna/Adı güzel kendi güzel
Muhammed” dizelerinden başka hangi mısra daha öz bir şekilde anlatabilir ki?...
‘Kurban olmak’ fedakârlığın ve sevginin en tepe noktası değil midir? Yunus’un
şu dörtlüğü, onun Kâbe’ye ve Resulullah’a duyduğu derin özlemin veciz
ifadesidir:
“Bir mübârek sefer olsa da gitsem/Ka'be yollarında kumlara batsam
Hûb cemâlün
bir kez düşde seyr itsem/Yâ Muhammed cânum arzûlar seni”
“Sen hak Peygambersin şeksiz gümânsız/Sana uymayanlar gider
imânsız” diyen Yunus Emre, Peygamber Efendimize ve diğer peygamberlere gönülden
inanmanın gerekliliğine vurgu yapar.
Çünkü peygamberlere iman etmek, imanın şartlarındandır. İmanın şartlarından birine inanmamak kişinin
imansız ölmesine sebep olacak kadar tehlikelidir.
Yunus Emre,
Peygamberimizi bütün dertlerin dermanı olarak görmektedir. Çünkü onun getirdiği
Kur’an, ruhların iksiridir, hayat kitabıdır. O, şu mısralarında kendini ‘katre’,
Peygamberimizi ise ‘umman’ olarak nitelemektedir. “Katreyim ummân buldum/Derdime dermân buldum/Dün gece kadre erdim/Seyr ettim Muhammed'i” diyerek ifade eder.
Yunus Emre’de hoca (öğretmen) sevgisi
Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup
taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür. Yunus, Tapduk Emre’nin
müridi olmuştur ömrü boyunca… Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu
altına girdikten sonra bulmuştur. Yunus, Tapduk Emre’nin şahsında bütün
hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o, hocayı geniş
mânâlarda ele almaktadır. Ona göre hoca, Allah’ın âlim sıfatıdır; bilgileri
bünyesinde toplar ve yayar. Bunu onun şu beyitlerinden de anlıyoruz:
“Resul agdı Miraç’a nazar eyledi
Hace
Görün görün kim niçe vasfını dervişerin
Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice
Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”
Yunus’a göre Peygamberimiz de bir
hocadır. Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan
alarak ümmetine öğretmiştir. Bunu şu beyitte ifade etmektedir:
“Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi
Burak
Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”
Yine o, hocayı Mürşid-i Kâmil olarak
da vasıflandırmaktadır. Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı
diğerlerine göre daha fazladır:
“Hocanın talibi çokdur hiç bundan
kemteri yokdur
Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”
“Dilerem fazlundan
ayurmayasun
Hocam senden özge sevmezem ayruk”
Yunus Emre, hakikatleri eğip
bükmeden söyleyen bir gönül adamıydı. Yaşadığı müddetçe sevginin gönüllü
bayraktarlığını yapmıştır. O, son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır.
Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de, niyetini de bize açıkça göstermektedir:
“Yunus Emre dir hoca gerekse var bin
hacca
Hepsinden iyice bir
gönüle girmekdür.”
Tapduk Emre’nin dergâhında dosdoğru
bir derviş
Taşköprîzade’nin dediğine
göre “Tapduk Emre 13. asırda Anadolu’yu dolduran o tanınmış şeyhlerden biriydi
ve Sakarya çevresindeki bir köyde münzevi olarak yaşıyordu.” Gönüller sultanı olan Yunus Emre,
tasavvuf mektebinde mürşid-i kâmil olan Tapduk Emre’nin rahle-i tedrisatından
geçmiştir. Yani o, iyi bir tarikat eğitimi almıştır. Tapduk Emre’yi kendisine
şeyh edinmiştir. Bununla ilgili şu rivayet yaygın olarak anlatılır:
“Hacı Bektaş Veli, Horasan diyarından Rum’a
(Anadolu’ya) gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerameti etrafa yayıldı. Her
taraftan mürit ve muhipler gelmeye, büyük meclisler olmaya başladı. Fakir hâlli
kimseler gelir, nasip alır giderlerdi.
O zaman Sivrihisar’ın şimal
tarafında Sarıköy denilen yerde Yunus derler, bir kimse var idi. Gayet fakir
olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu. Ekinden bir nesne hâsıl olmadı.
Yunus, erenlerin bu güzel vasıflarını işitti. Kimsenin bu kapıdan boş dönmemesi
dolayısıyla, bir bahane ile gidip kifaf denecek miktarda bir şeyler istemeyi
düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Suluca Karahöyük’e doğru
yola koyuldu.
Karacahöyük’e varınca Hacı
Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıktı. Armağanını sunup ‘Ben fakir bir kimseyim, bu
yıl ekinimden bir nesne alamadım. Ümidim şu ki bu yemişi kabul edip
karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf edelim’ dedi. Hacı Bektaş, ‘öyle
olsun’ diyerek abdallara işaret etti, alıcı alıp paylaştılar, yediler. Yunus
birkaç gün orda eğlendi. Gidecek olunca, Hacı Bektaş’a haber verdiler. O da
‘Sorun bakalım ne ister, buğday mı, himmet mi?’ dedi. Yunus geri dönmek için
acele ediyordu. Buğday istedi. Ne yaptılarsa da razı edemediler. Yunus, ‘Bana
buğday gerek’ diye ısrar etli. ‘Ben nefesi neyleyim’ dedi. Razı olmadı. Hacı
Bektaş emretti, buğdayı verdiler. Yunus da dergâhtan çekilip gitti.
Yunus, biraz yürüdükten
sonra, işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhâl geri
dönerek kusurunu itiraf etti. Fakat Hacı Bektaş, ‘O iş şimdiden sonra olmaz.
Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın’,
dedi.”
İşte
bu yaygın rivayette de belirtildiği üzere Yunus Emre, ham bir insanken Tapduk
Emre’nin dergâhına iltica ederek orada pişmiştir. O, bir rivayete göre bu
dergâha kırk yıl boyunca hizmet etmiştir. Bu süre içerisinde ağzı olduğu halde,
ağzı yokmuş gibi büyük bir teslimiyet ve adanmışlık ruhu içerisinde hizmetlerde
bulunmuştur. Dağda onca eğri odun varken o, Tapduk’un dergâhına bir kez bile
eğri odun getirmemiştir. O, kendisini ruhen ve bedenen adadığı bu kutlu dergâha
odunun bile eğrisini layık görmemiştir.
Mütevazı
bir şeyh olan Tapduk Emre, Yunus’u “Yunus Emre” yapmıştır. Yunus Emre, bu
gerçeği şiirlerinde hep dile getirmiştir. İşte bunlardan biri de şu beyittir:
“Tapdug’un tapısında kul
olduk kapısında
Yûnus miskîn çigidik bişdik elhamdüli'llâh”
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir
Yunus
Emre’nin hayatı masal gibidir, onun içindir ki onun yaşamı rivayetlerle
doludur. Onunla ilgili anlatılan rivayetlerden biri de Molla Kasım denen şeriat
âlimiyle ilgili olanıdır. Bununla ilgili yaygın rivayet yedi asırdan beri
dilden dile aktarılıp durulur…
Rivayete göre Yunus
Emre’nin şiirleri, kendisinin ölümünden yıllar sonra Molla Kasım adında bir şeriat
bilgininin eline geçer. Söz konusu kitap, Yunus Emre’nin üç bin sayfalık bütün
şiirlerini kapsayan üç bin şiirlik bir kitaptır. Bu kitaptan başka bir tane
daha yoktur. Molla Kasım oturur dere kenarına, yok bu şiir dine aykırı, bu
şeriata aykırı, bu haram, bunu beğenmedim diyerek iki bin tanesini yakar, bir
kısmını dereye atar. Üç bin sayfalık kitaptan geriye bin kadar sayfa kalmıştır
ki Molla Kasım şu beyit ile karşılaşır: “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni
sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir”
Yunus’un şiirlerinin bir
kısmını yakan, bir kısmını da suya atan Molla Kasım anlar ki Yunus Emre bir
Allah dostudur… Bu kadar zaman öncesinden Yunus’un eylediği bu keramete şaşırır
ve telaşla dereye atlayıp sayfaları toplamaya çalışır. Büyük bir pişmanlık
duysa da son pişmanlık fayda vermeyecektir. Yakmadığı, suya atmadığı şiirleri
bir hazine gibi saklar. Halkımızın rivayetine göre; bu yüzden Yunus Emre’nin
şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki
balıklar, kalan binlercesini de insanlar söylermiş.
“Sana İbret Gerek İse” şiirinin tahlili